Türk Düşüncesinin 20. Yüzyılda Parlayan Yıldızı: Erol Güngör
Hayati Tek 01 Ocak 1970
1956’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne kayıt yaptıran Erol Güngör, 1961’de bu fakültenin Tecrübî Psikoloji Kürsüsünde asistan, 1965’te doktor, 1978’de profesör olur.
1957’de aynı fakülteden mezun olan Yılmaz Özakpınar ise aynı kürsüde 1964’te doktor, 1978’de profesör unvanını kazanır.
Eşzamanlı olarak aynı üniversitede, aynı alanda, aynı kariyeri yapan iki akademisyenin yolu, İstanbul’dan sonra Konya’da kesişir.
Özakpınar, 1982’de Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı olarak göreve başlarken, bir yıl sonra Erol Güngör aynı üniversitenin rektörlüğüne atanır.
Bu iki seçkin şahsiyetten Özakpınar, Güngör için şöyle diyor:
“Erol Güngör müstesna bir zihnî terkipti. Onda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sanatkâr ruhu, Yahya Kemal Beyatlı’nın tarih duygusu, Mümtaz Turhan’ın ilim zihniyeti ve Anadolu velilerinin ilhamı vardı.”
MODERN FİKİRLERİN “EN KIVAMLI” ADAMI
Erol Güngör’ü, Namık Kemal, Ziya Gökalp, Mehmet Akif, Mümtaz Turhan zincirinin en parlak halkası olarak gören Ayvaz Gökdemir’in, bu değerli ilim insanı hakkındaki tespiti şöyledir:
“Bütün modern fikirlerin başlangıcı Namık Kemal’de, yerli yerine oturmuş olarak son ucu da Erol Güngör’dedir. 1860’la 1960 arasındaki yüz yıllık fikir hayatımız, Erol Güngör’de olgun ve gerçekçi bir terkibe kavuşur.”
Türk milliyetçiliği fikrini, inanmış aydın kimliği ve parlak bir akademik kariyer ile şahsında bütünleştirerek muhteşem bir terkibe ulaştıran merhum Erol Güngör, Özakpınar ve Gökdemir’in övgülerini fazlasıyla hak etmektedir.
Millet, Hergün, Yeni Düşünce, Yeni Sözcü, Yol, Ayrıntılı Haber, Yeni İstanbul ve Ortadoğu gazetelerinin yanı sıra Türk Yurdu, Hisar, Türk Birliği, Töre, Türk Edebiyatı, Türk Kültürü, Milli Eğitim ve Kültür, Milli Kültür, Konevî, Toprak ve Diriliş dergilerinde makaleleri yayınlanan Güngör’ün, geçtiğimiz yüzyılın en büyük mütefekkirlerinden biri olduğuna şüphe yoktur.
Henüz kırk beş yaşında Hakk’a yürüyen Erol Güngör’ün, bir kısmını aktarmaya çalışacağımız çeşitli konular hakkındaki fikir, tespit ve tekliflerinin, onun bu yönünü açıkça ortaya koyacağı kanaatindeyiz.
HALK-AYDIN ÇATIŞMASI
“Sosyal Meseleler ve Aydınlar” eserinin yazarı Güngör’e göre; Türkiye’nin temel meselelerinin başında halk-aydın çatışması gelmektedir.
Meselenin halledilmesi gereken asıl boyutu ise, “Türk münevverinin memlekette hakiki ve modern bir kültür birliği yaratabilmesi için, önce bu işi yapacak ehliyete ulaşabilmesidir.”
Halk ile aydın arasındaki temel çatışma konularından birinin de din olduğunu belirten Güngör‘ün tespitlerine göre; “Standart Türk münevverine göre, yüksek tahsil ve ihtisas yapmış bir insanın dindar olması imkânsızdır; dindar görünüyorsa, bu onun nüfuz kazanmak ve halkı sömürmek istediği manasına gelir.”
Onun şu tespiti de aynı çatışmaya vurgu yapar.
“Halkın genel kanaatine göre Türk milleti dindar oldukça yükselmiş ve yücelmiş, dinden uzaklaştıkça da kudretini kaybetmiştir. Münevverlerin genel kanaatine göre ise Türk halkı dinin veya dinî liderlerin tesiri altında kaldığı müddetçe gerilemiştir.”
Aydını, “menfaat motivlerinin dışında düşünen insandır, düşünce ile heyecanı birbirinden ayırt eder, fikirlerini hiçbir zaman sevgilerinin ve nefretlerinin emrine vermez.” ifadeleriyle tanımayan Güngör, “hakikî ihtiyaçlara cevap verebilecek seviyede bir münevver kadrosu yetişmeyen memleketlerde ancak açıkgöz ihtilâlciler yetişeceğini, onların da yabancı tesiri altında kalmalarına şaşmamak” gerektiğini söyler.
