Mitolojinin Söylediği
Abdulkadir İlgen 01 Ocak 1970
“Ve a’lleme Âdeme el-esmâe külle-hâ”
“Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti”
KUR’AN-I KERİM, BAKARA/286
Her kültür alıştığı ve kendini kanıtladığı, yani yararlı olduğuna inandığı şeyi bilir. Ve birlikte yaşanılarak öğrenilen bu yol henüz kanıtlanmamış bütün denemelere tercih edilir. Buna göre tutulan yol, kanıtlanmış yaşamın bilgeliğidir. Bazı yerlerde buna halk irfanı da denir ki aslında kolektif bilincin ta kendisidir.
Halk irfanı denilen şey, kaynağını, sahici bir hakikate dayanan yaşanmışlık ve gelenekten alır. Bu bile nihai bir sabite değildir. Bilhassa Tarım Devrimi ve Sanayi Devrimi gibi büyük kopuşların yaşandığı çağlarda hayat yeni zaruretlerle karşı karşıya kalır. Ne ki devrim kavramı bile ani bir değişimi değil, kökleri yüzyıllara dayanan tedrici bir değişimi ifade eder.
Bu tür devirlerde “halk irfanı” denilen şey bir anda akan zamanın engeli, tortusu olmaya başlar. “Verili bir pratik” içinde kendini idrak eden toplum, bu sefer başka bir veri tarafından kendini idrak etmeye başlar. Yeni durum, insan-öznenin kendisi dâhil her şeyin dil üzerinden kurduğu ilişkinin doğası yüzünden böyledir.
Bu, hayatın dille yeniden yaratılması, yorumlanması ve tasarruf edilmesinden başka bir şey değildir. İnsan-özne hayatı sadece dil üzerinden kurmaz, onu yeniden yaratır. Bu kültür yapan bir varlık olan insanın mümeyyiz vasfıdır. Çünkü insandır ki hayata teslim olan edilgen bir varlık olarak değil, etken bir varlık olarak kendisi de dâhil her şeyi sürekli yorumlar.
Çeviri tam da bu yüzden metnin aslına takaddüm eder. Çünkü yorum olarak çeviri metni yeniden yaratmaktır. Bu, insanın en temel yetilerinden biridir. Hayatı olduğu gibi değil, yorumladığı gibi almak, tasarruf etmek. Kitap’ta geçen şu ifadeler sadece Âdem’i meleklerden ayıran temel ayrımı göstermez, aynı zamanda “çevirinin” önemini de öne çıkartır.¹
“Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra o isimlerin delalet ettiği şeyleri meleklere gösterip ‘Haydi davanızda doğru iseniz bana şunların isimlerini haber verin!’ buyurdu.”²
Bu, Âdem’in “saf sözü” yorumlama, yeniden yaratma ve tasarruf etme yetisini ifade eden en temel ayrımlardan biridir. Bu yeti ve arzudur ki anbean “saf sözden” sürgün edilişimizin ıstırabını duyurur bize. Ve o yüzden sürekli olarak sözün peşinde koşarız. Bu, insanın varlık ve sözle girdiği “hiç bitmeyen diyalog ve diyalektiğin” serüvenidir. Bundan dolayıdır sözün göçündeki süreklilik.
Mitolojiler bu göçün en rafine tanıklarıdır. Aslında insan hiçbir zaman sözün hakikatine ulaşamaz. Saf sözden sürgün edildiğimiz günden bu yana adını bazen sanat, bazen de onun bir türevi olan bilim şeklinde geçenden alan eğilim, hep bu susuzluğun bir yansıması olarak kendini devam ettirir.
Mitolojinin Dili
Mitoloji ve mitolojik devirler denince ilk başta masallar devrinden kalma gerçek dışı olaylar akla gelse de mesele öyle değildir. Gerçek dışı olan mitolojik devirlere ait imge ve semboller değil, bizim o devirleri yorumlama biçimlerimize yüklediğimiz inançtır.
