Millet İttifakı İçin Yeni Bir Kriz Alâmeti; İYİ Partiye HDP Dayatması
Mustafa Delikurt 01 Ocak 1970
Millet İttifakı, Mart ayının ilk günlerinde, Cumhurbaşkanı adayının belirlenmesi konusunda yaşanan krizi, karşılıklı sağduyunun galip gelmesi sonucunda, çabuk atlatmış görünüyor. Yaşanan tartışmaların ve bu esnada yapılan bâzı kırıcı yorumların uzun vâdede iz bırakıp bırakmayacağını ise, zaman gösterecek.
Siyâsî yelpâzenin farklı uçlarında yer alan partilerin bir araya gelmesiyle kurulan bir ittifakta tartışmaların/sorunların yaşanması tabiidir. Sorunun bir ayrışmaya yol açmadan çözülebilmiş olması ve ittifakın “sorun çözme” yeteneğine sâhip olduğunun görülebilmesine imkân sağlamış olması sebebiyle, yaşanan bu krizin faydalı olduğu bile söylenebilir.
Bilindiği üzere, kriz “millet ittifakının cumhurbaşkanı adayının kim olacağı, adayın hangi yöntemle belirleneceği” konusundaki tartışma sebebiyle yaşandı. İYİ Parti Genel Başkanı Sayın Meral Akşener’in “krizin sebebi” olarak gösterilen tavrının nedenlerinin yeterince analiz edilmediği inancındayız.
20 yıldır devâm eden Ak Parti iktidarının, bu süre zarfında kendisine sadakatle bağlı bir seçmen gurubu oluşturmayı başardığı, yapılan bütün eleştirilere ve yaşanan bütün sorunlara rağmen, hâlâ %30-35 aralığında bir seçmen kitlesinin oyunu alabilecek potansiyele sâhip olduğu, taraflı/tarafsız pek çok kamuoyu araştırmasından anlaşılmaktadır. Yine sadık bir seçmen kitlesi bulunan MHP’nin oyu da buna eklendiğinde, toplumun muhalif kesiminin “iktidar bu sefer gidecek” beklentisinin gerçekleşmesi kesin değildir.
Son zamanlarda yapılan kamuoyu araştırmaları çoğunlukla millet ittifakını önde göstermiş olsa da, iki taraf arasındaki oy farkı, bir tarafın şimdiden seçimin mağlubu olarak ilân edilmesine imkân vermeyecek kadar düşük ve kırılgandır. Nitekim, yaşanan deprem felâketi ve bu esnâda yaşanan sorunların iktidarın oyunda büyük bir düşüşe yol açması beklenirken, bu gerçekleşmemiş, hattâ bâzı araştırmacılara göre -bu tür durumlarda yükselen millî birlik ve dayanışma duygularının tesiriyle- oyunu 1-2 puan artırmayı bile başarmıştır.
Millet İttifakının dayanıklı oyu % 40-42 civarındadır (CHP % 25, İYİ Parti % 15 ve % 1-2 puan diğerleri).
