Kapsayıcı bir milli güvenlik anlayışı ve Türkiye’nin karnesi
Aydın Sezgin 01 Ocak 1970
Milli güvenlik kavramı akıllara öncelikle milli savunma, jeostrateji, güçler dengesi ve savunma sanayii gibi konu ve alanları getirmektedir. Bu bağlamda milli güvenlik, daha çok askeri güvenliğe ilişkin bir kavram gibi algılanmaktadır. Oysa günümüz dünyasında milli güvenlik anlayışı, pek çok kavram gibi dönüşüm geçirmiştir.
Bu çerçevede milli güvenliği, milli savunmanın ötesinde, sivil savunma, ekonomik ve sosyal kalkınma, ulusal ekonomi politikaları, hukuk, demokrasi ve bunları taşıyan kurumlar, uluslararası itibar ve imaj, çevre, enerji gibi pek çok alanı kapsayan, bu alanlarla etkileşim içinde olan bir kavram olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bütün bu alanlardaki aksaklık ve tehditler, milli güvenliği doğrudan ilgilendirir hale gelmiştir. Bu koşullar altında milli güvenlik, bir devletin içeride ve dışarıda tehditlerden arınmasına ilişkin eylem ve tedbirlerin bütünü olarak değerlendirilebilir.
Geniş tanımıyla milli güvenliği ilgilendiren alanlara yönelik tehditlerle mücadele devletlerin asli görevidir, hatta varlık sebebidir. Bu tanım doğrultusunda, AK Parti iktidarının 20 yıldan beri milli güvenlik alanındaki başarısızlığı apaçık ortadadır. İktidarın tutumunun ve politikalarının ülkede ve bölgede istikrar üretme, öngörme ve önleyici olma yeteneklerinin zayıflaması ile birlikte milli güvenliğimiz tahrip olmuştur. Ekonomi, hukukun üstünlüğü ve uluslararası itibar gibi pek çok alanda iktidarın karnesi başarısızlıklarla doludur.
EKONOMİDE DURUM
Ekonomide beklentilerin çok gerisinde kalınmıştır. Önceki dönemleri aşan bir başarı elde edilemediği gibi, pek çok gösterge önceki dönemleri aratır hale gelmiştir. AK Parti iktidarı süresince büyüme oranı kendinden önceki dönemlerin 10 ve 20 yıllık serilerinin büyüme oranlarının altında kalmıştır. Türkiye 2002’den beri potansiyelinin hayli altında büyümektedir. Son yıllardaki performans düşüklüğü de pandemiden ziyade tek adam rejiminin bir sonucudur. Gelir ve servet eşitsizliği korkutucu boyutlara varmıştır. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal durum milli güvenliğimizi örselemektedir.
Bir milli güvenlik unsuru olarak çevre politikalarının hazin durumu da ortadadır.
Milli güvenliğin önemli bir diğer unsuru olan demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanında da durumumuz ne yazık ki berbattır. Toplumun huzuru ve vatandaşın erinci açısından gerekli olan bu değerler, milli güvenlik anlayışı içinde büyük duyarlılıkla korunması gereken varlıklardır. Keza bunları taşıyan kurumlar da özenle korunmalıdır. AK Parti iktidarı döneminin bütününe bakıldığında bunun tam tersi yaşanmıştır, Türkiye’de hukukun üstünlüğü, demokrasi, vatandaşlarımızın hak ve özgürlükleri geriledikçe gerilemiştir.
SULTANVARİ REJİM
Ülkemizde milli güvenlik kavramını ve yarattığı hissiyatı iç siyaset saikiyle istismar edip, demokrasiyi ve hukuku iğdiş etme anlayışı hâkim hale gelmiştir. Sultanvari bir rejim içinde totaliterliğe doğru kaydığımız apaçık ortadadır. Cumhuriyetin değerleri ve demokrasi tahrip edildikçe, despotluk öne çıktıkça, sistemik bir milli güvenlik sorunu yaratılmakta ve büyütülmektedir.
Ekonomimizdeki çöküş, otoriter sultanvari rejim, insan hakları ve temel özgürlüklerdeki ağır ihlaller, kara para aklama olayı gibi yüz kızartıcı eylemler, yerel ve yabancı mafyaların görünürlüğünün artması, maalesef Türkiye’nin uluslararası imajını ve güvenilirliğini sarsmakta, itibarını aşındırmaktadır. Bunu uluslararası ilişkilerdeki savrulmalar ve bedava hoyratlıkların etkisini ekleyerek düşünmek gerekir. Yani, uluslararası medyada mevcut iktidara yönelik yoğun eleştirileri sırf Türkiye düşmanlığı olarak okumak yanlıştır.