Problem, bizim şimdi sahip olduğumuz “anlamayı anlama” biçimini evrensel bir “anlama” biçimi olarak merkeze almamızdadır. Hakiki sosyal bilimci bunu yapmaz. Onun yerine tıpkı araştırma konusuyla kendisi arasına belli bir mesafe koyduğu gibi, kendi bilişsel nesnelliği ile “anlama” arasına belli bir mesafe koyar.
Aksi halde yansızlığını yitirir ve araştırma konusuna kendi döneminin gramerini giydirir. Bu, o döneme ilişkin tarihsel “nesnelliğin” değil, içinde bulunduğumuz zamana gömülü nesnelliğin tarihsel olana yansıtılması sonucunu verir. Bu da söz konusu alanı anlamanın değil, yargılamanın konusu yapar.
Durum budur. O yüzden günümüz ve yazılı tarihin kahramanları ne kadar sahiciyse mitolojik devirlerin kahramanları da o kadar sahici ve gerçektir. Çünkü her ikisi de bir okuma, yorumlamadır. Yalnız mitolojide olaylar bizim kavrayışıma uzak bir kavram ve anlam dizgesiyle yorumlanırken, yazılı tarihin kaynaklarında olaylar günümüz kavram ve anlam dizgesine daha yakın bir referans setiyle yorumlanır.
Aslında mitolojik dönemlerin insanı da günümüz insanı gibi tabiat ve çevre karşısında her an yepyeni meydan okumalarla karşı karşıya kalmış, ona çözümler bulmaya çalışmıştır. Bunu yaparken de bazen iradi, bazen de gayri iradi biçimde hiç beklemediği yollara savrulmuştur. Bu aslında tarihin de dinamiğidir; yönü ve çıkışı belli olmayan belirsizlik ve risklerle dönüşü olmayan yolların hepsi, her defasında hayatın yeniden yorumlanmasını gerektirmiştir.
Mitolojik dönemlerin kahramanı işte bu anlarda ortaya çıkar. Kahraman, bilinmeyen ve yegâne çıkar yol olarak görüneni aştığı, buna meydan okuduğu için olağandışı bir şey gibi yorumlanır. Çünkü sanılanın aksine nedensellik dizgesinde “sebep” olarak görülen çoğu şey, aslında bir alışkanlık ve yanılsamadan ibarettir.
Mitolojinin kahramanı aslında alışkanlığı yenen, putları kıran kişidir. O yüzden İbrahim bir kahraman, öncü; Manas bir kahraman, Ergenekon’da dağı delen adam da aynı şekilde bir kahraman veya büyücüdür. Prometheus gibi Antik Yunan’daki kahramanlar da öyledir. Onlar da “sebep” olarak bilinen “alışkanlıklara” meydan okuyan, onları aşan adamlardır.
Hepsi de imkânsızın sınırlarını zorlamış, doludizgin karanlıklar ülkesine dalmış adamlardır. Kitâb-ı Mukaddes’te Erek, Sümer destanlarında Uruk olarak geçen Uruk halkının kahramanı Gılgamış da böyle değil midir oradaki mitolojik canavar Humbaba’yı öldürmek için ıssız sedir ormanlarına girerken?
Hem ne demişti “dorukları göğün tavanına ulaşan, temelleri dipte cehennemle birleşen” Muşu adlı çatal dağın gözcüsü Akrep-Adam Gılgamış’a;
“Yürüyen olmamıştır şimdiye dek bu yolu,
Dağın geçidinden geçen olmamıştır;
Karanlıktır içerisi on iki konak boyunca,
Öyle karanlıktır ki göz gözü görmez.