Sayın Kılıçdaroğlu temiz, dürüst, nitelikli bir kişiliğe sâhiptir. Uzun bürokrasi ve siyâset hayâtında, şâibeden uzak kalmayı başarmıştır. Başarılı bir bürokrat olarak tanınmaktadır. Demokrat bir kişiliğe sâhiptir. CHP Genel Başkanı olduktan sonra sergilediği demokrat, bilge, uzlaşmacı, birleştirici tavırlarıyla, kendisine oy vermeyen pek çok insanımızın dahi beğenisini kazanmıştır. Fakat, siyâsetin matematiği farklıdır, 2*2 her zaman 4 etmemektedir, bâzen 3, bâzen de 5 edebilmektedir. İktidar, özellikle geleneksel değerlere bağlı seçmen kitlesinde “tek parti döneminin uygulamalarından kaynaklanan” olumsuz duyguları canlı tutmayı başarmıştır. Siyâsî ahlâk bakımından elbette tartışma konusu yapılabilecek olan bu yaklaşım, Sayın Kılıçdaroğlu’nun genel başkan seçildikten sonra oy tabanını genişletmek için gösterdiği büyük çabaya rağmen, CHP’nin % 22-25 olan oy aralığına sıkışıp kalmasında etkin olan hususlardan birisidir. Sayın Kılıçdaroğlu’nun, bu seçmen barajını esnetebilmek amacıyla yapmış olduğu girişimler (helâlleşme teşebbüsü, başörtüsü yasağının kaldırılması ve katı lâikçilik konusundaki tavrın esnetilmesi gibi konularda takındığı olumlu tavır vs.), toplumun geniş bir kesiminde takdir görmüş ve Türkiye’nin normalleşmesine büyük katkı sağlamış olsa da, bu durum CHP’nin oy tabanının genişlemesi konusuna önemli bir katkı sağlamamıştır. Bu yüzden, Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı adayı olması durumunda, seçilmek için gerekli olan % 50+1 oyu alması kolay görünmemektedir.
Son yapılan yerel seçimlerde, Türkiye’nin en büyük iki şehrinde, İstanbul ve Ankara’da, diğer partilerin seçmenlerinden de oy almak sûretiyle, iktidarın kalesi durumundaki bu şehirlerde Ak Parti’nin (ve, aynı damardan gelen diğer partilerin) yaklaşık 35 yıllık iktidarına son vererek Başkan seçilmeyi başaran Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın, -Kemâl Kılıçdaroğlu’na kıyasla- Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kazanmaya daha yakın oldukları konusunda büyük bir görüş birliği bulunduğunu söylemek mümkûndür. Son üç yılda yapılan pek çok kamuoyu araştırması da bu görüşü desteklemektedir.
Şu hâlde, Sayın Akşener’in, Kılıçdaroğlu yerine İmamoğlu ya da Yavaş’ın Cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi konusundaki ısrarı yerindedir. Lâkin, tecrübeli bir siyâsetçi olan Akşener, kendisine yakışmayacak derecede acul ve acemice bir yöntem tâkip ederek, tamâmiyle haklı olduğu bir konuda, kendisini ve partisini zor duruma düşürmüştür.
Oysa, Sayın Akşener, kamuoyunun karşısına çıkıp, şu minvâlde bir konuşma yapabilirdi;
“Millet İttifakını Sayın Kemâl Kılıçdaroğlu ile birlikte kurduk ve bugüne kadar birlikte bu noktaya getirdik. Kişiliğine, devlet adamlığına büyük saygı duyuyoruz. Ancak, bu nitelikler, bâzen seçim kazanmak için yeterli olmamaktadır. Millet İttifakının bu seçimi tartışmasız bir oy çoğunluğu ile birinci turda alması, seçimin ikinci tura bırakılmaması çok önemlidir. Bu sebeple, seçim ihtimâllere bırakılmamalıdır. Yaptırdığımız araştırmalara göre, Sayın Kılıçdaroğlu yerine, yine CHP içinden, -isimleri uzun zamandan beri kamuoyunda zâten konuşulan- başka değerli şahsiyetlerin aday gösterilmeleri durumunda, seçilme şanslarının daha yüksek olduğu anlaşılmaktadır. Bu konudaki önerimizi ittifakı oluşturan diğer partilerin liderlerine sunduk. Fakat, önerimiz kabûl edilmedi. Üstelik, bu konuda bizim dışımızda bir takım görüşmeler yapıldığını da anlamış bulunuyoruz. Bu tutumu doğru bulmuyoruz. Ancak, tamâmiyle haklı olduğumuzu düşünmemize rağmen, bu noktadan sonra görüşümüzde ısrar etmenin ülkeye yarar sağlamayacağı inancıyla, bu fiîlî duruma rızâ gösterdiğimizi halkımızın bilgisine sunuyoruz.”
