Türkeş’i Anarken
Nevzat Kösoğlu 01 Ocak 1970
Alparslan Türkeş ve başında olduğu siyasi harekete yıllarca, her seviyeden saldıran, iftira boyutunda haksızlıklardan çekinmeyen bazı çevreler, son yıllarında ve hele ölümünün ardından, gönül okşayıcı sözler söylemeye başladılar. Bu değerlendirmelere göre, Türkeş ne kadar da çok değişmişti; yumuşamış, olgunlaşmış, uzlaşmacı bir devlet adamı olmuştu.
Oysa, o gün de yanlış konuşuyor/yazıyorlardı, bugün de yanlış yazıyorlar. Çünkü, Türkeş’i tanımıyor, onun bağlandığı değerleri anlamıyor; biraz da bu, bilmezlik yüzünden onun siyasi hareketinden ürküyorlardı. Türkeş hiç değişmedi; doğrusu, yanlışı ile, hep o inanmış, bağlanmış adamdı.
Değişen dünya idi ve Türkeş bunu görüp değerlendirebilen bir önderdi. 1980 öncesinin dünyası ile 1990 sonrasının dünyası hiç, bir olur mu? Türkeş gibi, Türk milletinin geleceğini hür dünya içinde gören; devletinin ve milletinin bölünmez bütünlüğüne, yaşayacaksa kendi kimliği ile yaşaması gerektiğine inanmış; toplumun yükselmesinin, ancak kendi iman ve kültür çevresi içinde olabileceğini bilen bir önder, seksen öncesi ve doksan sonrasında, aynı tutumun, aynı siyasetin adamı olabilir miydi?
Elbetteki, değişen dünyaya göre değişen tutum ve politikalar üretecekti. Siyaset ve devlet adamı dediğimiz de budur. Tabii, siyaset adamı vardır ki, hep iç politikayı görür, oradaki gelişmeleri kollar ve partisinin menfaatlerine göre politikalar üretir. Biz, bunlardan ne kadar da çok tanırız. Ama, Türkeş onlardan değildi; o, politikalarını hep mili planda düşündü ve çizmeye çalıştı; endişeleri, beklentileri hep bu ölçekte idi.
İç politikada başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Bu bir noksanlık ise, bunun sorumluluğunu bütün toplum olarak paylaşmamızın kadirşinaslık olacağını düşünüyorum. Şundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın: doksanlı yıllarda Türkiye, seksen önceki gibi bir soğuk savaş ve fiili saldırı karşısında kalsaydı ve bunun arkasında Rusya yahut benzeri bir yayılmacı güç olsaydı; seksen öncesinin bütün acılarını ve 12 Eylül’ün zulmünü yaşamış olmasına rağmen, o, yine ve tereddütsüz ayağa kalkar, karizmasını kullanır ve ne tür mücadele etmek gerekiyorsa, o tarzın imkanlarını sonuna kadar değerlendirirdi.
Benzeri bir tehlikeyi, görmezlikten gelenlere karşı, kişisel nezaketini de bir yana bırakıp, “Sakıp ağa çizmeyi aşma..” diye bağıran o idi. İşte Türkeş bu idi ve benim gözümde bunun için büyüktü. Değiştiği, yumuşadığı için güzelleşmemişti, inancı ve mukaddeslerine bağlanışındaki sağlamlık güzeldi ve onu büyük yapıyordu.
Son yıllarında Türkeş’in uzlaşmacı, hoşgörülü, bütün kesimleri kucaklayan tavrı öne çıkmıştı; çünkü, Türk milletinin üstündeki kara bulutlar dağılmıştı; bütün Türk dünyasının ufukları açılmıştı. Şimdi artık, aynı toprağın çocuklarını birbirleriyle kavgaya icbar eden milli endişeler yoktu. Çünkü artık, Türk milleti ve Türk devleti bir tehdit altında değildi, öyle ise, onun iktidarına talip olanlar diledikleri düşünceleri savunabilirlerdi. Savundukları Marksizm de olsa, bu fikirler artık, tarihi düşman bildiğimiz bir emperyalist gücün silahı değildir ve o insanlar bu düşman kuvvetin oyuncağı olmayacaklardır; doğru veya yanlış, savundukları şey Türkiye içindir. Şimdi artık problem, milli ve demokratik olmak çerçevesine girmiştir. Bunun da temeli, karşılıklı anlayış ve bilgi idi. Gelişmeleri bu mantık ve çerçeve içinde göremeyenler, rahmetli Türkeş’in, Nazım Hikmet’in o güzel şiirini okumasını şaşkınlık içinde dinlemişlerdi. Ve, ona yıllar boyu, üslupsuzca saldıranlar, “Türkeş ne kadar değişti” yahut, “Türkeş güya politika yapıyor” diye, bilmiş, bilmiş kafalarını sallamışlardı.
