TSK’yla Bitmeyen Hesaplaşmanın Sırrı!..
Müyesser Yıldız 01 Ocak 1970
Haksız hukuksuz ve A’dan Z’ye siyasi 28 Şubat davasında 80-90 yaşındaki generaller hapse atıldı. Bu davada yargılanan ve “zamanaşımından” beraat eden bazı isimler ise Yargıtay’ın “suç için anlaşma” suçunu işledikleri gerekçesiyle verdiği bozma kararından sonra yeniden yargılanıyor.
“Asrın kumpası” olarak adlandırılan Balyoz davası da var. Tam 236 subay hapis cezasına çarptırıldı. 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonlarının ardından AKP iktidarı, “Milli orduya kumpas kuruldu.” dedi. Erdoğan, “Kurumlarımızın içinde örgütlenmiş bir yapının yürüttüğü bir kumpasa hep birlikte maruz kaldık. Aldatıldım.” açıklamasını yaptı. Anayasa Mahkemesi, “hak ihlali” kararı verince tutuklu subaylar tahliye oldu. Yeniden yargılama sonucunda tamamı beraat etti. Ancak İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, karara 7 sanık yönünden itiraz etti. Sözkonusu itiraz tam 5 yıl Yargıtay’da bekledikten, bu arada dosyaya bakacak heyet değiştikten sonra bir gün ansızın görüşüldü ve 7 ismin “suç için anlaşma suçunu işledikleri” anlaşıldı.
“Zamanlama manidardı”; çünkü tam o günlerde 104 emekli amiral, “Montrö’ye sahip çıkılmasını” isterken, “cübbeli-takkeli amiral” vakasından hareketle, “TSK’da yeni tarikat yapılanmalarına izin verilmemesi” çağrısında bulunmuş, iktidar ve medyasının bunu bir “muhtıra” olarak nitelendirmesi üzerine o emekli amirallerden bazıları gözaltına alınmış ve tamamı hakkında soruşturma başlatılmıştı. “İktidar ve medyası” dedik; ama Türk yargı tarihinde bir ilk olmuş, Yargıtay ve Danıştay da emekli amiraller hakkında “gereğinin yapılacağını” açıklamıştı!..
İşte Yargıtay’ın bu ortamda aldığı ve daha imzalar tamamlanmadığı için UYAP’a bile yüklenmeyen Balyoz kararı, iktidarın Gazetesi Sabah’ta “Yargıtay’dan amiraller bildirisi için emsal karar” başlığıyla duyuruldu.
Neticede yerel mahkeme emekli amiraller davasında “beraat” kararı verdi; ama hem Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı hem de davaya katılımı kabul edilen Cumhurbaşkanlığı -Balyoz kumpasındaki gibi- itirazda bulundu. Malûm, Ukrayna savaşı ve Rusya’yla ilişkilerimiz açısından Montrö şimdilik önemli. Yarın öbür gün bu tablo bozulduğunda o itirazlar nereye varır, göreceğiz!..
Balyoz kumpasına dönersek; Yargıtay’ın kararından sonra yeniden görülen dava dün sonuçlandı. Bozma kararına uyan Mahkeme; 28 Şubat davasından da hapiste olan Çetin Doğan’a 6 yıl 8 ay, emekli Tümgeneraller Behzat Balta ve İhsan Balabanlı, emekli Tuğgeneral Mehmet Kaya Varol, emekli Kurmay Albaylar Erdal Akyazan ile Emin Küçükkılıç’a da 5 ila 5 yıl 10 ay arasında hapis cezası verdi.
Yargıtay’daki Garabet
Yerel mahkeme Yargıtay’ın kararına uyduğu için verilen mahkumiyet cezalarının onanacağına kesin gözüyle bakabiliriz; ama dikkat çekmek istediğimiz önemli bir garabet var.
Balyoz kumpasının soruşturma ve kovuşturma sürecinde görev alan 50 hakim ve savcı hakkında, “görevi kötüye kullanma, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma ve devletin güvenliğine ilişkin bilgileri açıklama” suçlamasıyla dava açıldı. Bunların bir kısmı tutuklu, bir kısmı da firari.