Sayın Akşener bu minvâlde “tatlı-sert” bir açıklama yapmış olsaydı, muhtemelen geçen hafta dört gün boyunca yaşanan ve millet ittifakına inanan milyonlarca insanın yüreğini ağzına getiren buhran yaşanmayacaktı. Aksine, kendisi ve partisi bu durumdan -bırakın yara almayı, tamâmiyle haklı olduğu bir konuda göstermiş olduğu bu samimi ve fedakârca tutum sebebiyle- muhtemelen güçlenerek çıkacaktı.
Sayın Akşener’in ve İYİ Parti’nin B plânının ne olduğunu bilmiyoruz, anacak yaşanan krizden hasar aldıkları anlaşılıyor. Öyle zannediyoruz ki, hasarın boyutları ve bunun nasıl telâfi edileceği gibi hususlar önümüzdeki dönemde açıklığa kavuşacaktır.
***
Kriz sırasında, sorunun çözümüne yönelik sağduyulu ve yapıcı yaklaşımların yanısıra, bâzı çevrelerin, Sayın Akşener ve İYİ Partiye yönelik olarak yıpratıcı bir çaba içinde olduklarını gördük ki, bu durumun gerek seçim öncesinde, gerekse seçimler sonrasındaki muhtemel etkileri/yansımaları üzerinde durmak istiyoruz.
“Sayın Akşener’in, seçilme şansı daha yüksek olan adaylar konusunda öneride bulunması son derece yerindedir, ancak keşke fevri bir tavır içinde olmasaydı, konu suhûletle halledilebilseydi” şeklindeki eleştirileri anlamak mümkündür.
Ki, bu tür eleştirilere çoğunlukla biz de iştirak ediyoruz.
Fakat, Sayın Akşener’i ve partisini mahkûm eden, ittifakın iki kurucusundan birisini, ikinci büyük ortağını âdetâ yerle yeksan etmek istercesine yıkıcı/yıpratıcı yorumlarda bulunan, mütemâdiyen tahkîr eden, krizin tek sorumlusu olarak gösteren, üstelik bu kötülemeleri organize bir şekilde yaptıkları izlenimi veren, buna karşılık “her ne pahasına olursa olsun” aday olmakta direten Sayın Kılıçdaroğlu’na toz kondurmayan, hattâ ismini ağızlarına bile almayan, Kılıçdaroğlu’nun aday gösterilmesinin muhtemel siyâsî sonuçlarını yorumlamayı akıllarına bile getirmeyen, âdetâ vahiy almışçasına “Kılıçdaroğlu’nun zaferini şimdiden ilân eden”, bir kısmı benzer övücü yorumları yirmi yıl önce -şimdi kıyasıya eleştirdikleri, şeytanlaştırmaya çalıştıkları- Sayın Erdoğan için de yapmış olan bâzı yorumcuların, “krizi fırsata çevirmek amacıyla” kasıtlı olarak böyle davrandıkları” kanaatini edindiğimizi söylemek durumundayız. Şöyle ki;
Her iki tarafın oyunun da % 41-42 civarında tıkandığını, konjonktüre göre bu oy oranlarında +/- 1-2 puan oynama olsa da, taraflardan birisinin diğer tarafa kesin üstünlük sağlayabilecek bir oy oranını elde etmekte zorlandığını, yukarıda belirtmiştik.
Görünen o ki, bâzı aklıevveller, yaşanan krizden bilistifade, Sayın Kılıçdaroğlu’nun hem aday olarak gösterilmesini ve hem de Cumhurbaşkanı seçilmesini garanti altına almak konusunda “dâhiyane” bir keşifte bulunmuşlardır!