Türk münevverlerinin en büyük kusurunu, “kendi milletini tanımamak” şeklinde tespit eden Güngör, bunun gerekçesini şöyle açıklar:
“İnkılâpçılar, Avrupalıların nefretinden kurtulabilmek için, üstün olan taraflarımızı, yani milletimizin tarihini reddettiler.”
YANLIŞ BATILILAŞMA ANLAYIŞIMIZIN FATURASI
Güngör’e göre halk-aydın çatışmasının arka planında yanlış uygulanan batılılaşma hareketleri vardır.
Türkiye’deki batılılaşma hareketlerin büyük bir kısmının, halk nazarında, “savaşta bizi yenemeyen düşmanların kendi münevverlerimiz vasıtasıyla bize galip gelmesi” şeklinde algılandığının altını çizen Güngör, bu yaklaşıma destek vererek şu tarihi tespiti yapar:
“On yıl aralıksız savaşa girmiş bir millet kendi kıymetlerinden hiçbir şey kaybetmediği halde, onu ilerletmek iddiası ile ortaya atılan sözde problemler, sahte ilerilik gayretleri, Türkiye’de Batı’nın bin yıldır yıkamadığı yapıyı kısa bir zamanda darmadağın etti.”
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türkçü ve inkılapçı aydınlar arasında yaşanan fikri mücadelenin can damarını, “Türkçüler, Türk kültüründe en az bin yıllık bir gelişmeyi temsil ederlerken, inkılâpçılar bin beş yüz yıl önceki ilkel kültürün şampiyonu oldular.” cümlesiyle ortaya koyan Güngör’ün ne kadar haklı olduğu meydandadır.
Yaptığı şu tespitler, haklılığının ispatıdır:
“Bugünkü Türkiye medeni vasıtalara sahip olma ve bunları kullanma bakımından Selçuklu ve Osmanlı devirleri Türkiyesi’nden yüzlerce yıl ileride olduğu halde, onlara kıyasla son derece iptidai bir kültür seviyesinde bulunmaktadır.
İstanbul’daki Bayezid meydanını bugünkü hale getiren mimar, Bayezid Camiini ve külliyesini yapan mimardan dört yüz elli yıl sonra gelmiştir. Fakat yaratılan kültür eseri bakımından arada dört yüz elli yıldan daha fazla bir gerileme olduğu açıkça görülüyor.”
TÜRKİYE’NİN MİLLÎ KÜLTÜR DAVASI
Kadrosunda yer almakla iftihar ettiğim Bizim Ocak dergisinin Mayıs 1991’da yayınlanan 86. sayısında, Tarık Burhan Korkmazcan müstearıyla kaleme aldığım, “Bir Güzel İnsan: Erol Güngör” başlıklı yazıda, şu ifadeyi kullanmıştım:
“Bazı kavramlar vardır ki bazı kişilerin ipoteğindedir. Kültür gibi. Evet, bu kavram da Türkiye’de Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör’ün tekelindedir neredeyse. Kültür deyince Erol Güngör’ü, Erol Güngör deyince kültürü hatırlamamak ne mümkün… İkiz kardeştir onlar.”
Kültür bahsinde, “Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik”, “Türk Kültürü ve Milliyetçilik” ve “Dünden Bugünden (Tarih-Kültür-Milliyetçilik)” isimli eserleri bulunan Güngör’ün nazarında, “Türkiye’nin millî kültür davası bir millî politika meselesidir.”
Ona göre kültür o kadar önemlidir ki, “Millî kültürlerin varlığı ve zenginliği, dünya medeniyetini soysuzlaşmaktan korumakla kalmaz, aynı zamanda onun gelişmesi için de en büyük dayanağı teşkil eder.”
Kültürler arası münasebetlerin önemine işaret eden Güngör’ün, “Kapalı ekonomiler bizim bütün ihtiyaçlarımızı karşılayamadığı gibi, kapalı kültürler de daima kısır ve cılız kalıyorlar.” tespiti, bu konudaki görüşünün hülasasını verir.
Asırlardır pek çok sahada yükselişini sürdüren Batı karşısında, “uzun ve çetin mücadelelere girdiği halde bizim kadar ona mukavemet etmiş olan ve bu mukavemeti devam ettiren başka millet gösterilemez.” diyen Güngör‘ün altını çizdiği bu muazzam direncin gerekçesini, yine onun ifadelerinden öğrenelim.