Hâlbuki iktidar çevreleri, uluslararası saygınlığımızın aşındığını kabul etmek bir yana, son dönemde özellikle iktidarın ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın itibarının yükseldiğini öne sürmektedirler. Evet, Türkiye’nin jeopolitik konumunun önemine ilişkin farkındalık, küresel düzeyde yaşanan gelişmeler doğrultusunda doğal olarak artmıştır. Ancak jeopolitik anlamdaki bu kazancın, ülkenin itibarına ve saygınlığına katkısı yoktur.
ENERİDE BAĞIMLILIK
Enerji alanında tek bir ülkeye aşırı bağımlılığımız, milli güvenlik sorunlarımızdan bir başkasıdır. Rusya’nın enerji tedarikinde pek güvenilir bir ortak olmadığı kanaati yerleşmektedir. Buna rağmen, Sayın Cumhurbaşkanı’nın Putin’le şahsi kader dayanışması içinde olması, Türkiye’nin enerji mimarisini, enerji güvenliğini şekillendirmemelidir.
Rus gazının Avrupa’ya ulaştırılması için Türkiye’nin hub haline getirilmesi yönünde Putin tarafından gündeme getirilen öneri gerçekçi değildir ve tuzaklar barındırmaktadır. Hub olmamız için sadece Rus gazı yeterli değildir, birçok koşul gerekmektedir. Uzun yıllar sürecek teknik çalışmalar meselesi bir yana, Rusya’dan gaz almaktan sakınan Avrupa Birliği’nin Türkiye üzerinden Rus gazı alması yanlış bir beklentidir.
Doğal gazda Rusya’ya malum mecburiyetimize ilaveten, Akkuyu Nükleer Santrali’nin devreye girecek olması, Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Sinop’ta kurulacak ikinci nükleer santrali de Ruslara veririz” açıklaması, iktidarın bağımlılığımızı daha da artırmakta sakınca görmediğine işaret etmektedir. Hiçbir makul ülke, kendini tek bir ülkeye bu denli kontrolsüzce bağlamaz. Bağlıyorsa, bu vasallaşmayı ve milli güvenliği üzerinde büyük bir risk ve tehdit oluşmasını kabul ediyor demektir.
Milli güvenliğimiz üzerinde ekonomi, hukukun üstünlüğü, uluslararası itibar ve enerji alanlarında yaratılmış olan tehditlerin yanında iktidar, uluslararası ilişkiler sahasında da, hiç pahasına çeşitli risk ve tehditler yaratmıştır. Bu tehditlerin oluşması, iktidarın dünyaya yanlış bakışının neticesidir. Dış politikaya ideolojiyle, hezeyanla, İhvan hayalleriyle yaklaşan iktidar, zaman zaman millet kavramını unutmuş, ümmet kavramı üzerinden hesap yapmıştır ve milli çıkar ilkesinden uzaklaşmıştır.
Türkiye’nin en önemli milli güvenlik sorunlarından birisi, uluslararası ilişkilere dair kararların adeta sistematik şekilde iç politikaya endeksli olarak alınmasıdır. Seçim hesapları ile ülkenin bugününe ve geleceğine ihanet edilmektedir.
Dünya önemli değişimler yaşamaktadır. Türkiye de elbette bu sürece intibak etmelidir. Ancak, iktidar yeni döneme yanlış vizyonuyla ve beceriksizliğiyle, sil baştan tutkusuyla uyum sağlamaya çalışmaktadır.
İktidarın, Türkiye’nin yükselen ülke olduğu iddiası da hesapsız bir iddiadır. Bu kategoride sayılan ülkelerin hepsi dünya ekonomisindeki yerlerini ilerletmişlerdir. Daha 1990’larda dünyanın 17. ekonomisi olan Türkiye ise bugün 21. sıraya düşmüştür ve önümüzdeki dönemde 23’üncülüğe gerilemesi söz konusudur.
TOPAL BİR AVRASYACILIK
İktidarın belirgin yanlışlarından bir diğeri, uluslararası ilişkilerde topal bir tür Avrasyacılığı öne çıkartıyor olmasıdır. Arap Baharı’nda İhvancı tutum doğrultusunda yanlış adımlar atmış olan iktidar, hatalarından ders almamıştır. AK Parti iktidarı, değişen küresel gerçeklere cevaben Türkiye’nin geleneksel ilişkilerini ve ittifaklarını, ekonomik, askeri, siyasi, kültürel objektif verilerini hiçe saymaya devam ederek, abes bir Batı karşıtlığı modeli kurgulamaya çalışmaktadır.