Bu muhteremlere göre, eğer HDP Millet İttifakı’na doğrudan ya da dolaylı olarak eklemlenebilirse, Cumhurbaşkanlığı seçimi bir formaliteden ibâret olacaktır, kazanılması kesindir. Öyle ya, İttifakın iki ana partisi ile HDP’nin toplam oyu % 50 olacaktır (CHP % 25, İYİP % 15, HDP % 10). İttifakın minik ortaklarının da % 1-2 oy alması kuvvetle muhtemel olduğuna göre, HDP’nin desteğinin alınması durumunda, seçim alınmış demektir. Bu dâhiyane plânın önündeki tek engel, HDP ile ilişki kurulmasına şiddetle karşı çıkan Sayın Akşener ve partisidir.
Şâyet, Sayın Akşener, topluma “krizin tek sorumlusu olarak” gösterilebilirse, büyük itibar kaybına uğrayacak, belki partisi oy kaybedecek, dolayısıyla, önüne konulan seçeneklere eskisi kadar güçlü bir şekilde itiraz edemeyecektir!
Kaldı ki, İYİP seçmeninin “en keskin iktidar karşıtı” seçmen olduğu bilinmektedir.
Üstelik, yine araştırmalar göre, İYİP seçmeninin ikinci partisi CHP’dir.
Şu hâlde, İYİP’ten çözülecek oyların gideceği parti, CHP olacaktır.
Dolayısıyla, Sayın Akşener ve partisinin “krizin sorumlusu” olarak gösterilmesi, böylelikle itibar kaybetmesi sağlanabilirse, CHP büyük kazanım elde edecektir; CHP, İYİP’ten gelecek oylarla muhtemelen % 25 barajını aşacak, belki de % 30 oy oranına ulaşacak; oyu düşen, bu sebeple de baraj endişesi yaşamaya başlayan İYİP, HDP konusunda ve “kırmızıçizgi” olarak nitelediği diğer konularda -görünürde itirazlarını sürdürse de- engelleyici bir tutum içinde olmayacak, böylelikle HDP’nin desteğinin alınmasının önündeki en büyük engel kalkmış olacaktır.
Millet İttifakının diğer bileşenlerinin, ne HDP konusunda, ne de kriz yaratabilecek nitelikteki diğer konularda (Anayasa’nın ilk dört maddesine ilişkin değişiklik önerilerinin tartışılması; Cumhûriyetin kurucu idealleriyle bağdaşmayan, devletin ulus-devlet niteliğinin aşınmasına sebebiyet verebilecek, ülkenin Lübnanlaşmasının önünü açacak “anadilde eğitim” gibi konuların gündeme getirilmesi, hatta bu konuların koalisyon protokolüne alınması vs.), herhangi bir hassasiyetlerinin olmadığı; bu yöndeki çabalara engel olmayacakları gibi, muhtemelen destek olmaya bile çalışacakları konusunda pek çok emâre bulunmaktadır. Deva lideri Sayın Babacan’ın ve Gelecek Partisi lideri Sayın Davutoğlu’nun bu yöndeki beyanları/tavırları bilinmektedir.
Tekrar etmek gerekirse, bâzılarına göre, İYİP engeli aşıldığında, HDP’nin desteğinin kazanılması ve seçimlerin alınması neredeyse garanti gibidir. Bu anlayışta olanlar için, İYİP’in ve liderinin yıpratılması, Millet İttifakının diğer bileşenlerinin ve müstakbel ortak HDP’nin ortak çıkarına görünmektedir.
Sayın Akşener’in ve partisinin, “terör örgütüyle ilişkisini tamâmiyle kestiğini, terör örgütünü “işlediği kanlı cinâyetler sebebiyle” lânetlediğini, terör örgütünün İmralı’daki elebaşısını tabii lider olarak görmekten vazgeçtiğini, Türkiye Cumhûriyeti Devletinin kurucu ideallerine bağlı olduğunu, Anayasa’nın -devletin temel niteliklerini belirleyen ve değiştirilemez/değiştirilmesi teklif dahi edilemez olan- ilk dört maddesine bağlı olduğunu; vatanın ve milletin bütünlüğüne saygılı olduğunu, bunu korumak için çalışacağını, aksi yöndeki çabalara aslâ destek vermeyeceğini” kesin ve inandırıcı bir dille açıklamamakta direnen” HDP’nin doğrudan ya da dolaylı olarak Millet İttifakı’na eklemlenmesine izin vermesi, böyle bir girişim karşısında sessiz kalması beklenemez.
