Nâbî
1642 - 1712 01 Ocak 1970
Asıl adı Yusuf olan Nâbî, 1642 yılında eski adı Ruhâ olan Urfa’da doğdu. Gaffarzâde veya Karakapıcılar ailesine mensup olduğu hakkında söylentiler vardır. Kardeşi Seyyid Ahmed’in el yazması bir el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye’nin iç kapağına yazdığı kayıttan anlaşıldığına göre babasının adı Seyyid Mustafa, dedesi Seyyid Mahmud, dedesinin babası Seyyid Muhammed Bâkır ve onun babası Şeyh Ahmed-i Nakşibendî’dir. Gençliğinde ciddî bir eğitim aldığı sanılan şairin Yakup Kalfa adındaki bir Kadirî şeyhine bağlı olduğu rivayet edilir (Karahan 1987: 23). Çocukluk yıllarını Urfa’da geçiren Nâbî, Bir rivayete göre, erginlik yaşlarında iken Yâkub Halife adında bir şeyhe intisap ederek tasavvufa yönelmiş, bir süre çobanlığını yaptığı bu şeyh onu İstanbul’a gitmesi için teşvik etmiş, bir başka rivayete göre ise Urfa’da arzuhalcilikle meşgulken mutasarrıfın dikkatini çekerek onun telkiniyle 1076’da (1666) İstanbul’a gitmiştir (Karahan 2006: 258). İstanbul’daki ilk yıllarında sıkıntı çeken şair, Musahip Mustafa Paşa’yla tanışması ile hayatı değişti. Kısa zamanda Musahip Mustafa Paşa tarafından divan kâtibi görevine getirildi. Nâbî’nin divan kâtibi olması, onun saray çevresinde kabul görmesini kolaylaştırmıştır. IV. Mehmed’in Edirne sarayına gidişinde yanına aldığı şair bunun yanında padişahın av partilerine katılmış 1672’de Lehistan Seferi’nde bulunarak Kamaniçe’nin fethi üzerine ilk müstakil eseri olan Fetihnâme-i Kamaniçe’yi kaleme almıştır. 1679 yılında hacca gitmeye niyetlenen şaire padişah tarafından yolda rahat etmesi için bir ferman verildi. Nâbî hacca giderken Râmi Mehmed Paşa’yı da yanına alarak resmî hac güzergâhından farklı olarak Urfa üzerinden Medine’ye varmıştır. Hac dönüşünde Mustafa Paşa’ya kethüda olan Nâbî, hac yolculuğunu anlattığı Tuhfetü’l-Harameyn adlı eserini bu dönemde yazdı. Musahip Mustafa Paşa’nın Kapudan-ı Derya’lık göreviyle İstanbul’dan uzaklaştırılmasıyla Nâbî de Paşa’yla birlikte Mora’ya gitti (Bilkan 2014: 27). Burada bir süre kalan şair, Paşa ile birlikte yeniden İstanbul’a döndü. Paşa’nın 1687 yılında vefatı üzerine İstanbul’dan ayrılarak Halep’e yerleşti (Üstüner 2017: 1). Halep’e geldiği sırada, 45-46 yaşlarında olan Nâbî’nin, 1100/1687 ile 1122/1710 yılları arasında, 23 yılı aşan bir süre burada yaşaması, bir bakıma şairin gözden uzak bir yerde “kenara çekilme” tavrı olarak yorumlanmaktadır (Bilkan 2014: 27). Halep’te evlenerek Vali Silahdar İbrahim Paşa’nın himayesine giren şair, onun yakın ilgisiyle rahat bir hayat yaşar. Silahdar İbrahim Paşa’nın gayreti ile şairin divanı tertip edilir. Nâbî, Halep’te doğan oğlu Ebulhayr için 1701 yılında Hayriyye’yi nazmeder. Halep’te iken devletin merkezinde olup bitenleri yakından takip eden Nâbî, II. Süleyman’ın (1687) ve II. Ahmed’in (1691) tahta çıkışlarına sessiz kaldığı halde II. Mustafa’nın tahta çıkışını bir cülus kasidesi ile tebrik etmiştir.
