Muhannetin Kıskacında
Nurullah Kaplan 01 Ocak 1970
Kara Ozan ile Çuçu’nun atışması kendisine Çince anlatılınca İçing Katun Kağana dönüp, ozanların susturulmasını ister, Kağanın cevabı ise kesin ve serttir: Ozanların sözü kutludur, kesilmez!
Atsız’ın Bozkurtlar romanı bütün Ülkücülerde derin izler bırakmıştır; yukarıdaki mezkûr bölüm de bunlardan biri olup, pek çoğumuzun hafızasına kazınmıştır.
Kadim kültürümüz söz üzerine kurulu olduğundan atasözü, destan, menkıbe, ağıt ve şiirlerle örülü olup, dilden dile, nesilden nesile sözlü olarak aktarılmıştır. Bozkır havzasında, at üstünde ve göçebe olarak yaşanan hayatta değerlerin sözlü olarak öğrenilmesi ve hafızada taşınması, bu sözün nazma bürünmesi ve melodiyle eşleşmesini de icbar kılmıştır. Kültürümüzde saz sözün mütemmim cüzüdür ve ozan her ikisinin de sahibidir.
Türk kültüründeki yeri ve bunun Atsız’ın anlatımıyla hafızalarımıza yerleşmesinden olsa gerek ozanlık camiamızda câlib-i dikkattir ve cezbedicidir.. her daim baş tacı edilmiştir. İyisine kötüsüne bakmadan her ozana kulak kabartmış, yakınlık duymuşuzdur… Hem de hak etmedikleri kadar! Bir de hakkını veremediklerimiz vardır, Ozan Arif gibi… Yükseldiği ozanlık payesini de yükselten, ozanlığın hakkını veren ama kıymeti yeterince bilinmeyen Ozan Arif gibi…
Ozan Arif 70’li yılların ikinci yarısında Ülkü Ocakları’nın tertiplediği toylarda şölenlerde çıkmıştı camianın karşısına. Ayağında çarığı, belinde kuşağı, elinde sazıyla, heybetli duruşuyla, dâvûdî sesiyle okuduğu şiirlerle tanımıştık onu. O camiamızın sanat yüzü olmuştu. Sanatla olan zayıf, cılız irtibatımızın en sağlam halkasıydı. Ama Arif şirin’i Ozan Arif yapan sanatçı kişiliğinden ziyade mücadeleci karakteri, dâvâya ve lidere olan samimi bağlılığıydı.
Üzerinden geçen otuz yıla rağmen sebebi ve sonuçları üzerine ciddi bir analiz yapmadığımız/yapamadığımız 12 Eylül darbesi yeni bir Türkiye’nin kurulması için siyasi ve iktisadi yapıyı yeniden dizayn ediyordu.
Bütün teşkilatlarımız kapatılmış, hareketin bânisi Alparslan Türkeş de dâhil, genel merkezden mahalle sorumlusuna kadar bütün kadrolar tutuklanmıştı. Postallarla çiğnenmiş, paletlerle ezilmiştik; darbe silindir gibi geçmişti üzerimizden. İçeridekiler işkence tezgâhlarında, hücrelerdeydi… Dışarıdakiler imamesi kopmuş tesbih gibi dağılmış, ANAP’a MDP’ye yem olmayanlar cezaevlerindekilerin, kaçakların derdine derman arayışındaydılar… Avrupa’daki teşkilatlara yapılan operasyon, yapanların istediği sonucu vermese de testi çatlamıştı, su sızıyordu…
Dağılmıştık… Bu dağınıklığın giderilmesi için acilen teşkilata, gazete, dergiye ihtiyaç vardı. Darbe yönetimi altında yeniden teşkilatlanmak zordu; ama bu işi daha da zorlaştıran ağabeyler vardı… Artık Türkeş’le olmaz diyen; yeter artık, bu bunağın peşinden gitmeyeceğiz diyen; bu morukla artık işimiz olmaz diyen ağabeyler… Dergi, gazete işi ise daha da zordu. Elden dağıtım için kanallar yeterince işlemiyordu, işleyen de derde devâ olmuyordu; dağıtım şirketleri ile dağıtacak kaynak yoktu, olan da dört beş sayı ancak yetiyordu. Çıkan dergiler beşinci altıncı sayıyı göremiyordu.