“Batının içeriden ve dışarıdan bütün gücüyle yaptığı hücumlara rağmen Türklerin hâlâ millî bir hüviyet kazanmak veya hüviyetlerini muhafaza etmek için uğraşmaları, bir taraftan geleneksel Türk kültürünün büyük gücünü, bir taraftan da Türkiye’nin yeniden bir hamle yapmak için bazı sağlam dayanaklara sahip bulunduğunu gösteriyor.”
DİL VE TÜRKÇE
Bir milletin kimliği söz konusu olduğunda ilk akla gelen kavramlar, dil ve kültürdür.
“Harf İnkılabı ve Dil Devrimi Üzerine…” başlıklı yazımızda detaylı bir şekilde ele aldığımız “Öz Türkçe” meselesi hakkında, “Öz Türkçe denilen ve okullarda çocuklarımızın öğrendikleri uydurma dil, eski Asya Türkçesi ile Fransızcanın izdivacından doğan bir hilkat garibesi olarak ortaya çıktı.” cümlesini kuran Güngör, bu ölümcül hatanın ilmî hükmünü şöyle verir:
“Atalarımızın kültürü milletimizin çocukluk çağını temsil eder; biz o çocukluk çağında sahip olduklarımızı yüzyıllarca geliştirdikten sonra olgun bir millet haline geldik. Ergin bir insanın birdenbire çocuk gibi davranmaya başlaması, bebek gibi konuşması, ancak akıl hastalığına delalet eder.”
Yaşayan Türkçenin pek çok kelimesinin, “Öz Türkçecilik döneminde” lügatten atılmasına büyük tepki gösteren Güngör’ün şu sorusu tarihi önemi haizdir:
“Bin kelimelik uydurma dille yetiştirilen gençler arasından bin yıllık Türkçeye dayanarak yazan ve düşünen Yahya Kemal ayarında bir şair çıkması beklenebilir mi?”
“Bizden önceki nesil hiçbir şey bilmese kusursuz bir Türkçe biliyordu.” diyen ve Türk aydınlarının Türk dilini kurtarmak zorunda olduklarını belirten Güngör’ün nazarında, “Dilin kurtarılması milliyetçiliğin asgari şartıdır.”
OKUMA-YAZMA SEFERBERLİĞİ HAKKINDA
Uzun yıllar Türkiye’nin önemli gündem maddelerinden biri olan, 12 Eylül sonrasında hakkında seferberlik ilan edilen “okuma-yazma öğrenimi” konusunda Güngör, farklı bir yaklaşım sergiler.
“Türkiye, hâlâ bütün köylü vatandaşlara okuma-yazma öğrettiğimiz veya liseye gelmiş herkesi üniversite mezunu ettiğimiz takdirde cehaletten kurtulacağımızı zanneden cahil vatandaşlarla doludur.”
Güngör’ün bu yaklaşımı, “okuma-yazma bilmek” ile “düşünebilmek” arasındaki münasebet hakkında düşünmemiz için yeterli sebeptir. Tabii, şu sözleri de…
“İdeolojik propagandanın en kolay kurbanı olanlar, okuma yazma bilgisinin bir kıymet taşıdığını sanarak düşünce kabiliyetini kaybedenlerdir.”
“Totaliter idarelerde bütün fikir ve politikanın tek kaynağı olduğu için, okuma-yazma bilmenin verdiği en büyük tahribata bu ülkelerde rastlanmaktadır.”
“Devrimci ülkelerde devlet ideolojisi dışındaki fikirlere müsaade edilmediğine göre, okuma-yazma seferberliği bir çeşit beyin yıkama vasıtası haline gelmektedir.”
Güngör’ün bu konudaki düşüncelerini ilk okuduğumda hayli şaşırdığımı, üzerinde epeyce düşündüğümü hatırlıyorum.
Bu hususta pek de başarılı olamadığımızı görmek için, onun şu tespiti üzerinde düşünmeye ne dersiniz?
“Otuz-kırk yıl önce yazılmış olan ve Türk dilinin en iyi örnekleri olarak bilinen romanlar, otuz-kırk yıl sonra ‘sadeleştirilerek’ okuyucuya sunulmak zorunda ise, orada edebiyatın sözü edilemez. Böyle bir ülkede aklın varlığı bile şüphelidir.”
FİKİR VE İDEOLOJİ
Merhum Erol Güngör, diğer mümeyyiz vasıfları bir yana, ilmin itibarını temsil eden bir akademisyendi.