HDP konusundaki dayatma, ister istemez İYİP’i ve liderini bir seçim yapmak zorunda bırakacaktır; Millet İttifakında kaldığı takdirde, milliyetçi seçmenlerinin önemli bir kısmını kaybedecektir. Üstelik, bu seçmenler muhtemelen karşı cenaha -Cumhur İttifakı partilerinden birisine- oy verecek yâhut sandığa gitmeyecek, böylelikle İYİ Partiyi belki de baraj altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya bıraktığı gibi, Millet İttifakı’nın oyunun -HDP’nin katılımına rağmen- düşmesine de sebebiyet verecektir. Akşener ve partisi, HDP konusundaki girişimleri gerekçe göstererek Millet İttifakı’ndan ayrıldığı takdirde ise, mevcut iktidarın uygulamalarından büyük rahatsızlık duyan, Millet İttifakını bir iktidar değişiminin gerçekleşebilmesi için tek ve son çâre olarak gören milyonlarca seçmenin öfkesini üzerine çekecek ve muhtemeldir ki, yirmi yıldır özlemle beklediği iktidarın ortağı olma amacına ulaşmasına ramak kalmışken bu imkândan mahrum kalma riskiyle karşılaşan seçmenlerinin bir kısmı -özellikle liberal yanı ağır basanlar- İYİP’ten ayrılarak CHP ya da Deva’ya oy verme yoluna gidecektir. Bu ihtimâlin gerçekleşmesi durumunda da kaybeden İYİP olmakla birlikte, Millet İttifakı da amacına ulaşamayacaktır.
***
Peki, her hâlükárda Millet İttifakı’na zarar vereceği neredeyse kesin olmasına rağmen, Sayın Akşener’in ve partisinin HDP konusunda mütemâdiyen bir dayatmaya mâruz bırakılmasının sebebi nedir?
HDP’nin, mevcut sistem sebebiyle, iki ittifak arasında anahtar parti hâline gelmiş olmanın kendisine sunduğu imkânları sonuna kadar kullanmak isteyeceği tabiidir. İyi de, kaypak bir politika uygulayan, sürekli olarak “isteklerinin kabûl edilmemesi durumunda karşı tarafla işbirliği yapabileceğini” ihsas ettiren, üstelik de Cumhûriyetin kurucu idealleriyle sorunlu olan bir partiyle yakınlaşılması konusunda, Cumhûriyeti kurmakla övünen bir partinin gösterdiği gayreti nasıl yorumlamak gerekir?
Yeri gelmişken hemen belirtelim; Sayın Kılıçdaroğlu’nun seçilebilmek için HDP’nin oyuna bel bağlamak zorunda kalması, hattızâtında Sayın Akşener’in “seçilebilecek bir aday belirlenmesi” konusunda canhıraş bir şekilde çabalamasının ne kadar isâbetli olduğunu bize göstermektedir.
HDP olmadığı takdirde (ki, olsa bile, yukarıda anlatılan sebeplerle yeterli olmamaktadır), Millet İttifakı adayının Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanabilmesi için Cumhur İttifakı partilerinden oy alabilecek bir şahsiyeti aday göstermesi gerektiği açıktır. Bu adayın, ismi geçen kişiler arasında, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Mansur Yavaş olduğu herkesin mâlûmudur. Son üç yıl içinde yapılan kamuoyu araştırmalarının kahir ekseriyeti bu sonucu -tereddüde mahâl bırakmayacak şekilde- ortaya koymuştur. Hâl böyle iken, Sayın Kılıçdaroğlu’nun “ille de ben aday olacağım” diye tutturması seçimi zora sokmuştur. Bu durumda, yaşanan krizin asıl sorumlusunun kim olduğunu yeniden düşünmek gerekir.