Asya elbette önemlidir, fakat bunun ülkemize en uygun stratejik tercih olarak belirlenmesi, aidiyet coğrafyası olarak görülmesi, örneğin Şangay İşbirliği Örgütü tutkusu çok yanlıştır. Kaldı ki, Avrasya fikrinin mihenk taşları olan Rusya, Çin ve İran gerileme veya yavaşlama sürecindedirler. Rusya ve İran gerçek krizler yaşamaktadırlar ve bu krizleri yapısaldır. Çin’i de ciddi sorunlar beklemektedir. Totaliter rejimlerin ebed müddet süremeyeceği veya bu tür rejimlerin huzurlu toplumlar yaratamadıkları gerçeğini bu örnekleri izleyerek görmekteyiz, daha da göreceğiz.
İktidarın uluslararası ilişkilerdeki yanlışlarının Ülkemize, milli güvenliğimize önemli maliyetleri, ağır ekonomik sonuçları olmuştur. Birçok ülkeyle ilişkilerimiz bozulmuştur. Türkiye hem Ortadoğu’da hem de Doğu Akdeniz’de köşeye sıkışmıştır. Batı alemiyle ilişkiler bir sorun yumağına dönüşmüştür.
YUNANİSTAN’LA SORUNLAR
Yunanistan ile sorunlarımızın bugünkü durumu, yıllardır bilhassa Doğu Akdeniz’de ulusal çıkarlarımızı gözetmeyen yaklaşımın bir sonucudur. Yirmi yıllık iktidar, Doğu Akdeniz’de uluslararası hukuk bağlamındaki egemen haklarımızın hukuki güvence altına alınmasında gecikmiştir. İktidar, karşılaştığı çıkmaz nedeniyle Libya’da hamle yapmak zorunda kalmıştır. Bunun Türkiye’ye ve Libya’nın bütünlüğüne yarayıp yaramayacağı ise henüz meçhuldür.
Yanlışların bir diğer sonucu, bölgede Türkiye’ye karşı oluşan birlikteliklerdir. Hatalı politikalar neticesinde Yunanistan Doğu Akdeniz’de mevzi edinmiş, Ege’de haddini aşan tutum içine girme cesareti kazanmıştır.
Bugün iktidar, Mısır ve İsrail’le ilişkileri onarmaya çalışmaktadır. Geç kalınmış olan bu adımdan verimli neticeler alınması uzun zaman gerektirecektir ve tam bir normalleşme hayli şüphelidir. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle de ilişkiler normalleştirilmelidir, ama bu ülkelerle son temaslar da Türkiye açısından çok incitici sonuçlar yaratmıştır. İktidarın kendi kaderi uğruna bu ülkelerden 3-5 milyar sağlama çabalarının da incitici olduğu kabul edilmelidir.
İktidarın ilk günden itibaren yanlışa saplandığı Suriye konusu milli güvenliğimiz açısından en önemli tehditlerden biridir. Sığınmacı meselesi ağır bir insani, toplumsal ve parasal maliyet, ayrıca geleceğe dönük bir risk kaynağıdır. Ancak sorunlar bununla sınırlı değildir.
SURİYE’NİN KUZEYİ
Suriye’nin kuzeyi Peşaver olmuştur. PKK/PYD/YPG başta olmak üzere terör örgütlerinin zemini haline gelmiştir. IŞİD bambaşka bir sorundur. ABD ve Rusya binlerce kilometre uzaktan gelerek bu bölgeye yerleşmiştir. Türkiye, atacağı adımlarda bu ülkelere tâbi olmuştur.
PKK/YPG/PYD ve IŞİD tehdidi yetmiyormuş gibi, İdlip’te ortak hareket ettiğimiz Heyet Tahrir eş-Şam ve yakın bir eşgüdüm içinde olduğumuz Suriye Milli Ordusu da ülkemiz için risk teşkil etmektedir.
Şam ile başlatılması olası normalleşme sürecinde bu yapıların veya barındırdıkları grupların nasıl bir tavır takınacakları belli değildir. İdlip her an patlamaya hazır bir tehditler yığınıdır. Gelinen noktada iktidarın temel beklentisi, Suriye’nin savaş öncesi koşullara dönmesidir. Keşke bu mümkün olsa. Bırakın bu hayali, bizatihi normalleşme, gerçekleşmesi çok zor olan bir hedeftir.