Halep’te sâkin bir hayat süren şairin huzuru Çorlulu Ali Paşa’nın 1706’da sadarete getirilmesi ile bozulur. Kendisine devletten bağlanan aylığın kesilmesi ile beraber evi de elinden alınır. Bu sıkıntı Baltacı Mehmed Paşa’nın Halep Beylerbeyi olarak atanması ile son bulur. Baltacı Mehmet Paşa ile beraber İstanbul’a dönen Nâbî, önce darphane eminliğine ardından da başmukabelecilik mansıplarına getirildi. İstanbul’a geldiği yıllarda yaşı hayli ilerlemiş olan şair, Halep’ten döndükten iki yıl sonra, 3 Rebiulevvel 1124/12 Nisan1712 tarihinde vefât etti. Nâbî’nin kabri, Üsküdar’da Karacaahmet Mezarlığındadır.
1.Divan: Birçok nüshası bulunan, Kahire’de (Bulak 1257) ve İstanbul’da (1292) basılan divanın en eski nüshası 1107 (1696) tarihli olup İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (TY, nr. 5575). Şiir sayısı ve nitelik bakımından en mükemmeli ise Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki (nr. 1118) 1117 (1706) istinsah tarihli nüshadır (Karahan 2006: 259). Bu nüshada 29 kaside, 888 gazel, 1 terkibibend, 5 tahmîs, 156 tarih, 10 mesnevi, 114 kıta, 218 rubâî, 61 matla‘, 74 müfred, 186 muamma ve 30 lugaz bulunmaktadır (Bilkan.1997). Divân, Silahdâr İbrahim Paşa’nın isteği üzerine tertip edilmiş olup “tevhîd” kasidesi ile başlamaktadır. Divânın gazeliyât bölümünde, kafiye harfleri değiştikçe araya bir rubâ’î yazılması da Nâbî Divânı’na has bir özelliktir. Kasideler bölümünde, 4 nat, 1 Çehâr-yâr medhiyesi, Muhyiddin-i Arabî ve Mevlânâ medhiyeleri, II. Sultan Mustafa ve III. Sultan Ahmed için cülûsiye, Musahib Mustafa Paşa’ya îdiye ve azliye, Sadrazam Amca-zâde Hüseyin Paşa’ya yazılmış sulhiye yer almaktadır. Nâbî, Kırım Hânı Devlet Giray, Sadrazam Daltaban Mustafa Paşa, Sadrazam Râmî Muhammed Paşa, Teberdâr Muhammed Paşa, Silahdâr Ali Paşa, Musahib Mustafa Paşa, Vezir Cafer Paşa gibi sadrazam ve vezirler için yazılmış kasideler mevcuttur. Nâbî, Rûhî-i Bağdâdî, Bahâyî, Fuzûlî ve Habeşî-zâde Rahîmî gibi sanatçıların gazellerine tahmisler yazdı (Bilkan 1997: I/172-178). Divân’ın gazeliyât bölümünde, kafiye harfleri değiştikçe araya bir rubâ’î yazılması da Nâbî Divânı’na has bir özelliktir. Divân, şairin Halep’te bulunduğu sırada tertip edildi.
2. Farsça Dîvânçe: Türkçe divanın sonunda “Dîvançe-i Gazeliyyât-ı Fârisî” başlığı ile yer alır (İstanbul 1292). Mevcut bulunan yazma ve matbu nüshalarında, uzunlukları ortalama 7 ile 10 beyit arasında değişen 33 gazel ile Mevlânâ, Molla Câmî, Hâfız, Sâib-i Tebrîzî, I. Sultan Selim, Feyzî-i Hindî, Şifâî, Urfî, Kelîm, Nazîrî, Şevket, Meylî, Garibî ve Tâlib gibi pek çoğu İran şairi olan ünlü şairlerin gazellerine nazire olarak yazdığı 20 tahmis, mesnevi tarzında yazılmış iki küçük Türkçe hikâye 48 ve tarih düşürülmüş kıt’a mevcuttur. Dolayısıyla şairin Farsça şiirlerinin önemli bir kısmı gazellerden diğer kısmı da tahmislerden oluşmaktadır. Gazeller toplam 222 beyit, tahmisler ise toplam 540 beyittir. Divânçe’de yer alan şiirler kafiye fihristine göre alfabetik olarak tertip edilmiştir. Nâbî’nin Türkçe Divânı’ndaki manzumeler arasında çeşitli nazım şekilleriyle yazılmış (Farsça Divânçenin dışında) 30 civarında Farsça şiir de yer almaktadır (Ördek 2012: 28).