Bu arada, Sözcü Gazetesi yazarı ve yayına yeni başlayan Sözcü TV’nin kurucusu ve yayın yönetmeni Yılmaz Özdil’in birden bire gazeteden ve TV’den ayrılmak durumunda kalmasına dikkat çekmek istiyoruz. Sayın Özdil, CHP cenahında etkili bir isimdir ve Sayın Akşener’in “Kılıçdaroğlu’nun adaylığı konusundaki endişelerine” hak veren bir tutum içinde olmuştur. Görevden alınmasının bu nedenden kaynaklanması yüksek ihtimáldir.
***
Sayın Kılıçdaroğlu, CHP Genel Başkanı seçilmesinden sonra ortaya koyduğu bilge/uzlaşmacı tavrı bu son olayda gösterememiş, Cumhurbaşkanı olma konusundaki hırsına yenik düşmüştür. Bu tutumuyla, partisine ve Millet İttifakına büyük zarar vermesi kuvvetle muhtemeldir; kazanılmasına ramak kalmış olan bir seçimin kaybedilme ihtimâlinin artmasına zemin hazırlamıştır.
Eğer, Sayın Kılıçdaroğlu kendisinden beklenen bilgece tavrı gösterebilseydi ve Cumhur İttifakı partilerinden oy alabilme imkânına sâhip bir kişi Cumhurbaşkanlığına aday gösterilebilmiş olsa idi, şimdi bütün bu olumsuz ihtimâllerden bahsetme zorunluluğunu duymayacaktık.
Hatırlatmak zorundayız ki, milletler, yalnızca kahramanlarıyla değil, önemli dönemeçlerde gerektiğinde şahıslarıyla ilgili fedâkárlıkta bulunabilme olgunluğunu gösterebilen liderleri sâyesinde büyük zorlukları aşabilirler.
Yakın târihimizde bunun hem olumlu ve hem de olumsuz örnekleri yaşanmıştır.
1977 seçimlerinden sonra, hiçbir parti salt çoğunluğa sâhip olamadığı için, TBMM Başkanı seçilemiyordu, konu çıkmaza girmişti. Bunun üzerine MHP lideri -bilge siyâsetçi- Sayın Alparslan Türkeş devreye girmiş ve CHP’ye çağrıda bulunmuştu; Mutedil kişiliği ile tanınan CHP Zonguldak Milletvekili Cahit Karakaş aday gösterildiği takdirde, MHP bu adaya oy verecektir. CHP lideri Sayın Ecevit bu çağrıya olumlu cevap verdi ve TBMM Başkanı krizi bir günde çözülüverdi.
Buna karşılık, aynı dönemde Sayın Türkeş’in iki hayâtî uzlaş(tır)ma girişimi ne yazık ki başarısızlıkla sonuçlandı.
1977 seçimlerinden sonra kurulan ikinci MC hükûmetinin yürümeyeceği anlaşılmıştı. Bir yandan terör yeniden azgınlaşmaya başlamıştı, aynı zamanda da ağır bir ekonomik krizin ayak sesleri duyulmaktaydı. Bu durumda, ülkenin ağır sorunlarını üstlenecek güçlü bir hükûmete ihtiyaç bulunuyordu. Sayın Türkeş, hiç kimsenin beklemediği bir hamle yaptı; Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak Bey vasıtasıyla, CHP’ye fevkalâde önemli bir teklifte bulundu; birlikte hükûmet kuralım! Gün Bey, arkadaşı -CHP’den Ankara Belediye Başkanı seçilmiş olan- Vedat Dalokay’a Türkeş Bey’in teklifini iletmiş, O’da Sayın Ecevit’e aktarmıştı. Ecevit, bu târihî teklife olumlu cevap vermedi. Sonrasında yaşananlar herkesin mâlûmu. Eğer, Sayın Ecevit bu teklifi kabûl etmiş olsaydı, Güneş Motel rezâleti yaşanmayacak; muhtemeldir ki, terör ve ekonomik krizin önlenmesine ilişkin etkili tedbirler alınabilecek, ülke selâmete kavuşacaktı.
