Çok Meşgulüz
Ahmet Selim 01 Ocak 1970
“Çekirdek aile” diyorlar, çekirdek değil, demir leblebi. Menfaat saydığı kâr zannettiği şeyler üzerine kapanmış, sadece kendileri varmış gibi yaşıyorlar çoğu. Eğlenceleri görüşmeleri meşguliyetleri tamamen rutin. Bir edebi eseri birkaç saat okuyup gönlünü aydınlatmak, bir şarkıyı dinleyip duygulanmak, bir aile büyüğünü veya dostunu ziyaret edip sıcacık bir ortamda kendini yenilemek, geçmişi hatırlayıp şimdi sahibi oldukları imkanların kendisini bilip bazı sonuçlar çıkarmak, bir seher vakti oturup apayrı bir duygusallıkla dualar etmek, içinin sesini dinlemek, çocuklarına sadece dersle kursla değil örnek olucu davranışlarla bir şeyler vermeye çalışmak; ne bileyim, daha sıcak, daha aydınlık daha biraz derin olmak… Yok böyle şeyler. İşler var, koşuşturmalar var, işlerden daha yorucu (güya) eğlenceler var, gösteri duyarlılıklarıyla yorulmak var; ve hiç boş vakit yok! Mutluluğu sevgiyi düşünceyi hatırlama besleme yaşama vakti yok. Bu, çağın gereği falan değil; bir tercih edilmiş sürüklenme, bir kolaycı ram oluş.
Anlıyorum, ama onaylamıyorum ve yadırgıyorum. Benim çocukluğum, şimdiklilerin çocukluğundan daha güzeldi, daha zengindi, daha mutluydu. Bana öyle geliyor değil, bu kanaat, objektif değerlendirmelerimin sonucu. Evde sevgi vardı, okulda sevgi vardı, sokakta mahallede sevgi vardı. Kendimi çok sahipli çok güvenli hissederdim. Şımarmazdım, mahcup bir liyakat ve minnettarlık duygusu içindeyim. Çok iyi, çok müşfik öğretmenlerimiz vardı. İlkokuldaki mezuniyet toplantısında başöğretmenimizin yaptığı veda konuşmasını dinlerken ağlamayanımız yoktu. “Biz hep buradayız. Şimdi aramızdan uçup daha zor bir hayata doğru gideceksiniz. Ama biz hep buradayız. Sıkıntıya düşünce bize gelmezseniz hakkımı helal etmem…” Hâlâ bütünüyle hatırlıyorum… Biz “ortada lisede bu sevgi ve hoşgörüyü bulamıyoruz” derdik ama, oralarda da bulduk. Hepsi değerli, isimli hocalardı… Otoriter görünürlerdi ama, bazen kuralları ellerinin tersiyle itip, hiç beklenmeyen jestler yaparlardı.
Dayak varmış, baskı varmış, kara önlük karamsarlığı varmış. Ben hiçbirini hiçbir yerde görmedim. Beyaz yakalı siyah önlük de bize çok yakışırdı ve çok hoş gelirdi. Okulların civarı bütün semtin, halkın koruması altındaydı. Servis, özel dershane bilmezdik. İlkokuldan üniversiteye kadar bütün okullarımız yürüyüş mesafesindeydi. Fakirimiz fukaramız vardı ama, çok çarpıcı ve kompleks doğurucu farklılıklarımız yoktu, hissettirilmeyen gizli yardımlaşmalar bu meseleyi oldukça hafifletirdi… Çeşitli vesilelerle anlatıp durduğum için burada uzatmak istemiyorum geçmişin hikâyelerini… Her şeyi modernleşmeye bağlayarak bu farklılıkları ve çelişkileri doğal sayamayız. Modernleşme şehirleşme demektir. O zamanlar şehir medeniyetinin beşerî yapısı çok daha iyiydi. Ben sokak kapısını çarparak kapama, bağırıp çağırma, yaşlılara yer vermeme, komşuların sesinden uyuyamama ve benzeri hâlleri hiç hatırlamıyorum. Kurban kesmeyi o kadar adabına riayetle, incelikle gözeterek yaparlardı ki; şimdiki manzaralardan dehşete düşüyorum. Çocuk ruhumuzla, neredeyse hayvan da kurban edilmeye rıza gösteriyor hissi doğardı… Sabah erkenden, dağıtıcı gazetemizi kapının aralığından bırakır, ben hemen alıp okumaya başlardım. Okumayı, okula gitmeden gazetelerle ilgilendiğim için öğrenmiştim… Radyodaki belli programları, vaktini saatini bilerek dinlerdik… Bütün komşularımızla mahremiyet ve saygı mesafesini koruyan büyük bir yakınlık içindeydik. Aile doktorumuz vardı, yoksullardan bir şey istemezdi. Başımız derde düşünce, bizi koruyacak bir yetkili dostu bulmakta zorluk çekmezdik. Birimizin yakını hepimizin yakınıydı. Şehrin manzarası şu anlattıklarımı yansıtan bir medeniyet manzarasıydı. Yoksullarına ve gecekondularına rağmen öyleydi… Vaktimiz vardı. Boşa değil, doluya harcanacak vakitlerimiz vardı. Kendimizi dinleyebiliyorduk, dostlarımızı hısımlarımızı arayabiliyorduk, sohbet edebiliyorduk. Birinin yardımına koşabiliyorduk. Dallı budaklı, köşeli çıkıntılı olmadığımız için, küçücük evlerle geniş gönüllerle birbirimizi anlayarak ve kollayarak yaşayabiliyorduk. Mesela ben ders çalışırken evde çıt çıkmazdı… Tek cümleyle insanlığımız daha fazlaydı.
Şimdi aletler cihazlar gelişti, insanlar geriledi. Evlerimiz genişledi ama vaktimiz ve gönlümüz daraldı. Eşyalarımız çoğaldı, ama sabrımız azaldı… Bunlar olmak zorunda değildi. Düşünerek değişmeyi beceremediğimiz, darbelene darbelene savrula savrula çeşitli baskılarla değiştirildiğimiz için böyle oldu. “Boş vaktim yok diyenler boşuna yaşayanlardır” demiş mi bir düşünür acaba? Demiş olduğunu sanıyorum ve bir gün rastlayacağımı umuyorum.