Bir ülke, iki yıkım
Bahadır Kaynak 01 Ocak 1970
Depremler, toplumun büyük çoğunluğunun gecesini gündüzünü dolduran bir travmaya sebep oldu. Bu trajedinin dışında bir konuda konuşmak, kalem oynatmak münasebetsizlikmiş gibi hissettiriyor. Yıkım yerkürenin derinlerinde başladı, insan ilişkilerini, siyaseti, ekonomiyi yerinden oynatan güçlü dip dalgalarıyla hayatımızın orta yerine oturdu.
Depremin iç siyasetle, önümüzdeki seçimlerle, iktidarın yönetme kabiliyetiyle irtibatlandırıldığı çok sayıda değerlendirme okuduk. Seçime gidilirken bu etkinin daha da yoğun olması çok daha doğal. Diğer yandan böylesine büyük bir felaketin Türkiye’nin dünyadaki yeriyle, algısıyla ilişkilendirilmesi de mümkün. İç siyasetin hararetli gündemine göre daha tali bir alan gibi görünse de konunun sıcaklığıyla değerlendirmeye çalışayım.
Deprem, Türkiye’nin gündemine 17 Ağustos 1999’da Doğu Marmara’da yol açtığı yıkımla girdi diyebiliriz. Ondan önce Erzincan gibi büyük felaketlerin yaşandığı durumlar olmuştu ancak dehşetin ülkenin kalbi İstanbul’a yakınlığı bir anda odağı bu doğal afete çevirdi. Üstelik 99’daki felaket İstanbul’da beklenen depreme ilişkin duyarlılığı da artırdığından etkisi hem yüksek olmuş hem de zamana yayılmıştı.
Yeni bin yıla girerken Türkiye’nin başındaki Ecevit hükümeti aslında 1990’lara damgasını vuran bazı olumsuzlukları arkasında bırakma fırsatını yakalamıştı. Öcalan’ın yakalanması ve PKK’nın süresiz ateşkes ilanıyla nispi bir barış dönemine girilmiş, Refahyol hükümetleri döneminde Batı’yla gerilen ilişkilerde ilerleme sağlanmaya başlamıştı.
Deprem tam bu dönüşüm sürecinde gelip çattı. ABD lideri Clinton’un Türkiye ve deprem bölgesini ziyareti, Türkiye’nin içinden geçtiği zorlu dönemde uluslararası desteğin arkasında olduğunu gösterir nitelikteydi. Nitekim 1997’de Lüksemburg zirvesinde Ankara’nın yüzüne kapanan AB kapısı yıl sona ermeden aralanacaktı. Daha önce geçirilen AB uyum yasalarının da yolu açmasıyla aralıkta Helsinki’de Türkiye’ye aday statüsü tanındı. Bugün sürecin tıkanması, çeyrek yüzyıl sonra elimiz boş kalmamız, o dönem ülkenin Batı’da yükselen yıldızını gözden kaçırtmamalı.
Deprem diplomasisinin en çok mesafe kat ettirdiği alan ise komşumuz Yunanistan’la ilişkilerdi. Savaşın eşiğinden dönülen yılların, Öcalan krizinde Yunanistan’ın sonunda geri adım atmak zorunda kaldığı düşmanca politikalarının ters yüz edilmesinin ardından iki ülke arasında bir bahar havası başlayacaktı. Bunun vesilesi de 1999 depremi ve Yunanistan’ın hızla yetiştirdiği insani yardım olacaktı. Ardında komşumuzda yaşanan depremde de bizim kurtarma ekipleri göndermemiz, her iki kamuoyunu daha sıcak ilişkilerin kurulmasına hazırlayacaktı. İki dışişleri bakanı İsmail Cem ve Yorgo Papandreu’nun ön ayak olduğu bu girişimin ne sonuç getirdiği ayrı bir tartışma konusu. Ama en azından iki ülke bıçak sırtı bir dönemin ardından nefes alıp kendi meselelerine dönebildiği bir süreyi de kazanmıştı.
Depremin ekonomik yıkımı ise yıllardır süren popülist politikaların üstüne binmiş, duvara toslanmıştı. Yine bu koşullarda uluslararası kuruluşların ve Batılı finans çevrelerinin desteğiyle ‘enflasyonla mücadele programı’ depremden birkaç ay sonra yürürlüğe girecekti. Her ne kadar teknik yönü ağır basan ekonomiye ilişkin bir program olsa da böylesi bir planın Batı’yla köprüleri tamir etmekte olan bir ülkenin rehabilitasyonuyla ilgili olduğu söylenebilir. Bu programın yaklaşık bir sene içerisinde çökmesinin ardından bu defa Dünya Bankası’ndaki görevini bırakıp ekonomi bakanı olarak kapsamlı yetkilerle göreve başlayan Kemal Derviş’in ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş‘ programı uygulanacaktı.