3. Hayriyye: Hayriyye-i Nâbî olarak da bilinen eser, şairin en çok tanınan eseridir. Nâbî, 1701 yılında oğlu Ebulhayr Mehmet Çelebi için yazmıştır (Kaplan 1995). Nâbî, oğluna güzel ahlak sahibi olması konusunda öğütler vermekle beraber, birçok sosyal ve siyasi olayı da açık bir dille ifade ederek sosyal bir eleştiri yapar. Otuz beş bölümden oluşan eser 1660 beyit olup aruzun fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilün kalıbı ile yazılmıştır. Nâbî, eserde kendi durumunu anlattıktan sonra, oğluna dini konularda uyması gereken kaideleri telkin eder. Eserde ilmin değeri, Allah’ı bilme, irfan yolu gibi konulardan sonra İstanbul’un güzellikleri anlatılır. Akabinde Alay ve mizahın zararları, cömertlik, güzel ahlak, dedikodunun, fal ve yıldızların içki ve uyuşturucunun, süs ve ziynetin, yalanın vb zararları, ayanın zulmü, güzel söz ve şiir, sabır, ziraat, paşaların durumu gibi konular işlenir. Nabi’nin bu eseri yazmaktaki asıl amacı sosyal ve siyasi tenkitlerini dile getirmektir. Nabi, devrin kötülüklerini ve ahlaksız tiplerini hicvederken çok defa esprili bir dil kullanmıştır. Müflis devlet adamlarının sahte bir haşmet içindeki gülünç ıstıraplarını, rüşvetçi kadıları, cahil doktorları zarif bir şekilde canlandırmıştır. Nabi hadiselerin müspet ve maddi tahliline girerek İslam ahlakını akıl ve mantıkla perçinlemiştir. Eserde insanı hayata ve tabiat sevgisine, çalışmaya, bütün insani fazilet ve meziyetleri kazanmaya sevk eden bir ruh olmakla beraber, pasif karakter daha kuvvetlidir. Yapmaktan çok sakınmayı öğütlemiştir (Kocatürk 1964: 432).
4.Hayrâbâd: yüzyılın en çok okunan ve beğenilen eseri olmakla birlikte Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ı yazmasına da vesile olan bir mesnevidir (Türkdoğan-Koç 2013: 14). Hayrâbâd, esas olarak Feridüddin Attar’ın (ö.1230) İlahiname adlı eserindeki “Hikâyet-i Fahrüddin-i Gürgani ve Padişah Kölesi” adlı hikâyenin genişletilmiş şeklidir. Nâbî bu eseri 1705 yılında Halep’te kaleme almıştır. Beyit sayısı nüshalarda farklı olmakla beraber ortalama 1955 civarındadır. Eser, aruzun “mef’ûlü mefailün fe’ûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Hayrâbâd, tertip açısından klasik mesnevi yazıcılığının şekil özelliklerini gösterir. Eser, “besmele” ile başlamaktadır. 1-79. beyitler arasında Tevhîd; 79-195. beyitlerde “Na‘t-i Fahr-i Mevcûdât”; 195-462. beyitler arasında da “Makâle-i Mi‘râciyye” bölümleri yer alır. Giriş mahiyetindeki bu bölümlerin, dini türlerin genel üslup özelliğine uygun olarak, son derece ağır, sanatkârâne, tumturaklı bir dille kaleme alındığı görülmektedir. Nâbî’nin Hayrâbâd’ındaki olaylar, Şeyh Attâr’ın eseriyle hemen hemen aynı olup sadece kahramanların isimleri farklıdır. Gürgân padişahının adı “Hurrem Şâh”, kölenin adı “Câvid” ve Fahreddin-i Gürgânî’nin adı ise “Cürcân padişahı Fahr” olarak değiştirilmiştir.
5.Surname: Eser IV. Mehmet’in emriyle şehzadeleri Mustafa ve Ahmet’in sünnetleri münasebetiyle 1675 yılında yazılmış olup 587 beyittir. İlk olarak Âgah Sırrı Levend tarafından neşredilen (Levend 1944) eser mesnevi nazım şekliyle ve aruzun fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilün kalıbıyla yazılmıştır. Tevhid, na’t ve medhiyelerle başlayan eserde, IV. Mehmed’in şehzadeleri için Edirne’de yapılan sünnet düğünü hazırlıkları, sadrazam ve vezirlerin getirdiği hediyeler, yemek ve ikrâmlar, on beş gün devam eden şenlikler, mevlit ve sünnet töreni ayrıntılı bir biçimde anlatılmaktadır. (Arslan 2008: 59).