Bu nedenle onun fikir, ideoloji ve aydınlar hakkındaki görüş ve düşüncelerinin ayrı bir önemi vardır.
“Bir sanatkâr veya mütefekkirin mutlaka ideolojik bir plana oturtulması gerekmediğini henüz anlamış değiliz.” diyen Güngör, Türkiye’nin bir türlü kurtulamadığı “ötekileştirme” illetinin altında yatan sebeplere dair önemli ipuçları verir.
Hemen her mevzunun ideoloji yahut inanç konusu yapıldığı Türkiye’de kader birliği edenlerin, Güngör’ün şu fikirlerine kulak vermesi elzemdir:
“İman konusu olan şeyleri ya red ya kabul edersiniz, yani tartışamazsınız. Fikir böyle değildir, onun gelişmesi hep veya hiç esasına dayanmaz.“
“Müslümanlar fikir meselelerini iman meselesi halinde görmekten vazgeçmeli ve düşüncenin doğruluğuna kriter olarak imanı anlamalıdırlar.”
Güngör, tarihi olayların da ilmi bir yaklaşımla ele alınması gerektiği fikrindedir.
Onun, “Tarihte doğruluk şarttır; tarihe karşı ideolojik değil ilmi bir tavır alınmalıdır.” sözü, politik tavrını hemen her sahaya sokuşturmaya çabalayan akademisyenlerimize önemli bir ikaz niteliğindedir.
Her meseleye sapkınlık derecesinde ideolojik yaklaşma ve her mevzuyu sloganlara indirgeme hastalığından muzdarip olanlar, şu cümleden gereken dersi çıkarmalıdır:
“Fikir münakaşası fikir sahibi kimseler arasında olur, ideolojik kanatlar arasında münakaşa bahis konusu değildir; onlar sadece kavga ve harp ederler.”
Televizyon ekranlarından taşan yahut sosyal medya mecralarında akan süfli ifadelerin kaynağı şimdi çok daha iyi anlaşılıyor değil mi?
Güngör’ün 1970’li yıllarda kaleme aldığı şu cümle, sadece o yılların değil, aynı zamanda günümüzün fotoğrafını da ortaya koyması bakımından ibretliktir:
“Bir kısmının ceza bir kısmının da iltifat görerek susmaya mahkûm edildiği bir zümre(aydınlar), kendinden sonra gelenlere herkesin saygı duyacağı sağlam standartlar bırakabilir miydi?”
İçinde bulunduğumuz fikri kısırlığın özü ve özeti, bundan daha veciz bir şekilde ifade edilebilir miydi?
“MİLLİYETÇİLİK BİR MEDENİYET DAVASIDIR”
“Dünden Bugünden (Tarih-Kültür-Milliyetçilik)”, “Türk Kültürü ve Milliyetçilik” ve “Tarihte Türkler” isimli eserlerin sahibine göre, “Milliyetçilik bir medeniyet davasıdır.”
Milliyetçiliğin, “bir kültür hareketi olmak dolayısıyla ırkçılığı, halka dayanan bir siyasi hareket olarak da otoriter idare sistemlerini reddeden” bir yaklaşım olduğuna dikkati çeken Güngör, milliyetçi bir siyasi hareketin nasıl bir tavır içinde bulunması gerektiğine dair şunları yazar:
“Milliyetçi bir siyasi hareket, halka dayanarak, milli birlik ve kaynaşmaya mâni olan her türlü zümre ve azınlık sultasına son vermek üzere faaliyet göstermelidir.”
Milliyetçiliği bir kültür davası olarak gören ve faaliyetlerinde “partiler üstü bir tavır” takınmayı temel prensip kabul eden Türk Ocakları hakkında kurduğu şu cümle, diğer sivil toplum kuruluşlarımız için de yol gösterici olmalıdır:
“İkinci Meşrutiyet devrinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk münevverlerini toplayan en büyük gayr-i siyasi teşkilat Türk Ocaklarıydı.”
“Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndan çıkan Misak-ı Milli beyannamesinden başlayarak Cumhuriyetin kuruluşuna kadar Millî Mücadele hakikaten millî bir karakterdedir ve bu karakter Ziya Gökalp’in yarattığı düşünce atmosferi içinde yetişmiş bulunan asker-sivil aydınların eseri olmuştur.”
Bu eserin, Türk Ocakları’nın 1931 yılında kapatılarak, bütün mal varlığı ve şubelerinin Halkevleri’ne devredilmesiyle büyük bir darbe aldığına; Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran milli anlayışın, “Batılılaşma” adı altında bambaşka mecralara savrulduğuna şüphe yoktur.