İşte ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nde görülen bu davanın 9’uncu celsesi geçtiğimiz Pazartesi günü yapıldı. Sanıklar tüm duruşmalarda olduğu gibi, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin 7 sanık yönünden bozma kararını emsal gösterip, “Balyoz’un kumpas olmadığının” anlaşıldığını, dahası sadece o 6 ismin değil, diğer 230 subayın da yeniden yargılanması gerektiğini söyledi.
Garabet şu: O duruşmada, Balyoz kumpası mağdurlarından kimlerin bu davaya katılacağına karar verildi. Eski hakim ve savcılar hakkında hazırlanan iddianameden hareketle, 67 ismin katılımı kabul edildi. Bunlar arasında, dün “Balyoz’da suç için anlaştıkları” iddiasıyla hapis cezasına çarptırılan Çetin Doğan ve Emin Küçükılıç da vardı.
Düşünebiliyor musunuz; Çetin Doğan ve Emin Küçükkılıç, Yargıtay’ın bir dairesine göre “suçlu”, diğer dairesine göre ise “mağdur”!..
Yargımız gerçekten “altın çağını” yaşıyor!..
Tanrıverdi’nin 10 Yıl Önceki Yazısı Yol Haritası Gibi
Bunlar; yargı eliyle TSK’nın başına getirilenlerin bir bölümü.
Bir de son dönemde tanık olduklarımız var: 6 Şubat depreminde TSK’nın yardım ve kurtarma faaliyetlerine katılımının geciktirilmesine ilişkin iddialar… Üniformasıyla tarikat evine giden cübbeli-sarıklı amiral hiçbir ceza almadan emekli edilirken, bir subayın bu amiralin “kimliğini deşifre ettiği” iddiasıyla açığa alınması… Yurtdışı temsil görevi olan bir generalin, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın basın toplantısında boş çay bardağı toplaması ve bu görüntünün Devlet’in Anadolu Ajansı tarafından servis edilmesi gibi…
Evet, TSK’nın başına bunların geldiğini biliyoruz; ama niye geldiğini de bir kez daha konuşalım.
Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi’yi tanıyorsunuz. SADAT, ASSAM ve ASDER’in kurucusu. İktidara öylesine yakın ki, 15 Temmuz’dan sonra Erdoğan’ın başdanışmanlığını yaptı.
İşte bu ismin tam 10 yıl önce, 2013’te, 28 Şubat davası başlamadan hemen önce kaleme aldığı bir yazıyı hatırlatmak istiyoruz.z
Evvela “28 Şubat 1997 olayının kapsamlı tanımını” şöyle yaptı:
“28 Şubat 1997 olayı; Milletin İslâmî inancından kaynaklanan yaşam tarzını, din dışı değerlerin hâkim olduğu Batı Dünyası hayat tarzına dönüştürmek maksadıyla; planlamasına 24 Aralık 1983 (I. Özal Hükümetinin Güvenoyu aldığı) tarihinde, icrasına 18 Nisan 1993 (8. Cumhurbaşkanı Merhum Turgut Özal vefat etti.) tarihinde başlayarak 28 Şubat 1997 tarihinde zirve bulan ve 12 Eylül 2010 (Anayasa referandumu yapıldı)- (Darbe uygulamasının son bulduğu tarihi, ‘İrtica ile Mücadele Eylem Planı İddianamesinin Ergenekon Davası ile birleştirildiği 5 Nisan 2012 tarihine kadar da uzatabiliriz.) tarihine kadar uygulanan; müsait yasal mevzuata dayanılarak, Milletin manevi değerlerini tehdit gören seküler, kavmiyetçi, devletçi ve sol ideoloji sahiplerinin kadrolaştığı, yüksek yargı, YÖK, bir kısım sivil toplum kuruluşları, basın ve sermaye sahiplerinin destek ve teşviki ile uygulamasının zirveye ulaştığı dönemdeki TSK’nın yüksek komuta kademesi… liderliğinde; zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in gönüllü ve aktif desteği ile MGK kullanılarak ve zayıf koalisyon hükümetlerinin sebep olduğu istikrarsız siyasi ortamdan yararlanarak; meşru hükümete, Anayasal düzene, TSK, Yargı ve Milli Eğitim başta olmak üzere devlet bürokrasisinde görevli, inancını yaşama gayretinde olan kamu görevlilerine, üniversite ve orta dereceli okulların İslâmi inancını yaşama gayretinde olan öğretim görevlisi ve öğrencilerine, taraflı basın tarafından yapılan hileli ve kötü niyetli propagandalarla sindirilmiş, Milletin manevi değerlerine ve İslâmi İnancını yaşamak azminde olan fertlerinin temel hak ve özgürlüklerine indirilmiş planlı, hazırlıklı ve sinsi bir askeri darbedir.”
