Çin Otokrasisi Krizde
Ian Buruma 01 Ocak 1970
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, yakın zamana kadar uyguladığı sıfır COVID politikasını, Çin gibi otoriter tek parti devletlerinin pandemilerle (ya da herhangi başka bir krizle) başa çıkma konusunda kendilerinden başkasını düşünmeyen siyasetçilerin ve kararsız seçmenlerin engel oluşturduğu, aksayan darmadağınık demokrasilerden daha donanımlı olduğuna kanıt gösteriyordu.
Yüz binlerce Amerikalının öldüğü ve eski ABD Başkanı Donald Trump’ın COVID-19’un çaresi olarak sıtma ilaçlarını ve çamaşır suyu enjeksiyonunu övdüğü 2020’de bu sav birçok kişiye makul görünmüş olabilir. ABD’de bunlar olurken Xi, neredeyse tüm ülkeyi kapamaya varan katı pandemi kısıtlamaları uyguladı, insanları karantina kamplarında kalmaya zorladı ve ülke dışına seyahat eden Çin vatandaşlarının devasa büyüklükteki toksik laboratuvarlarda çalışan işçiler gibi tehlikeli maddelere karşı koruyucu kıyafetler giymeleri konusunda diretti. Bu katı rejim, bir süreliğine, ülkedeki COVID ölümlerinin diğer birçok ülkeye kıyasla asgari düzeyde tutulduğu izlenimi yaratmıştı (Çin devlet istatistiklerinin güvenilmez olduğu biliniyorsa da).
Ancak Çin’in sıfır-COVID stratejisinin ekonomik maliyetinin yüksekliği insanları öyle bir umutsuzluğa sürükledi ki bazıları büyük risk alarak sokaklara çıktı. Buna rağmen Xi, iktidardaki Komünist Parti’nin virüse karşı bir “halk savaşı” yürüttüğünü ve hayatları kurtarmak için ne gerekiyorsa yapacağını söylemeyi sürdürdü. Geçtiğimiz yılın sonlarında Çin’in şehirlerinde protestolar patlak verdiğinde, aniden bu savaşın sona erdiği ilan edildi. Sokağa çıkma yasakları, koruyucu giysiler, hatta düzenli PCR testleri bile yok artık. Geçtiğimiz yıl yaşanan benzeri görülmemiş protestoların ardından, Çin’in artık COVID-19’u zararsız varsaydığı anlaşılıyor.
Xi’nin tutum değişikliği, Çin yapımı aşıların niteliğinin düşüklüğü ve ülkedeki aşılanma oranlarının yetersizliğiyle birleşince neredeyse günde 9.000 kadar Çinli hayatını kaybediyor ve sıfır-COVID kısıtlamalarının Aralık ayı başında kaldırılmasından bu yana ülke genelinde 18,6 milyon kişinin hastalığa yakalandığı bildiriliyor. Ve her şey kolayca çok daha kötüye gidebilir.
Bu gelişmeler, Hint ekonomist Amartya Sen’in 1983’te öne sürdüğü, kıtlıkların sadece gıda sıkıntısından değil bilgi noksanlığı ve siyasi hesap verebilirliğin olmamasından da kaynaklandığı yönündeki iddiasında haklı olduğunu gösteriyor. Örneğin, Hindistan’ın başına gelen en kötü kıtlık, 1943 Bengal Kıtlığı, İngiliz emperyal yönetiminde yaşandı. Hindistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, kusurlarına rağmen ülkenin bağımsız basını ve demokratik hükümeti benzer felaketleri önledi. Sen’in tezi, o zamandan beri demokrasiye kuvvetli bir destek sağlamak üzere övgüler alıyor. Bazı eleştirmenler seçimle başa gelen hükümetlerin de geniş çapta açlık dahil olmak üzere büyük zararlara neden olabileceğini belirtirken, Sen, “işler bir demokraside hiçbir zaman kıtlık yaşanmadığına” dikkat çekiyor.