Güneşin çıktığı yandan
Güneşin vurduğu yana.”³
Yürüyen olmamıştır şimdiye dek bu yolu. O güne dek kimsenin girmeye cesaret edemediği ormanın sakinleridir bunu söyleyen. Oradaki mitolojik canlılar bile o yolun ötesine gitmemiş, o sınırı aşmamıştır. Gılgamış, işte bu yolu; hiç denenmemiş, insan eli değmemiş yolu aşar.
Ergenekon
Eski Türkçede “dağ beli, geçit” anlamına gelen “kon” sözüyle “sarp” anlamına gelen “Ergene”⁴ kelimelerinden meydana gelen Ergenekon sözü de sarp yokuş veya geçit anlamına gelir ki, o da olmayacak bir işin başarılması anlamında destanlar çağının önemli olayları arasına girmiştir. Zaten mitolojiler, içinde yaşanılan devrin, günün hâkim görüşü veya inancıyla yorumlanması sonucu oluşan ilk hermeneutik metinlerdir.
Dünya Mitolojisinin en güzel örneklerinden biri olan Oğuz Destanı da böyledir. O da kendi döneminin hermeneutik bir yorumlaması, dünya görüşü ve zihniyetini verir. Mesela destanda geçen şu ifadeler;
“Günlerden bir gün Oğuz Kağan bir yerde Tanrı’ya yakarmakta idi. Gök’ten bir gök ışık indi. Güneş ve aydan daha parlaktı… O ışığın içinde bir kız, yalnız oturuyor… Gülse Gök Tanrı gülüyor, ağlasa Gök Tanrı ağlıyor sanılırdı.”
Destana göre Oğuz bu kızla evlenir ve ondan üç oğlu olur. Günhan, Ayhan ve Yıldızhan isimli oğulları bu kızdan olur ki, bu da onları tıpkı Çin efsanelerindeki gibi Göğün oğulları yapar.
“Yine bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç gördü. Bu ağacın kovunda bir kız vardı, yalnız oturuyordu. Çok güzel bir kızdı. Gözü gökten daha gök idi…⁵ (Oğuz), onu sevdi, aldı. Günler ve gecelerden sonra gözleri parladı üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Kök adını koydular, ikincisine Tağ adını koydular, üçüncüsüne Tengiz adını koydular”
Burada da Oğuz’un bu kızdan üç oğlu olur. Gökhan, Dağhan ve Denizhan ismini verdiği bu oğullar da Yer-su Tanrılarının armağanı olan bir kızdan olmadırlar. Bu son örnekte bütün mitolojilerde kutsal sayılan Hayat Ağacına da bir gönderme olduğu görülüyor.
Fakat bizi burada asıl ilgilendiren mesele, destanda geçen olayların nerede ve nasıl geçtiğinden daha çok, olay ve kahramanın ele alınış ve yorumlanış biçimidir. Bu destanda görüldüğü gibi olaylar Tanrı tarafından kutsanmış, seçilmiş bir kahraman ve o kahramandan inen oğulların tasvirini yapar.
Türk Töresine göre rütbe olarak sağ kol, sol koldan üstündür. Burada da sağ koldan inen Günhan, Ayhan ve Yıldız hanlar; sol koldan inenler ise Gökhan, Dağhan ve Deniz hanlardır. Çünkü sağ koldakilerin annesi Gök Tanrı’nın bir armağanı olarak gökten bir ışık şeklinde inerken, sol koldakilerden annesi Yer-su olarak bilinen Tanrı armağanıdır da ondan böyledir bu.
Bu sağ kol ve sol kol Oğuz geleneği, Osmanlı ordu düzeninde de aynen devam ettirilmiştir. Hanedanın bin yıllar süren meşruiyet kaynağının arkasında da kaynağı Gök Tanrı’ya uzanan bir gelenek vardır.
Dikkat edilirse burada henüz nedensellik ilişkilerinin günümüz anlamında tam bir forma kavuşmadığı destanlar çağı kahramanı, son tahlilde Tanrı’yla ilişkilendirilerek sunulan edilgen biri formunda görünse de kahramanın kendisi de sıfırlanmamıştır. Bu Yunan mitolojisi ve daha eski mitolojilerde de böyledir.