Batı sınırımızda da önemli gelişmeler yaşanmaktadır. İktidar bunlara dair doğru dürüst bir izahat verememekte, mesele daha ziyade iç siyasete dönük, haşin meydan okumalara konu olmaktadır. ABD, Yunanistan’da birçok üs kurmuş, mevcutları güçlendirmiştir. ABD, üslerin Rus tehdidiyle bağlantılı olduğunu söylemektedir ancak Sayın Cumhurbaşkanı “Rusya’ya karşı kurduk diyorlar, yemeyiz.” ifadelerini kullanarak, bunları Türkiye’ye karşı bir tehdit unsuru olarak gördüğünü belirtmiştir. Eğer bunlar gerçekten Türkiye’ye karşı veya çifte amaçlı, hem Rusya hem Türkiye öngörülerek yapılandırılmış ise iktidarın bugün izlediği ABD politikası çok yanlıştır. Eğer öyle değilse bu konudaki açıklamalar yakışık almamaktadır.
Başta Yunanistan olmak üzere bölgemizdeki tüm ülkelerin yeni nesil muharip uçaklar temin ettiği bir dönemde, Türkiye F-35 projesinden dışlanmıştır. Bu durum, Türk Hava Kuvvetleri’nin modernizasyon planlarını sekteye uğratmış ve yeni riskler yaratmıştır. Ege’de üstünlüğümüzü koruyoruz ama şu an itibariyle denge Yunanistan lehine kıpırdamaktadır.
ABD’den F-16V talep edilmekte, ayrıca mevcut F-16’ların modernizasyonu için yanıt beklenmektedir. Birçok ülke bu uçağı edinirken Türkiye incitici şekilde lobi faaliyetinden lobi faaliyetine koşmaktadır. Bütün bunların sebebi, Rusya Federasyonu’ndan S-400 hava savunma sistemi alınmış olmasıdır. Parasal maliyetine ek olarak milli güvenliğimiz açısından yarattığı maliyetler de son derece yüksek olan S-400’ler, şimdi atıl vaziyette tutulmaktadır. Hava savunma sistemi için Türkiye’nin şartlarına daha uygun başka seçenekler mümkündü. Bunun aksini öne süren iddialar gerçeği yansıtmamaktadır.
TÜRK SAVUNMA SANAYİİ
Evet, savunma sanayiinde iftihar ettiğimiz gelişmeler yaşanmaktadır. Kaydedilen bu gelişmeler 20 yıllık AK Parti döneminin hanesine yazılacaktır, ama bundan 20 yıl öncesinin önemli birikimi de mutlaka teslim edilmelidir.
Altay muharebe tankı konusu, iktidarın kendi elleriyle yarattığı büyük bir fiyaskodur. Bu alanda akıl almaz hatalar yapılmamış olsaydı, bugün muhtemelen proje tamamlanmıştı ve Rus tanklarının Ukrayna Savaşı’ndaki zafiyetinin ortaya çıkmasıyla Altay muharebe tanklarımız geniş bir uluslararası piyasaya hitap edebilecekti. Maalesef iktidar, onu bunu kayırma arayışları ve yanlış hesaplarla, bu fırsatı da kaçırmıştır.
Savunma sanayiindeki sorunlardan bir diğeri ise, yurtdışına giden mühendislerimizin sayısının üzücü derecede yüksek olmasıdır. İyi yetişmiş gençlerimizin Batılı ülkelere gitme eğilimi vahim bir milli güvenlik sorunu olarak görülmelidir.
Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı savaş, dünyanın bir bölümünün, Rusya’ya taraf olmamakla birlikte ABD’ye ve Batı’ya karşı tepkili olduğunu teyit etmiştir. Bizim de Batılı ülkelere karşı haklı eleştirilerimiz ve itirazlarımız mevcuttur. Bunları husumete, sürekli didişmeye dönüştürmek yanlıştır, çıkarlarımıza aykırıdır.
Türkiye, içinde bulunduğu ittifakları, birliktelikleri, ait olması gereken demokrasi coğrafyasını terk etmeden, Batılı başkentlerin hatalarını ortaya koyabilir ve yeniden oluşması gereken küresel sistemin şekillenmesinde yeni bir vizyonla öncü rol oynayabilir. Türkiye’de bunu gerçekleştirecek kapasite fazlasıyla mevcuttur.
İktidarın, 21. yüzyılın Türkiye yüzyılı olacağı iddiası, mevcut koşullarda ve anlayışla, boş bir vaattir. Ülkemizin itibarının yeniden yükselmesi ve milli güvenliğimizin ulusal çıkarlarımız doğrultusunda yeniden güçlendirilmesi için keskin bir zihniyet değişikliği gereklidir. Önümüzdeki seçimler, Türkiye’nin küresel değişimlere ayak uydurmasına ve insanımızın hak ettiği demokrasi ve insan hakları ortamında yaşamasına imkân sağlayacak bu zihniyet değişikliği için önemli bir fırsat sunmaktadır.