Çin’in tek parti ve giderek tek adamcılığa dönen yönetim sistemi komünist ya da milliyetçi jargona başvursa da kökleri faşist teoriye dayanıyor. Adolf Hitler’in topyekûn tahakküme hakkı olduğunu meşrulaştıran Alman hukukçu Carl Schmitt, politikaların ve yasaların geçerliliğinin içeriğine değil, her şeye gücü yeten bir liderin iradesine göre belirlendiği bir sistemi tanımlamak için “kararcılık” (decisionism) terimini türetmişti. Başka bir deyişle Hitler’in iradesi kanundu. Kararcılık, sınıf çatışmasını, hizip çekişmesini ve can sıkıcı siyasi muhalefeti ortadan kaldırmayı amaçlar. Genellikle kazananı önceden belli bir halk oylamasıyla ifade edilen halk iradesi de halk adına karar veren lider tarafından yerine getirilir.
Otokratik merkeziyetçiliğin hakikaten bazı avantajları olabilir. Sıklıkla yetkili teknokratlarca hayata geçirilen tepeden inme kararlar, Çin’in birkaç yılda yüksek hızlı trenler için demiryolları, hayranlık uyandıran otoyollar, dört dörtlük havaalanları (uzakta bulunanları bile New York kentinde bulunan JFK’e ya da ABD’nin diğer büyük havaalanlarının çoğuna kıyasla modern çağın harikaları) ve hatta tüm bir şehir inşa etmesini mümkün kıldı. Parti her zaman haklı olduğundan, önüne kamuoyu ya da parlamentodaki tartışmalar gibi engeller çıkamıyor.
Kararcı Yönetimin Kırılganlığı
Deprem, pandemi gibi gerçek bir kriz patlak verdiğindeyse kararcı yönetimin kırılganlığı ortaya çıkıyor. Otokrat yöneticiler işte bu nedenle, istatistikleri gizlemek ya da abartmak ve 2019’da COVID-19 tehlikesini ilk bildiren, 2020’nin başlarında bu hastalık nedeniyle hayatını kaybetmeden önce “aslı olmayan söylentiler yaydığı” için halka açık bir biçimde kınanmış olan Wuhan’daki doktor Li Wenliang gibi bilim eleştirmenlerini susturmak zorunda kalıyor. Mutlak yöneticiler ve onların önderlik ettiği partiler ne yaparsa yapsınlar haksızlıkları kanıtlanamıyor.
ABD’de ise tersine, uzman görüşleri, eleştirel medya ve 2020 başkanlık seçimlerini alamama riski, beceriksiz Trump’ı dahi aşı araştırma ve geliştirmeye büyük miktarlarda para aktarmaya zorladı. Bu sırada yapılan pek çok hataya, demagog ve komplo tacirlerinin kötü niyetli engellemelerine rağmen, pandemiye karşı verilen demokratik tepki Sen’in senaryosunu izledi. Basın ve kamuoyu titizlikle resmi istatistikleri inceledi, çoğu insan aşılandı ve ABD, diğer Batı demokrasileriyle birlikte, kademeli olarak açılarak insanların nispeten güvenli bir şekilde işlerini yapmalarını sağladı.
Xi’nin mutlakiyetçi arzuları olmasa da Çin’de bunu başarmak zordu. Komünist Parti, iktidar üzerindeki tekelini meşrulaştırmak için geçmişe bakıldığında dahi en önemli hataların kınanmasını imkânsız hale getirerek, hata yapmaz bir görünüm sergilemeyi sürdürmek zorunda kaldı. 1950’lerin ülke çapındaki kıtlığından, Mao Zedong’un felaketle sonuçlanan Büyük Atılım’ından ziyade hâlâ genellikle kötü hava koşulları ve doğal afetler sorumlu tutuluyor. En az 30 milyon Çinli ölürken bile yetkililer, Mao’yu kötü haberlerle kızdırmanın hayatlarına mal olabileceğinden korkarak sessiz kalmıştı.
Elbette Çin artık 1950’lerde olduğu kadar yalıtılmış değil, Xi de Mao değil ve onun dengesiz karar alma mekanizması büyük olasılıkla 30 milyon can almayacak. Ancak günlük 9.000 ölümle, ödenecek bedel büyük. Ve tam da Çin artık izole olmadığı için, bunun etkileri Çin sınırlarının çok ötesine uzanacak. Sonuçta virüsler de ekonomik bozulmalar gibi seyahat ediyor. Otokratik rejiminin Çin’e verdiği zarardan nihayetinde hepimiz zarar göreceğiz.
https://www.perspektif.online/cin-otokrasisi-krizde/