Yazının devamında; “FETÖ”cü olduğu ortaya çıkan savcıların hazırladığı 28 Şubat iddianamesi için “Önemli bilgi ve belgeleri içermektedir.” diyen Tanrıverdi, aslında soruşturmanın Özal’ın ölüm tahihinden itibaren başlatılması ve o tarihten 1997’ye kadar yargı, MİT, Emniyet başta olmak üzere tüm üst bürokrasi ile siyasi partilerdeki, STK’lardaki, basındaki ve iş dünyasındaki uzantılarının da yargılanması gerektiğini savunup, “18 Haziran 1997 sonrasındaki askeri cuntaların, Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy ve casusluk davaları ile yargı önüne getirildiğini” kaydetti.
Görüldüğü üzere Tanrıverdi; sadece 28 Şubat’ı değil, Ergenekon başta olmak üzere tüm kumpas davaları sahiplenmiş. Ancak bundan önemlisi, “yeni darbelerin önlenmesi için imkân varken alınması” gerekenlere ilişkin tespit ve önerileri.
Tanrıverdi, yazısında yer verdiği bir çizelge ile “darbe dayanaklarının” bugünkü durumunu şöyle anlattı:
– Anayasa’nın değişmez maddeleri: Aynen duruyor.
– MGK’nın yapısı: Yeni anayasada MGK olmayacak.
– Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin (MGSB) Genelkurmay tarafından hazırlanması: 2010 yılında MGSB hükümet tarafından yapıldı.
– TSK’nın vazifesi (35. Md): Değişti.
– Genelkurmay Başkanlığı’nın bağlantısı: Değişmedi. Yeni anayasayı bekliyor. [15 Temmuz’dan sonra Genelkurmay MSB’ye bağlandı-MY]
– Jandarma Genel Komutanlığı/Genelkurmay Bağlantısı: Bağlantı devam ediyor. [15 Temmuz’dan sonra Jandarma İçişleri Bakanlığı’na bağlandı-MY]
– YAŞ’ın yapısı- Değişmedi. [15 Temmuz’dan sonra değişti, siviller ağırlık kazandı-MY]
Tanrıverdi, o yazısında sadece TSK’ya değinmeyip “ideolojik kadrolaşma” konusunda da şunları vurguladı:
– Cumhurbaşkanlığı makamında ters ideolojik kişiler: Cumhurbaşkanını millet kendi değerlerine sahip olanları seçiyor.
– TSK’da manevi değerlere ters ideolojik kadrolaşma: 28 Şubat döneminden daha keskindir.
– Yüksek yargıda ideolojik kadrolaşma: 2010 anayasa değişikliği ve yeni cumhurbaşkanı ile değişiyor.
– YÖK ve üniversitelerde ideolojik kadrolaşma: Yeni cumhurbaşkanı ve YÖK yönetiminde değişiyor.
– Meslek kuruluşlarında ideolojik kadrolaşma: Mevcut siyasi istikrar etkisiz hale getirmiştir.
– Basında ideolojik kadrolaşma: Mevcut siyasi istikrar ve darbe yargılamaları etkisiz hale getirmiştir.
Tanırverdi’nin bu uzun yazısının son bölümüne gelelim. “Devlet kurumları üzerinde kontrol ve TBMM’de çoğunluk mevcutken” örneğin şu düzenlemelerin yapılmasını da istedi:
– Anayasada resmi ideoloji, değişmez maddeler ve laiklik ilkesi bulunmamalı, ana dilde eğitim imkânı sağlanmalı, temel insan hak ve özgürlükleri kısıtlanmamalı, vatandaşın anayasal sıfatı olmamalıdır.
– Temsilde adaletten feragat edip yönetimde istikrar sağlayacak şekilde seçim barajları yükseltilmeli veya seçim sistemi değiştirilerek tek parti iktidarı sağlanacak düzenlemeler getirilmelidir.
AKP iktidarında, sadece TSK’nın değil, yargı başta olmak üzere tüm kurumların başına bunların neden geldiği ve AKP iktidarının devamı halinde daha nelerin planlandığı ayan beyan ortada, değil mi?!