Asgarî müşterekleri güçlü olduğu takdirde, farklı seçmen guruplarına hitap eden partilerin kurduğu koalisyonlar çok dayanıklı olabilir, etkili politikaları uygulayabilir. MC hükûmetlerinin başarısız olmasının en önemli nedenlerinden birisi, koalisyonu oluşturan partilerin hepsinin de aynı seçmen tabanına hitap ediyor olmasıydı. Bu yüzden, koalisyon partileri birbirlerinin rakibi durumundaydılar; başarı paylaşılamıyor, başarısızlığın sorumluluğunu ise kimse üstlenmiyordu. CHP ve MHP farklı seçmen tabanlarına dayandığı için, hükûmetin başarılı olması durumunda, her ikisi de oylarını artırabilirlerdi, dolayısıyla uyumlu bir hükûmet kurulabilirdi. Ecevit, bu ferâseti gösteremeyerek, hem kendisi, hem partisi ve hem de Türkiye’miz için târihi bir fırsatın yitirilmesine sebebiyet vermiş oldu.
Yine aynı dönemde, bir başka hayırlı girişimin neticesiz kalması, 1980 darbesinin önünü açmıştı. O dönemde, Cumhurbaşkanı TBMM’nde 2/3 oyla seçiliyordu. Hiçbir aday bu çoğunluğa ulaşamadığı için, aradan aylar geçmesine rağmen, Cumhurbaşkanı seçilemiyordu. Bilge siyâsetçi Sayın Türkeş yeniden devreye girdi ve iki büyük partinin liderine -Sayın Ecevit ve Sayın Demirel’e- çağrıda bulundu; 2,5 yıldır yapmakta olduğu TBMM Başkanlığı görevini lâyıkıyla yürüten ve bu süre zarfında kendisine duyulan itimada lâyık olduğunu gösteren Sayın Cahit Karakaş Cumhurbaşkanı adayı gösterilsin ve ittifakla seçilsin. Bu fevkalâde yerinde öneri, ne yazık ki Sayın Demirel tarafından kabûl edilmedi. Cumhurbaşkanlığına AP’li İhsan Sabri Çağlayangil vekâlet ediyordu. Üstelik, seçimlere bir yıldan az bir zaman kalmıştı ve seçimleri AP’nin ya da AP+MHP ortaklığının büyük çoğunlukla alacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Bu durumda, Cumhurbaşkanı seçmek için acele etmenin bir anlamı yoktu. Demirel, muhtemelen böyle düşünüyordu. Sonunda, yorgan gitti, kavga bitti!. Darbeciler, darbenin gerekçelerinden birisi olarak, “Meclis’in bir Cumhurbaşkanı seçememesini” gösterdiler; Meclis, milletin verdiği görevi yerine getirememişti, onlara göre. Sonraki yıllarda, Sayın Demirel, Sayın Türkeş’in önerisini kabûl etmediği için pişmanlık duymuş mudur, bilmiyoruz. Fakat, bâzı hatâların telâfisi mümkûn olmuyor, ne yazık ki...