Aslında 2002 sona ererken Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara geldiği ülke, deprem sonrasının momentumuyla büyük bir değişim geçirmekteydi. Yeni yönetim de görevi devralıp aynı çizgiyi güçlendirerek sürdürdü. Derviş’in ekonomi programı sahiplenilmekle kalınmadı, Batı yönelimli dış politika çizgisi de korundu. Öyle ki iktidarın dış politikasının birincil hedefi AB’ye tam üyelik kalmaya devam etti. Ecevit iktidarının başını yakan Irak’a harekât meselesi 1 Mart tezkeresiyle Meclis’e takılsa da hükümetin ve başbakanın tercihi ABD ile iş birliği yönündeydi.
Toparlarsak, 99 depremi Türkiye’nin Batılı müttefikleriyle geçirdiği krizli doksanların ardından gelen nekahet ve iyileşme sürecinin önemli kilometre taşlarından biriydi. Yıkımın Türkiye’ye yönelik uluslararasında kamuoyunda uyandırdığı sempati de bu siyasi yakınlaşmayı kolaylaştıran bir unsur olarak kullanıldı.
Çeyrek yüzyıl sonra, yine büyük bir felaketin ertesinde benzer bir süreçten geçer miyiz diye kendimize sorabiliriz. Marmara depreminin gerçekleştiği zaman dilimiyle kıyaslarsak bugün Ankara’nın Batı’yla sorunlarını çözmüş, iyileşme sürecine girmiş bir ülke görüntüsü vermediğini söyleyebiliriz.
Suriye’de devam eden kıran kırana pazarlık, Rusya’ya yönelik yaptırımlara katılmaya Ankara’nın ayak sürümesi, buna karşı Ege’de özellikle ABD ve Fransa’nın terazinin kefesinde belirgin biçimde Yunanistan’a ağırlık kaydırması, F-16 modernizasyonunun bile netleşmemesi, henüz el sıkışılabilecek bir noktaya uzak olduğumuzu düşündürüyor. Dolayısıyla 99 depremi sonrası Türkiye’ye yönelik sıcak mesajların benzerini şimdilerde göremiyoruz. ABD başkanı, değil Türkiye’yi ziyaret etmek liderler arasında bir görüşmeye bile yeşil ışık yakmıyor.
Enkaz kaldırma çalışmalarında gece gündüz çalışan yabancı kurtarma ekiplerini de tenzih ederek söyleyebiliriz ki Batı’da bize bakışı değiştirecek güçlü bir dinamik sezilmiyor. İktidarın Batı’daki olumsuz algısının uluslararası kamuoyunda böyle bir felaketin doğurması beklenen sempatinin önüne geçtiği hissediliyor. Henüz Türkiye’nin zamanının gelmediğini düşünen ABD ve Avrupa’nın lokomotif ülkeleri belki de önümüzdeki seçimlerin sonucu netleşene kadar beklemeyi tercih ediyor.
Depremden en çok etkilenen bir diğer topluluk da kendi ülkelerinde ve sınırlarımız içinde yaşayan Suriyeliler. Eğer başımıza gelen felakete ilişkin Batı’da yeterince empati kurulmadığından şikâyet edeceksek kendimize de dönüp bakmamızda fayda var. Büyük yıkıma uğramalarına rağmen Türkiye’de Suriyelilerin algısında bir iyileşme olduğu, toplumun merhamet duygularından paylarını aldıkları söylenemez. Bilakis deprem bölgelerinde yaşanan yağmacılık olayları, ülkenin demografisinin değişeceğine dair kuşkular nefreti körüklemiş gözüküyor.
Bu durum seçim öncesinde hükümetin üzerinde bir şeyler yapması için var olan baskıyı artırmakta. Bir yandan ülke içinde artan öfkeyi göğüslemekte zorlanan iktidarın, önümüzdeki aylarda depremin yaralarıyla beraber şiddetlenecek bu tepkiyi yönetmesi güçleşecek. Erdoğan’ın daha deprem öncesinde Esad’la görüşerek sığınmacı baskısını hafifletme çabalarında sonuç alamadığı düşünülürse, bu kabaran öfke ortamında işin daha da güçleştiği görülebilir. Deprem sebebiyle Suriyeli sığınmacıların yükü artarken, toplumun tükenen sabrı işleri daha da zorlaştırabilir.
Velhasıl 99 depreminin yarattığı bütün fiziksel tahribata rağmen, ülkenin içinde bulunduğu uluslararası konjonktürde iyileşme dönemine denk gelmesi bir avantajdı. Bu, hem felaketin ekonomik yükünün karşılanması hem de dış ilişkilerde bahar havasının yaşanması için kapıları araladı. İçinde bulunduğumuz felaket ise böyle bir teselliye de zemin bırakmıyor.
İktidar, içeride büyük ölçüde kendi büyütüp beslediği kutuplaşmanın, dışarıda Türkiye aleyhine esmeye devam eden havanın güçlüklerini depremin yıkımıyla beraber karşılamak durumunda kalacak. Olayın sıcaklığıyla henüz yeterince üzerinde durulmayan ekonomik yük de işin cabası olacak.
Sadece binaları, bölgede yaşayan insanların hayatlarını yıkmakla kalmayan bir büyük sarsıntının içindeyiz. Enkazın içinden çıkmak, işleri yerli yerine koymak zaman alacak.
Yer sarsıntılarının çeyrek yüzyıl önce vesile olduğu dönüşümün benzeri belki de bu defa gecikmeli olarak kapımızı çalacak.