Türkeş’in imanını paylaşanlar, onu iyi değerlendirebilirlerse, siyasi hareketimizin geleceğine ilişkin perspektif ve ilkeleri de sağlıklı olarak tesbit edebileceklerdir.
Bu yazıyı, Türkeş’in kişiliğindeki önderlik vasıflarını yansıtan iki hatıramı anlatarak tamamlayacağım: Türk siyasi hayatında güzel söz söylemek, nutuk çekmek hala çok önemli bir faktördür. Bugün, bunu yanlış bulmuyorsam da, mübalağalı ve yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Hele 1965’li yıllarda, hitabetin, liderliğin baş niteliği olduğunu düşünürdük. Ayrıca lider çok şeyi, mümkünse her şeyi bilmelidir; sohbeti tatlı, çehresi beşuş ve yumuşak olmalıdır...
Bu nitelikler, bugün de, bir liderin kitleler önündeki başarısı için, ilgili profesyonellerce zaruri görülmektedir. Buna bir diyeceğim yok. Fakat, ben bu nitelikleri yazarken, tanıyanlar, rahmetli Dündar Taşer Ağabe’yi anlatır gibi olduğumu anlayabilirler.
İşte, gazetecilik yaptığım 1966 yılının bir gününde, gazetemizin Ankara bürosunda rahmetli Dündar Ağabey’i ile sohbet ederken böyle düşünüyorduk. Kendisine sorduk, sen, bütün bu nitelikler bakımından Türkeş Bey’den daha üstünsün, niçin sen lider değilsin de, onun arkasındasın? Dündar bey için cevapsız soru yoktu. Gülümsedi ve bütün bu söyledikleriniz doğru da olabilirdi. Ancak, lider insan, herkesin düştüğü yerde, kalkıp yeniden yürüyebilen insandır. Türkeş de budur, dedi.
Söylediğim gibi, Dündar Bey için cevap verilemeyecek soru yoktu. Bu cevabını da, Fuzuli’nin “Gördüm ki cevaptan gayri nesne vermezler” cinsinden verilmiş güzel bir cevap diye algıladık ve tabii üsteleyemedik.
Aradan ne kadar zaman geçmişti, bilemiyorum. Büyük Millet Meclisi’nde, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin grup odasındaydık. Parti başkanı olan Türkeş Bey masasında oturuyordu. Rahmetli Galip Erdem Ağabey’i bir koltuğa oturmuştu, ben de yanında idim. Muzaffer Özdağ, Numan Esin, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu ve galiba şimdi hatırlayamadığım bir iki kişi daha vardı. Hepsi milletvekili idi; milli bakiye sisteminin imkanı ile CKMP’den Meclise girmişlerdi.
O zaman Adalet Partisi’nde olan milliyetçiliğin büyük isimlerinden Prof. Osman Turan’ı partiye geçirmek istiyorlardı; son derece heyecanla onu beklediklerini görüyordum. Belli ki, büyük hamleler yapmanın hayalinin kuruyorlardı. Darbe ile iktidara gelip, şimdi demokrasiye soyunmuş olan bu milliyetçi insanlar, şimdi demokratik yöntemlerle de büyük atılımların hesabını yapıyorlardı.
Osman Hocayı getirmekle, Osman Yüksel Serdengeçti görevlendirilmişti. Kapıdan içeri girdiler. Herkes saygı ve heyecanla ayağa fırladı. Benim genç yüreğimi de tahmin edebilirsiniz. Yalnız Galip Ağabeyi, çok sakin, hatta biraz yavaş, birbirine doladığı bacaklarını çözmüş ve saygı ile ayağa kalkmıştı. Galip Ağabeyi, o üslubu ile o salona uymuyor gibi idi. Konuşmalar başladı. Tamyeridir: Ben ölüp ölüp diriliyordum; Galip Ağabey’i sigarasını içiyordu.
Konuşmalar gittikçe uzuyor ve insanoğlunun bildiği hemen her alana girip çıkıyordu. Fakat Osman Hoca, evet demiyordu, öyle anlar oluyordu ki, Türkeş Bey ayağa 153 kalkıyor, giriş beyannamesini Osman Hoca’nın önüne koyuyor, imza için kalemini veriyor ve biz tamam diyorduk; ama, Hoca evet demiyordu. Ben nokta olmuş gibi idim; Galip Ağabey de, herhalde empresyonist bir resme dönmüştü. Herkes yorgun değil bitkin bir halde idi; odayı karanlık ve soğuk bir hava gittikçe kaplamıştı. Konuşmalar azalmış, sesler yavaşlamıştı. Osman Hoca evet demedi ve bilemiyorum kaç saat sonra, O.Yüksel Serdengeçti ile birlikte odadan çıktılar. Hayaller yıkılmış, bina çökmüştü. Hangi sıra ile konuştuklarını hatırlamıyorum; odadakiler birer birer söz alarak, bu işin yürümeyeceğine, kendisinden milliyetçilik öğrendikleri bir insanı bile ikna edemedikten sonra, artık yapılacak bir şeyin kalmadığına dair fazla uzun olmayan etkili konuşmalar yaptılar. Salona ağır, karanlık bir sükut çöktü. Benim dünyam yıkılmıştı. Türkeş’in ayağa kalktığını gördüm; elini sertçe masaya vurdu, “Devam edeceğiz arkadaşlar, zafer bizim olacaktır” dedi ve paltosunu giyip gitti.
