“Küçük” Şeyler
Prof. Dr. Erol GÜNGÖR 01 Ocak 1970
Kalkınmakta olan ülkelerde milliyetçiler kalkınma için belli görüşlere sahip olan bir aydın azınlık teşkil ederler. Bunların temel meselelerinden biri de kendi görüşlerini büyük kitleye benimsetmek, onların aktif ve gönüllü desteğini sağlamaktır. Milliyetçiler, millî kültürü temsil ettikleri ve ‘yerli’ bir formül getirdikleri için, halk ile çabucak kaynaşacaklarını, onlardan istedikleri desteği —siyasî ve iktisadî— kolayca görebileceklerini düşünürler. Belki de bu düşüncelerinde fazla samimi ve heyecanlı oldukları için, önemli bir noktayı çok defa gözden kaçırmaktadırlar. Milliyetçiler bir ‘seçkin’ grup olarak, henüz modernleşmemîş bir cemiyet karşısında modernizmi temsil etmektedirler. Şu halde kendilerini halka ne kadar yakın veya onunla ayni hissederlerse etsinler, halkın şimdilik yabancı olduğu bir değer sistemini ve bir hayat tarzını temsil ediyorlar demektir. Milliyetçi aydın günlük davranışlarında bu farkın varlığını hiç aklına getirmez, çünkü halk ile onun arasındaki farklılık daha ziyade özel hayata ait noktalarda toplanmaktadır. Yine de, hiç önemi olmadığını düşündükleri için halka göstermedikleri yüzleri, kendilerine ümit bağlayanlar için —ciddî veya yersiz— büyük hayâl kırıklığına yol açabilmektedir. Modernleşmenin yaratacağı farklı bîr atmosfer içinde kendilerinin de pekâlâ ayni hayatı benimseyebileceklerini hiç hayâl etmeyen halk kitleleri, bu insanları samimiyetsizlikle suçlayabilir.
Milliyetçi aydınların yerli kültüre iştirakleri üzerinde önemle durmak gerekiyor. Bunlar geleneklere saygılı olmayı halka yakın olmak için yeterli gördükleri takdirde yanılırlar. Geleneğe saygılı olmak için mutlaka milliyetçi olmak gerekmez; geniş görüşlü bir Avrupalı da ayni saygıyı ve sempatiyi gösterebilir. Şu halde halka yakınlık veya halktan olma konusunda bir Batılı ile bir yerli aydını birbirinden ayıran önemli noktalar bulunsa gerektir.
Bu bir çıkmazdır ve bu çıkmaz bize modernleşme dediğimiz hadisenin kültür değerlerinden ayırdedilemeyeceğini kesin bir şekilde göstermektedir. Kendi ülkesinin insanlarına ve kültürüne karşı en büyük yakınlık duyan, üstelik bütün siyasî ve ideolojik tavrını bu yakınlık üzerine kuran insanlar bile, yücelttikleri kültürün kenarında kalmaktadırlar.
Bu insanlar Batı ülkelerinde ilim ve teknoloji tahsil etmek üzere yurtdışına gitmişler, memlekete bu öğrendiklerini getirerek bir sosyal refah ve kudret sağlayacaklarını düşünmüşlerdir. Bazıları gittikleri ülkenin örflerini, âdetlerini, kanun ve müesseselerini hiç beğenmeyip bunların karşısında kendi memleketlerinin gelenek ve göreneklerini adeta kayıtsız şartsız üstün görecek kadar aşırı yurtseverdirler. Fakat muhakkak ki büyük çoğunluğu insan münasebetleri bakımından Batı ülkelerinde gördükleri ferdiyetçiliği, materyalizmi, hesapçılığı hiçbir şekilde beğenmemişler, onlardan sadece birtakım üretim teknikleri ve bu teknikle ilgili sosyal organizasyon dışında hiçbir şey alınmaması gerektiğine inanmışlardır. Batı ülkelerine karşı takınılan bu tavır bakımından Türk aydınları bir istisna teşkil etmezler. Henüz modern teknoloji ve modern sosyal organizasyonun yerleşmediği ‘geleneksel’ ülkelerin hepsinde de milliyetçi aydınların ortak görüşü budur. Bu insanlar bulundukları yabancı ülkelerde kaldıkları müddetçe kendilerinin tamamen yabancı olduklarını, her şeyleriyie başka bir kültüre ait olduklarını düşünmektedirler. Ayni düşünce memleketlerine döndükten sonra çoğunlukla devam eder; fakat kendi kültürlerinin insanları onların ‘farklı’ olduklarını anlamakta gecikmez.
Bu farklılığın kültürün hangi sektörlerinde ve ne derece olduğu çok önemlidir.