***
Türk halkının koalisyon hükûmetleriyle ilgili olumsuz hatıraları, belli yaşın üstündeki seçmenlerin hafızalarında tazeliğini korumaktadır. 1960-2002 yılları arasında Türkiye, 1965-1969 ve 1984-1992 arasındaki yıllar hâriç, koalisyon hükûmetleriyle yönetildi. Güçsüz, uyumsuz, istikrarsız, sürekli birbirleriyle didişen, ülkenin önemli iç-dış sorunlarında birlik olamayan, hükûmet içindeki rekâbet sebebiyle çoğu zaman uzun dönemde ülkenin aleyhine olacak icraatlar yapan (erken emeklilik, taban fiyatlarının rasyonel belirlenmemesi; KİT’lerin arpalığa dönüşmesi, istihdam, fiyatlama vb. konularda rasyonel kararlar alma imkânını kaybetmesi vb.) hükûmetlerin sebep olduğu sorunlar, 2002 yılında Ak Parti’nin iktidara gelmesinde başta gelen etkenlerden birisidir. Aynı şekilde, toplumun, aradan geçen yirmi yılda, tasvip etmediği pek çok icraatına rağmen, Ak Parti iktidarına destek vermeye devâm etmesinde de “ülkenin yeniden istikrarsızlık yaşayabileceği” endişesi etkili olmuştur.
Bunları niçin anlatma gereği duyuyoruz?
Demokrasi ile yönetilen ülkelerde, belli zaman aralıklarında iktidarların değişmesi bir sağlık göstergesidir. Uzun süren iktidarlar pek çok soruna yol açmaktadır.
20 yıl süren Ak Parti iktidarının demokratik yollarla değişme imkânı ortaya çıkmış iken, üstelik de “güçlü asgari müşterekleri (Cumhûriyetin kurucu ideallerine bağlılık, demokrasi, hukûkun üstünlüğü, lâiklik gibi ilkeler konusunda benzer görüşlere/hassasiyetlere sâhip olmak vb.)”, “benzer sosyolojik tabanları (şehirli, eğitimli, özgürlükçü, demokrasi yanlısı, Atatürkçü-milliyetçi seçmen tabanı)” ve süreci suhûletle yönetebilecek olgun ve tecrübeli liderleri olan Millet İttifakının iki kurucu ortağı tarafından, ülkenin sorunlarının üstesinden gelebilecek kabiliyette uyumlu, istikrarlı ve güçlü bir hükûmet kurma imkânı elde edilmiş iken, endişemiz odur ki, yapılan basit hatâlar sebebiyle bu imkân kaybedilmek üzeredir. Geçmişte, kaçırılan fırsatlar, ülkenin önemli bâdireler yaşamasına mahál vermiştir. Bu sefer de böyle bir sonucun yaşanmasından endişe duyuyoruz.
***
Bundan sonra ne yapılabilir?
Cumhur İttifakının işi, rakipleri hatâ yapmadığı takdirde, zor görünmektedir. Özellikle son iki yıldan buyana uygulanan ekonomi politikasının olumsuz sonuçları, gerek toplumda, gerekse iş çevrelerinde büyük bir memnuniyetsizliğe sebebiyet vermiştir. Deprem felâketi, doğal olarak bu memnuniyetsizliğin artmasına yol açmıştır.
Buna karşılık, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı, Millet İttifakının işini zora sokmuş, onu “terör örgütüyle bağını sürdürdüğü, ülkenin ve milletin bütünlüğü konusunda tehdit oluşturduğu konusunda toplumun kahir ekseriyetinde endişe uyandıran” bir partiyle işbirliği yapma noktasına getirmiştir. Bu yöndeki temaslar, gerekli özen gösterilmediği takdirde, İYİ Partinin millet ittifakından ayrılmasına, daha açık bir söyleyişle ittifakın dağılmasına yol açabilecek bir mâhiyettedir.
Millet İttifakının devâmını sağlama yükümlülüğü, adaylık konusundaki ısrarıyla ittifakı zora sokan Kılıçdaroğlu’nun omuzlarındadır. HDP ile ilişkiler konusunda dengeyi tutturamadığı takdirde, yalnızca Cumhurbaşkanlığı hayâlleri suya düşmekle kalmayacak, demokratik yollarla sağlıklı bir iktidar değişiminin de önüne geçecektir. Kılıçdaroğlu, ya bu vebâlin sorumluluğunu üstlenmeye hazırlanmalı yâhut da sırat köprüsünü andıran bir çizgide, dengesini kaybetmeden yürümeyi başarmalıdır.