6. Tercüme-i Hadîs-i Erba’în (Kırk Hadis Tercümesi): Nâbî’nin, İran şairi Molla Câmî’nin “Hadîs-i Erba’în” adlı eserinden tercüme ettiği eser ‘fe’ilâtün mefâ’ilün fe’ilün’ vezniyle yazılmıştır. Tercüme-i Hadîs-i Erba’în, manzum bir mukaddimeyle başlamış ardından hadisler Arapça metniyle verilmiş sonra da manzum tercümeleri ve açıklamaları yapılmıştır. Hadislerin tercümesi kıt’alar halindedir, toplam kırk iki kıt’a mevcuttur. Nâbi, bu eserinde oldukça sade bir dil kullanmıştır. Abdülkadir Karahan, eserin sonunda yer alan tarih düşürülmüş bir kıt’anın iki şekilde yorumlanabileceğini söyleyerek eserin telif tarihinin 1097/1686-87 veya 1085/1674-75 olabileceğini belirtmektedir. Necip Asım tarafından Millî Tetebbular Mecmuası’nda yayınlanmıştır. Ayrıca Abdülkadir Karahan da “Türk Edebiyatında Kırk Hadis” (Karahan 1952; 1991) adlı eserinde manzum kırk hadis tercümesini incelemiştir.
7. Tuhfetü’l-Harameyn: Nâbi’nin, Musahib Mustafa Paşa’nın desteğiyle, 1090/1679 yılında gittiği Hac yolculuğunu anlattığı seyahatname türü mensur eseridir. Şair hac yolculuğuna İstanbul’da nasıl başladığını, konakladığı menzilleri, memleketi olan Urfa’ya varışını, Suriye, Filistin, Mısır ve nihayet Mekke’ye gidişini ayrıntılı bir şekilde anlatır. Mekke’den itibaren haccı eda ederken bütün kutsal yerleri tanıtmış ve bu ibadetin bütün gereklerini anlatmış olan Nâbî, Medine’ye yaptığı ziyareti de bütün teferruatıyla dile getirmiştir (Kalkışım 1988: 14; Turan 1995: 28; Coşkun 52). Tuhfetü’l- Harameyn, oldukça sanatlı bir dille kaleme alınmış olup, pek çok Türkçe, Farsça, Arapça beyit ve mısralarla süslenmiştir. Eser dil yönüyle, Nâbî’nin diğer bütün eserlerinden daha ağdalı ve süslüdür. Ancak şairin üslubu, eseri sürükleyici kılmış ve eserin halk tarafından okunmasını sağlamıştır. Eser, 1265 (1849) yılında 112 sayfa olarak Matba’a-i Âmire’de basılmıştır.
8. Münşeât: Nâbî’nin mektuplarını ihtivâ eden eser, şairin vefâtından sonra, Şehîd Ali Paşa’nın tezkirecisi olan Habeşî-zâde Abdurrahîm Çelebi tarafından, Paşa’nın emriyle bir araya toplandı. Münşeât’ta yer alan mektuplar, Nâbî’nin hayatının yaklaşık olarak elli (50) yılına yayılmış mektuplardır. Dolayısıyla bu metinler, onun hayatı boyunca yapıp ettiklerini, muhatap, dost ve düşmanlarını, his, hayal ve düşüncelerini aksettirmesi bakımından oldukça önemlidir. Nâbî’nin mektuplarındaki muhatapları toplumun her kesiminden tanıdık kişilerdir. Bu kişiler, çoğunlukla yönetici insanlardır. Bunlar arasında Vezir Ali Paşa, Halep Muhafızı Mehmet Paşa, Halep Muhafızı Silahtar İbrahim Paşa, Halep Valisi İbrahim Paşa, Damat Ali Paşa, Râmî Paşa, Refia Efendi, Boz-oklu Mustafa Paşa, Çorlulu