Meşhur antropoloji âlimi R. Linton kültür unsurlarını hiyerarşik bir şema içinde ifade edebileceğimizi söylüyor. Bunlardan en yukarıdakiler kültürün üniversel unsurlarıdır; bir cemiyetteki insanların pek büyük çoğunluğunun paylaştığı bu üniverseller (dil gibi) kültürün özünü teşkil eder. En aşağıda ise açık (gözle görülebilen) davranış normları vardır.
İşte bu en yukarıda ve en aşağıdaki kültür unsurları kendi aralarında uyuşmazlık gösterirse o zaman bu uyuşmazlıklar bütün kültürde felç tesiri yapabilir. Kültürün özü çok yavaş ve çok az değişir, bu yüzden orada meydana gelen değişmeler cemiyette dağıtıcı, parçalayışı bir tesir yapmaz. Buna karşılık günlük hayattaki açık davranışlar konusunda anlaşmazlıklar, ihtilâflar olunca insanlar arasındaki münasebetlerde karşılıklı anlayış ve uzlaşma yerine devamlı muhalefet hâkim olur. Davranış örnekleri bütün kültür unsurları içinde en çabuk ve kolay değişenlerdir. Kültürlerde değişme de buralardan başlar. Bu yüzden açık davranış örneklerinin bir ayırdedici özelliği vardır: Bunlara bakarak kimin bizim gibi, kimin bizden farklı olduğunu ayırdederiz. Üstelik böyle bir ayırımı fazla düşünüp taşınmaya ihtiyaç olmaksızın herkes kolaylıkla yapabilir.
Milliyetçi aydınların hiç değilse önemli bir kısmı bu noktada kendi halklarıyla kaçınılmaz bir ihtilâfa düşmektedirler. Onlar halkla aralarındaki farkın kendilerinin üstün bir ilmî ve teknik bilgi ile teçhizattanımş olmalarından ileri geldiğini düşünür, hattâ bütün farkın bundan ibaret bulunması gerektiğine de inanırlar. Fakat temel kültür değerleri dışında pek-çok noktalarda ayrı bir hayat yaşamaktadırlar ve bu hayatı hiç yadırgamayacak kadar benimsemişlerdir. Kendilerine sorulduğu zaman, davranışlarının pekâlâ uygun ve doğru olduğunu söylerler; eğer farklılıkları üzerinde ısrarla durulursa, bu işin “özel hayat”ı ilgilendirdiğini, insanların özel hayatlarının ise başkalarına hiçbir zarar vermeyeceğini ileri sürerler.
Açık davranışlardaki farklılaşma günlük muaşeret ilişkilerinden başlayarak ‘zevk’ konularına kadar çok geniş bir sahayı içine alır. Selamlaşma bunların tipik bir örneğidir; Bir kültürün insanları birbirleriyle ilk yaklaşmayı herkes için ortak bir tarzda selâmlaşmakla sağlarlar. Böyle bir birlik, yakınlaşma güven duyma vasıtası konusunda alışılagelmiş ve çoğunluğun benimsediği yoldan ayrılanlar, niyetleri ne kadar temiz olursa olsun, başka insanlarla işbirliği gerektiği zaman onlardan yakınlık görmeyince şaşmamalıdırlar. Aydınların herhangi bir ‘kötülük’ görmeden kullandıkları usuller ancak küçük ve dar çevrelerde geçerli olabilir. ama ayni usuller bu dar çevrenin dışında birlik ve beraberliğin değil ayrılığın temsilcisi olur.
Şahsî zevk sayılan bazı noktalardaki farklılık halkın hissî bakımdan irkilmesinde özel bir rol oynar. Bu zevk farklılıklarının değer farklarından ileri gelmesi şart değildir, yani mutlaka radyoda Türk müziği yerine Batı müziği dinlenmesi veya yerli mutfağın reddedilmesi gerekmez. Çoğunluğun özü itibariyle reddetmediği şeyleri yer ve zaman itibariyle şeya şekil bakımından onlardan farklı olarak icra etmek yine insanların birbirlerinden uzaklaşmasına yeter. İçki meclisinde küple rakı devireni hoş gören insanlar akşam üzerleri lüks bir otelin lobisinde yarım kadeh viski içen biriyle kendileri arasında dağlar kadar fark görürler. Cenaze namazını uzaktan seyredenler, imanları ne kadar sağlam olursa olsun, cemaatın yabancısı olurlar.
Bu misâlleri istediğimiz kadar çoğaltabiliriz; fakat hepsinde ortak olan nokta şudur: Bir yabancıyı (İngilizi, Fransızı ilh.) ilk anda teşhis etmeye yarayan dış davranış özellikleri o kültürün yerlisinde görüldüğü zaman yine bir yabancılık hissi alınır ve bu özellikleri taşıyan insanlar dış grubun mensupları halinde idrak edilmekten kurtulamazlar.