Mitolojinin Söylemediği
Mitolojinin söylemediği yoktur. Çünkü her devir bir anlamda kendi mitolojisini üretir. Ve mitolojiler çok kere “kendinde-şeyin” önüne geçer ve onu perdeler. Bu, dilin metafizik yapısından ve varlığın tam olarak dile tercüme edilmesine uygun olmayışından dolayı böyledir.
Bu, sadece “gerçek anlamda bir nedensellik kavrayışının yeterince gelişmediği” ve hayatın el yordamıyla tanzim edildiği az gelişmiş toplumlarda böyle değildir. Bu, gelişmiş toplumlarda da böyledir.
Kişi kendi üzerinde durma, düşünme ve dönme anlamlarına gelen refleksiyon yoluyla ve çoğu kez de bilmeyerek bilincin nesneleriyle karşı karşıya gelir. Ve bunlardan çoğu da bilinçdışında biriken imgeler ve duyumlar olabilir. Modern çağlar ve cemiyetlerde bile bu böyledir ve o yüzden her an bu tür uyarılar bilincimizi etkileyebilir.
Müfrit rasyonalistler, hayatın örgütlü aklın kurumsal biçimleriyle tanzim edildiğini söylese de bu her zaman böyle işlemez. Çünkü insan davranışlarının çoğu motor mekanizmalar tarafından yönlendirilir, akıl tarafından değil. O yüzden de bir tarafımız sürekli bilinçdışı yönlendirmelere açık kalır.
Totaliter rejimler ve kültür endüstrisinin revaçta olduğu durumlarda ise hem akla ait alan hem de bilinçdışı çok daha yoğun bir baskıyla karşı karşıya kalır. Bazen iş o noktaya varır ki, hayatın kendisi manipülasyon ve illüzyonun oyun sahası haline gelir. Bu gibi durumlarda anayasa gibi kurucu metinler bile gerçek anlamını yitirebilir.
Böyle durumlarda hayatı yeniden üretmek ve yeni meydan okumalara yeni cevaplar vermek yerine eskiye ait mitolojiler bağlamından kopartılarak tedavüle sokulur. Artık hayatın kendisi topyekûn bir kavram kargaşasına kurban edilir.
Bugün de Türkiye böylesine derin bir travmadan, etrafı illüzyonlardan oluşmuş demirden dağ ve uçurumlarla çepeçevre sarılmış, yüksek gerilimli bir çemberden geçiyor. Türk iradesi bu kuşatmayı da yaracak, demirden dağları eritecektir.
__
¹Walter Benjamin “dünyevî dilin değişik dillere dağılmış halde cennetten kovulmadan önceki saf dilin izlerini taşıdığını” belirtir. Bu özgün yorum, dilin yansız olmayan aktif ve aynı zamanda metafizik konumuna işaret eder. Bunun sonucu olarak “çeviri, çevirisi olduğu metinden daha özgün” hâle gelir. Bkz. Rush, F. (2019), “Jena Romantizmi ve Benjamin’in Eleştirel Epistemolojisi”, Sanatta ve Edebiyatta Eleştiri: Alman Romantizminde Sanat Eleştirisi Kavramı, İletişim Yayınları, İstanbul, s.44.
²Kur’an-ı Kerim, Bakara/31.
³Gılgamış Destanı, (2021), (çev), Said Maden, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, s. 87.
⁴Ögel, B. (1989), Türk Mitolojisi-I, TTK Basımevi, Ankara, s. 62.
⁵Orijinal metinde “Anung közü kökten kökrek erdi” şeklinde geçer. Bkz. Arat, G.R.-Bang, W (1936), Oğuz Kağan Destanı, Burhaneddin Basımevi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Semineri Neşriyatından, İstanbul, s. 15.