Ali Paşa, Şeyhülislâm Mehmet Sadık Efendi, Defterdar İsmail Efendi, Mîr-i Mîrân Abdülbâkî Paşa, Arif Efendi, Tevkiî Süleyman Paşa, Hamevî Ali Efendi, Baltacı Mehmet Paşa, Mehmet Paşa-zâde Yusuf Beg, Diyarbakır Valisi Yusuf Paşa, Bâkî Paşanın Dîvân Efendisi Enis Çelebi, Habeşî-zâde, Erzurum Muhafızı İbrahim Paşa, Veziriazam Ammî-zâde Hüseyin Paşa, Maktûl Mustafa Paşa-zâde Ali Paşa, Mîr-zâ Efendi, Köprülü-zâde Esad Beg, Kastamonu Mütesellimi Halil Ağa yer almaktadır. Derviş Salih Bey, Sabit Efendi, Şair Mosis, Kâtip Ledünnî gibi bazı şair ve edipler de onun mektuplaştığı kişilerdendir. Bu kişilerden hareketle mektupların sadaret makamına ya da önemli devlet yöneticilerine gönderilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Nâbî’nin sıradan insanlara göndermiş olduğu mektuplar da vardır (Oktay 2014: 32). Nâbî, mektuplarında nazım ve nesir alanında eserler veren kişiler ile saz şairlerini övmüş, onlara adeta üstatlık etmiştir. Bir taraftan nesir alanında eğiticilik yaparken bir taraftan muhatabının şiirlerinden zevk aldığını belirtmiştir. Ayrıca Nâbî, saz şairleri ile de mektuplaşmakta, onların eserlerini takip ettiğini ve bu eserlerden zevk aldığını beyan etmektedir. Münşeât genelde Nâbî’nin kendi isteğiyle yazdığı mektuplardan oluşmaktadır. Ancak bazıları, Nâbî’nin bizzat kendi isteğiyle değil, ona birilerinin rica etmesiyle yazılmıştır.
9. Zeyl-i Siyer-i Veysî: San’atlı divan nesrinin tanınmış isimlerinde Veysî, (ö. 1628) Siyer’inde, Hz.Muhammed’in hayatını, Bedir Savaşına kadar yazmış; Nâbî buna, Mekke’nin fethine kadar olan kısmı yazarak ilave etmiştir. Kronolojik bir sıra ile devam eden eserde Uhud Savaşı, Hendek Savaşı, Hudeybiye Antlaşması, çevre ülkelere İslam’a davet mektuplarının gönderilmesi, Kaza Umresi, Hayber’in Fethi, Mute Savaşı gibi konular esas teşkil etmekle birlikte aradaki küçük gazveler, doğum, izdivaç vb. konular da anlatılmıştır. Eserden söz eden kimi kaynaklar eserin Mekke’nin Fethi’ne kadar yazılıp tamamlandığı konusunda bilgi vermektedir. Eser Mekke’nin Fethi’nin anlatımı ile biter (Altunmeral 2015: 24). Eser 1103/1692 yılında kaleme alınmıştır.
10. Fetih-nâme-i Kamaniçe: İlk olarak, Tercümân-ı Ahvâl Matbaasında “Târih-i Kamaniçe” adıyla 1284 (1867) yılında İstanbul’da basılan eser, 1082 (1671) yılında IV. Mehmed’in Lehistan’a yaptığı sefer sırasında yazılmıştır. Nâbî, 1672’de alınan kaleye IV. Medmed ile beraber girmiş ve Musâhip Mustafa Paşa’nın isteği üzerine gaza-nâmeyi yazmıştır. Nâbî kalenin fethinden sonra, yazdığı tarihin kale kapısına kazdırıldığını da belirtir. Eser, toplam 84 sayfadır. Eserde yer yer manzumeler de bulunmaktadır (Yalçınkaya 2012: 23).