O yokluklar içerisinde Almanya’dan gizli saklı gelen Ozan Arif kasetleri karanlıkta parlayan ateş olmuştu. C-5’leri, Mamakları, işkenceleri, Mustafa Pehlivanoğlu’nu, Hüseyin Kurumahmutoğlu’nu, beşli çeteyi, Amerikancı paşaları, Marmaris’teki iti, tontonu, davul delen jaguarı anlattığı şiirlerle dolu kasetler evlerde çoğaltılıp elden ele dağıtılırdı. Ozan Arif kasetini çoğaltacak plakçı bulmak pek mümkün olmadığından, piyasaya yeni çıkmış olan çift kasetçalarlı teyplerle çoğaltılır, hele “speed” tuşu olan hızlı kayıt yapabilen teyp bulunmuşsa seri üretimle stoklanmış kasetler huşûyla dağıtılırdı.
Memleket meselelerini anlattığı şiirleri kadar bizi anlattığı “Ülkücü derler bize, Turan türküsü, Emrindeyiz Başbuğum, Üç Hilâlin türküsü, Ölmez bu hareket” şiirleri kitlenin üzerindeki ölü toprağını savurup atmıştı. Kaybolan heyecanı, tükenen umutları yeşertmişti. Bu şiir kasetleri kitlenin yeniden açılan teşkilatlara, ateşi hârlanan Ocaklara dönüşünü hızlandırmıştı.
12 Eylül ile Türkiye’yi yeniden dizayn etmek isteyenlerin, Türk Milliyetçilerini kafesleme, Ülkücü Hareketi bitirme planlarına rağmen, bizi ezip geçen tank paletlerine rağmen yeniden ayağa kalkabildiysek bunu öncelikle fenâfi’d-dâvâ bir lidere, Alparslan Türkeş’e ve ülkü aşığı bir ozana, Ozan Arif’e borçluyuz… Ülkücülüğün gereğini yerine getiren, “toprakta-zindanda-sürgünde” imtihanı alnının akıyla vermiş binlerce ülküdaşımızın hakkını unutmasak da, Başbuğ’un ve Ozan’ın yeri inkâr edilemez.
O zor günler geçti, devran döndü ve “bu bunakla işimiz olmaz diyen ağabeyler”, ANAP’da DYP’de ikbal arayanlar MHP’ye döndüler. Dönmekle kalmadılar, dağdan gelip bağdakini kovdular.. partiye çöktüler.. teşkilatları zimmetlerine geçirdiler. Türkeş’siz Türk Milliyetçiliği tezgâhlayanların değirmenine su taşıyanlar, o günlerde “ KâdirMevlâm başbuğumu sakla sen / Çilesini bu Arif’e yükle sen / Arif’in ömrünü Ona ekle sen/ Ölmez bu hareket ölmez bu dâvâ” diyen Ozan Arif’i hain ilan ettiler. Onu konsere davet eden belediye başkanlarını, hatta konserine giden belediye başkanlarını dahi MHP’den ihraç ettiler. Teşkilatları fettahoğullarının çiftliğine çevirdiler. Sadece teşkilatları mı, Türkeş’in kabrini bile koltuklarına payanda etmek için istimlâk ettiler. Ozan Arif’e yasakladıkları kabristanı, Türk düşmanlarının, Türkeş düşmanlarının seçim karargâhına çevirdiler.
Ozan Arif Almanya’da geçen yıllarını “muhannetin kıskacında” diyerek anlatmıştı. Yâd ellerde, çan sesleri altında mecburiyetle yaşanan günlerin, yurdundan uzak kalmış bir vatansever için böyle bir anlamı yüklenmesi normaldi. Ancak kendi yurdunda, ömrünü vakfettiği teşkilatlara yasaklı geçirdiği yıllar onun için asıl muhannetin kıskacı olmuştur, heyhat…
Künyesini “Tevellüt kırk dokuz, adım Arif’tir / Soy adım kütükte şirin bilinir/ Giresun, Alucra, Hapu köyünden / Soyumu sopumu sorun bilinir.” diye tarif etmişti. Serde şairlik olunca künye de, veda da şiirle olur elbet. “Arif der ki: bunca yıl ay / Geldi geçti, vay dünya vay / Yaşamaksa yaşadım say/ Aha geldim gidiyorum.”
Ülkücüydü… Adamdı… Ozandı… Allah rahmet eylesin!