Dış davranış şekillerinin bu kadar önemli olması şaşılacak birşey değildir ve pratik bir mecburiyetten ileri gelmektedir. Bilindiği gibi, bir kültürün değerleri, inanç ve norm sistemleri insanların zihninde yer eden ve ancak manevî varlığı olan şeylerdir, bunları doğrudan doğruya gözlemek imkânsızdır. Hiç kimse bir başkasının zihninde nelerin geçtiğini göremez. Şu halde bir kültürün insanları birbirleri hakkında fikir edinebilmek için birtakım dolaylı yollar bulmak zorundadırlar. İşte açık davranış şekilleri asıl inanç ve değerlerin istidlal edilmesinde birinci derecede kaynak teşkil eder; biz bu davranış şekillerine bakarak, onların temsil ettiği değerleri anlamaya çalışırız.
Bazı hallerde açık davranış farklılığına düşmemek için aşırı bir dikkatin gösterildiğine ve bunun sonucu olarak bir ‘aşırı telâfi’ mekanizmasının işleyişine de şahit oluyoruz. Halktan biri gibi görünmek için onun davranışlarını tıpatıp tekrarlamak insanı ancak gülünç duruma sokar ve samimiyetsizlik değilse bile yetersizlik işareti olur.
Politikacıların zaman zaman hitap ettikleri insanların bozuk şivesiyle ve mahallî kelimelerle konuşmaya çalıştıkları görülür. Bu türlü konuşmalar belki konuşmacının halktan biri olarak idrak edilmesine yeterli gelebilir, ama bu idrak kendi başına hiçbir şeyi halletmez. Halk kendine rehber edindiği kimselerin ‘yerli’ olmasını, kendi kültüründen biri olmasını ister, fakat ondan istediği başka şeyler de vardır. Belli bir bölgenin bozuk şivesiyle konuşmak o bölge halkının bir özelliğini teşkil etmekle birlikte, halk aydın kişilerde böyle bir özelliği yadırgar; halk pek iyi bilir ki tahsilin verdiği başlıca özelliklerden biri insanın düzgün bir şive ve ifade ile konuşmasını öğrenmesidir. Kısacası, hiç kimse kendisinden farklı meziyetleri bulunmayan bir kimseyi kendine rehber ve lider edinmez; böyleleri farklı bir tahsilden geçmişlerse o tahsil ‘boşa gitmiş’ sayılır.
Milliyetçi aydınlar kültürün insan münasebetlerine, dinî inançlara, hissî tepkilere ait kısımlarında meydana gelecek değişmeleri iyi karşılamazlar, bu türlü değişmelerin hem gereksiz hem de tehlikeli olduğuna inanırlar. Bunu yaparken düşünmeleri gerekir ki, kendilerini mensup saydıkları halk kitlesinin fikirleri de bundan çok farklı değildir. Halk da kültür değişmesinin istikameti ve hudutları konusunda aşağı-yukarı milliyetçi aydınlarınkine benzeyen görüşlere sahiptir. Şu halde kendisine rehber edineceği insanları seçerken bu görüş noktasından hareket edecek demektir. Böylelikle hangi tip açık davranışların yadırganacağı, hangilerinin sempati ile karşılanacağını kestirmek mümkündür.
Türk halkı asıl ihtiyacının bir taraftan modern teknolojik bilgi ve teçhizat, bir yandan da modern bir iktisadî ve idarî organizasyon olduğu kanaatindedir. Aydınlarının kendisine bu yolda rehberlik etmesini bekler, ve rehberlik gördükçe onlara bütün samimiyetiyle, bütün iradesiyle bağlanır. Onun gereksiz bir etiket gibi gördüğü konularda veya kuşkulandığı, tehlikeli saydığı noktalarda ‘ihtisaslaşmış’ olmanın hiçbir kıymeti yoktur.
Bütün bu noktalarda tam bir uyuşma olsa bile kaçınılmaz birtakım ihtilâfların yine kalacağını unutmamalıyız. Modern teknolojik ve sosyal organizasyon kendisiyle birlikte modern bîr anlayış da isteyecektir.
En basitinden, iş hayatına karşı takınılan tavırlarda aydınlarla halkın uzun zaman birbirlerine yabancı kalması beklenir: İşe adam alınırken akrabasını ve hemşehrisini gözetmeyenler hoş karşılanmaz, uzun vadeli iktisadî verimlilik yerine kısa vadeli refah gözetilir, ilh.
Fakat bunlardan daha çok göze görüneni, manevî kültürün bazı sahalarındaki değişmeye karşı takınılan tavırdır. Müzikte, sanat ve edebiyatta aydınların benimsediği ve bir bakıma kaçınılmaz olan değişmeler geniş kitle tarafından, hattâ bir grup aydın tarafından, uzun müddet yadırganır ve sürtüşme konusu olur.
KAYNAK: TÖRE Dergisi, Sayı: 109, Haziran-1980, s.3-5.