Gerek manzum gerek mensur eserleriyle 17. Yüzyılın ikinci yarısında yer alan, Divan şairlerinin en önde gelen isimlerinden biri olan Nâbî hakkında bilgi veren kaynakların çoğu, onun Divan edebiyatının klasik devrinin son büyük temsilcisi olduğu fikrinde birleşirler. Nâbî hakkında bilgi veren tezkireler, genellikle şair hakkında övgü dolu cümleler kullanırlar. Safâyî, Nâbî’yi zamanın melikü’ş-şua’râsı olarak gösterirken, onun bilgisinden, olgunluğundan, kusursuz ve güzel söz söylemekteki ustalığından ve devletin ileri gelenlerinin meclislerindeki hoş sohbeti ve nüktedanlığı nedeniyle aranan bir kişi olarak söz eder (Çapan 2005: 628). Sâlim de Nâbî’yi Divan şiirinin melikü’ş-şua’râsı olarak gösterirken, onun zamanının bulanmaz şairi (şâir-i nâ-yâb), eserlerinin ise dillere destan olduğunu ve bütün dünya tarafından bilindiğini söyledikten sonra şairin tasavvufî bilgisinin derinliğine işaret ederek, Nabî’nin ilim ve irfanının sanat gücünden daha fazla olduğunu belirtir (İnce 2005: 631).
Nâbî’nin şiirlerinde ilk göze batan şey, fevkalade kolay şiir nazmetmiş olmasıdır. Nâbî’nin şiirini incelerken doğal olarak kasideleri ile gazellerini birbirinden ayırmak gerekecektir. Zira şair, Divan’ındaki şiirlerinden de görüleceği gibi esas kişiliğini gazellerinde göstermiştir. Kasideleri ise şairin karakteristik ruhuna biraz aykırı gelebilecek kusurlar mevcuttur. Nâbî’nin kasidelerinde Vasfi Mahir Kocatürk’ün de değindiği gibi Bâkî ve Nef’î ihtişamı yoktur (Kocatürk 1964: 458). Nabî nesib bölümlerinde tabiat tasvirlerinden çok içtimai hayat teferruatına girmekte, yer yer devrin siyasî tablolarını çizmektedir. Nâbî’nin kasidelerinin bir diğer özelliği de, devlet adamlarını övmede klasik klişeye tamamen uymakla birlikte haklı ve ahlaki görmediği abartmalara fazla yer vermemiş olmasıdır. O daha çok buralarda devletin ve milletin durumunu açıkça ortaya koyma yoluna gitmiştir. Gibb, Nâbî’nin kasidelerini lüzumsuz ve zorlama şeklinde olduğunu bundan dolayı da bu nazım şeklinin Nâbî’ye uygun olmadığını söylerken tevhid, na’t, sulhiyye ve azliyye gibi kasidelerini bu görüşün dışında koyar (Gibb 1999: 235). Nâbî, kasidelerinin nesib bölümlerinde çevre tasvirlerinden ziyade ‘fikrî’ tahlil ve hikemî anlatıma yer vererek, bu husiyetiyle kaside geleneği içerisinde özel bir tavır sergiler. Medhiyyeler daha samimi bir anlatımla yazılmış, Fahriyyeler ise oldukça kısa tutulmuştur.
Nâbî’nin gazellerinde ise bariz bir çeşitlilik göze çarpmaktadır. Gazellerinin bazılarında Fuzûlî’deki içtenlik, duygululuk, bazılarında Nâ’ilî’deki kanaatkârlık, bazılarında Nef’î’deki isyânkarlık, bazılarında Ruhî’deki içtimai tenkid özellikleri görülmekle beraber, şair bütün bu özellikleri harmanlayarak daha sonraları Nâbî üslubu olarak anılacak kendine has bir üslup geliştirmiştir. Nâbî’yi edebiyat tarihimizde en önemli şair yapan tarafı da budur. Nâbî’nin şiirleri incelendiği zaman döneminin toplum yapısının tezahürlerinin bir yansıması olarak görülecektir. Nâbî’yi Nâbî yapan bu özellik Nâbî’nin gözünden Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu durumu gözler önüne sermektedir. Onun şiirlerinde bazen eleştirilerde bulunup ferahlamak, bazen şikâyetlerle gönlündekileri etrafındaki bulunanlara duyurmak, bazen tevekkülle olayları göğüslemek, bazen de hikmetle yoğrulmuş düşünce ve görüşlerle onlara ibretle bakmak vb. özellikler ön plana çıkmaktadır. Nâbî’nin sosyal, ahlakî ve didaktik konuları işleyip içinde yaşadığı muhitin kusurlarını, haksızlıklarını, sorunlarını eleştirmesi çağına nisbetle bir yenilik olarak görülmüş; devletin ve halkın gittikçe güçleşen ekonomik durumlarıyla gün geçtikçe daha da bozulan düzenin sahip olduğu huzursuzluk Nâbî tarzı şiir alanında şairleri de teşvik etmiştir.