Galip Ağabeyi’nin, koltuğa şöyle bir yayıldığını gördüm. Üstümden bir depremin bütün enkazı kalkmıştı. Ayağa kalktım; Galip Ağabey'le birlikte hiç bir şey konuşmadan ve iki mutlu insan olarak o odadan çıktık, gittik.
Ben, bu olayı yaşadıktan sonra; Dündar Ağabeyi’nin söylediklerinin anlamını kavrayabilmiş miydim, bilemiyorum. Ama, ikinci bir olay var ki, aptala lafın tamamını anlatır nitelikte idi ve ben anlamıştım.
1977 seçimlerinin hazırlıklarını rahmetli Gün Sazak Bey'le birlikte yürütüyorduk. Ben daha önce de bir seçim çalışması geçirdiğim için biraz daha tecrübeli idim; ama, Gün Bey’in yaptıklarını yeniden gözden geçirmeyi de saygısızlık gibi gördüğümden, fazla dikkat etmiyordum. O gün, akşam saat on yediye kadar, gerekli bütün listelerin hazırlanarak Yüksek Seçim Kurulu'na teslim edilmesi gerekiyordu. Biz de, evrakları tamamlayıp, öğleden sonra kurula teslim etmiş, Partideki odamızda sohbet ediyorduk. Telefon çaldı,Yüksek Seçim Kurulu’ndan Sabahat hanımın görüşmek istediğini söylediler. Sabahat hanım kurulda sekreterdi. “Nevzat Bey, ne yaptınız? dedi.” “Hayrola?” dedim. “Senato seçimine ait listeyi noksan yazmışsınız; saat on yediye kadar yazıp yetiştiremezseniz, seçimlere girmeniz tehlikeye girer” dedi.
Koca bir daktiloyu kapıp masaya geçtim, kağıt getirin,dosyaları getirin, listeleri getirin, getirin, getirin... Ne olduğunu kimse anlayamamıştı; benim de anlatmaya vaktim yoktu; paldır küldür daktilonun tuşlarına vuruyordum. Saat on altı otuz idi, bu vakit içinde listeleri yetiştiremezsek, sadece senato seçimleri değil, milletvekilleri seçimine de giremeyecektik.
Cumhuriyet Halk Partisi genel sekreter yardımcısı İsmail Hakkı Birler ve partili arkadaşları; koltuklarına yayılmış, kahvelerin içiyorlardı. Saat on yedi on beş idi. Durumu haber almış ve sağlıklı bir zabıt tutulabilmesi için orada bekliyorlardı. Dosya teslim edildi, on yedi beş olarak zabıtlar tutuldu, imzalandı; çıktık. Onca emek ve meşakkatle gelinen bir noktada, on beş dakikalık bir gecikme ve ihmalimizden ötürü MHP seçimlere giremeyecekti.
Arabada, Gün Bey “Seçimlere giremezsek, ben artık bu memlekette yaşayamam” dedi. “Nereye gideceksen beni de götür” dedim. Başka bir şey konuşmadık.
Parti ayağa kalkmıştı; bir felaketin dolaştığını herkes anlamış ama ne olduğunu kestirememişlerdi. Genel Başkan durumdan haberdar edilmiş, o da hemen partiye gelmişti; ama, ne olduğu konusunda kimse bir şey söyleyemiyordu. Gün bey önde, ben arkasında odasına girdiğimizde, ellerini masaya dayamış, ayakta, öne doğru uzanmış bir halde ve sanki bütün vücudu ile soruyordu: Ne oldu? Gün Bey, bütün gücünü toplayarak, bitkin bir sesle, “Efendim, galiba seçimlere giremeyeceğiz” dedi. Başka bir açıklama yapmadı, Türkeş Bey de sormadı, ancak, yüzünden bir siyah bulutun geçtiğini gördüm. Sadece bir andı. Yumruğunu masaya vurdu; “Canınız sağ olsun, seçimlere bağımsız girer kazanırız” dedi. O an, benim duygularım kilitlendi; Dündar Ağabeyi’yi hatırladığımı biliyorum. Gün Bey’le koltuğa çöktük, “anlatın bakalım, ne oldu? dedi.
O zamana kadar olanlar da, ondan sonra olacaklar da artık benim için önemli değildi. Olanlar olmuştu ve ben iman yenilemiş bir mü’min gibi, diri, taptaze idim. Yüksek Seçim Kurulu, bu kadarcık bir gecikmenin, bir siyasi partinin seçimlere girmesini engellemesinin, kanunun ruhuna uygun olamayacağı, kararını vererek, önümüzü açmıştı.