Nâbî’nin gerek şiirlerine ve gerekse şairlik karakterine baktığımız zaman, dil ve içerik bakımından tamamen kendine ait, benzeri olmayan yeni bir üslup arayışı içinde olduğunu ve bu üslubu da hikemî tarzla isimlendirdiğini görmekteyiz. Nâbî’de hem geleneksel Divan şiiri karakterine hem de kendi yaşadığı dönemde ortaya çıkan ve şairlerin büyük çoğunluğunu etkisi altına alan Sebk-i Hindî üslubuna tepki göstererek, kendi tarzının niteliklerini sergilemeye başlamıştır. İlk olarak şiire fazla yabancı kelime girmesine tepki göstermiş, sonra da yabancı dilden şiir tercümelerini eleştirmiştir. Daha sonra şiirin şekil ve muhteviyatına inerek, Sebk-i Hindî’nin en büyük özelliği olan söz sanatları ve anlaşılmazlığı eleştirip şiirde sanattan ziyade muhteviyata, düşünmeye ve düşündürmeye ağırlık veren tarzı ortaya koymuştur. Nâbî’nin ‘usandık’ redifli gazeli tamamen eski geleneğe tamamen bir başkaldırı özelliği sergilemesi bakımından çok önemlidir (Erkal 2019: 310).
Nâbî’nin gerek şiirlerinde, dil ve içerik bakımından tamamen kendine ait, benzeri olmayan yeni bir üslup arayışı içinde olduğunu ve bu üslubu da hikemî tarzla isimlendirdiğini görmekteyiz. Hikemî şiirin kaynaklarına indiğimiz zaman, doğrudan doğruya Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu durumla doğru orantılı olarak geliştiğini görmekteyiz. Bu durumu impressionistlerin ortaya attığı sanat-obje ilişkisi içinde düşünürsek daha net sonuçlara ulaşabiliriz (Erkal 2018: 336). Burada ifade edilen obje, Nâbî’de toplum dolayısıyla da insandır. Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu siyasî ve malî bunalımlar, huzursuzluk, rüşvet, siyasî çalkantılar toplumun yaşantısını alt üst etmiş ve sonuç olarak da bir çöküşe doğru gitmiştir. Nâbî bu noktadan hareketle insanlara bilgi vermek, nasihat etmek amacıyla didaktik mahiyette yazdığı şiirlerine ‘hikemî şiir’ adını vermiştir. Hikmetli söyleyiş, aslında bütün Divan şairlerinde az-çok mevcuttur. Yalnız Nâbî, bu söyleyişi emsallerinden gözle görülür derecede farklı bir şekilde sanatın gayesi haline getirince bir inkılap yapmıştır (Yorulmaz 1996: 29). Hikemî şiirde Nâbî’nin ekol sahibi oluşu, ‘düşünmeye ve düşündürmeye ağırlık veren bir sanat anlayışıyla yakından ilgilidir (Mengi 1991: 131). Nâbî, hikemî şiirlerinde özlü söz söylemeye önem göstermiş ve bunu yaparken de atasözü ve deyimlere sık sık başvurmuştur. Bunun yanında ‘berceste’ dediğimiz, az şeyle çok şey anlatmak, alışılmışın üstende söz söylemek gibi bir üslupla şiirlerini yoğunlaştırmıştır. Nâbî’nin yetiştiği toplum İslam toplumu olduğu için, bu toplumsal yapının bir bireyi olarak geleneksel değerlerin sarsılması, şair üzerinde tedirginlik, kötümserlik, eleştiri ve yergi biçiminde etkisini göstermiştir. Bu nedenle de hikemî şiirlerinde ahlâki değerlere önem veren ve bunlara sahip çıkan Nâbî, bu şiirleriyle halkı bilinçlendirmeyi amaçlamıştır. Mine Mengi’nin tespitlerine göre Nâbî’nin bu tür şiirlerinde kötülüğe, haksızlığa karşı isyan veya mücadele ruhu görülmemektedir. Nâbî’nin ruhuna da aykırı olan bu davranış, bu tür durumlara karşı mücadeleden ziyade sakınmayı amaçlamaktadır (Mengi 1978: 180).
Yazar: DOÇ. DR. ABDULKADİR ERKAL
http://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/nabi-yusuf-nabi-efendi