Bu savruluşu şöyle tarif eder Güngör:
“Hem Türklük adına yola çıkıp hem de bu milleti kendi tarihi oluşunun dışında bambaşka bir kültüre kaynatmaya çalışmak akla ve gerçeklere aykırıdır.”
“Bütün milliyetçilik hareketleri zorunlu olarak halkçı olmakla beraber, programında halkçılık bulunan bütün siyasi cereyanlar milliyetçi değildir.”
1931’den sonra Türkiye’de olup biten, bundan ibarettir.
Halkçılığı da içine alan milliyetçi esaslarla kurulan Türkiye Cumhuriyeti, 1931’den itibaren milliyetçiliğe mesafeli bir halkçılık anlayışıyla yönetilmeye başlanır.
“Ulusalcılık” tabiri, cari halkçılık anlayışının sözde milliyetçiliğinin ifadesinden başka nedir?
Türk’ü Türk yapan kadim değerleri küçümseyen; Türk’ü, bin yıllık inanç sisteminden uzaklaştırmaya çabalayan bir milliyetçilik anlayışı, başka türlü nasıl ifade edilebilir?
Güngör’ün milliyetçilik hakkındaki son değerlendirmesini sadece kulağımıza küpe etmiyor, bir özgürlük nişanı gibi yakamıza takıyoruz.
“Biz Türk milliyetçileri, milliyetçiliğimize karşı yapılan suçlamaları şeref madalyası olarak taşımaya alışmış kimseleriz.”
DİN VE İSLAMİYET
“İslam’ın Bugünkü Meseleleri” ve “İslam Tasavvufunun Meseleleri” kitaplarının yazarına göre; “Din her şeyden önce bir ilim ve tefekkür işidir; bu ilim ve tefekkürü hazırlayacak eğitim müesseseleri olmadıkça memlekette ne din ne de laiklik doğru dürüst anlaşılabilir.”
Tarihte birçok cemiyetin ilimsiz yaşayabildiğini ancak hiçbirinin dinsiz yaşadığının görülmediğini kaydeden Güngör’ün nazarında, “İslam iç ve dış diye iki türlü hayat tanımaz; iman sahibi olan, varlığını bütünüyle bu iman içinde eritmek mecburiyetindedir. (…) Camide Allah’la, ticarethanede şeytanla bir arada olan kimsenin imanından hiç kimse emin olamaz.”
Türk tarihinde “Horasan Erleri” veya “Erenleri” denilen kimselerin, Asya steplerinden kopup gelen kalabalıklar arasında tasavvufî İslam anlayışını yayan şahsiyetler olduğunu kaydeden Güngör, Türk kültüründe öne çıkan büyük simalarının pek çoğunun mutasavvıflar olduğunu söyler. Mevlana Celaleddin, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli ve Hacı Bayram bu cümledendir.
Dine inananların Tanrı’dan başka kuvvet göremeyeceklerini, “kendini Tanrılaştırmaya kalkanların” karşısına ilk çıkacak olan kurumun din olduğunu belirten Güngör’ün şu tavsiyesine bugünlerde ne çok ihtiyacımız var:
“İslam cemaatini tehdit eden bir durum ortaya çıktığında Müslümanların yapacağı iş, meseleyi yok veya önemsiz farz etmek değil, onun üzerine gitmek olmalıdır.”
1930’larla birlikte Türkiye’de tıpkı dil bahsinde olduğu gibi laiklik konusunda önemli hatalar yapılır. Bu dönemde yeni nesillerin “laik bir terbiye alsın” diye din bilgisinden mahrum bırakıldıklarını, Türkiye’de“hiçbir dini dogmanın, aydınların vehimleri ve peşin hükümleri kadar tehlikeli” olmadığını kaydeden Güngör’ün şu cümlesi, her evin duvarına asılmayı hak etmektedir:
“Dini bilen ne ona düşman olur, ne de ihanet eder.”
DEVLET VE DEMOKRASİ
Merhum Erol Güngör’ün üzerinde önemle durduğu kavram ve müesseselerden biri de devlettir.
Günümüz dünyasında, Türklerle çağdaş hiç bir milletin, “aynı ülkede veya çeşitli yerlerde bin yıllık bir devlete sahip olmadığını” kaydeden Güngör, Osmanlı Türklerinde devletin, “Tanrı’nın hükümranlığına bir işaret olmak üzere, ‘devlet-i ebed müddet’ sayıldığına” dikkati çektikten sonra şu hatırlatmayı yapar:
“Dede Korkut’ta saltanatın Kayılara kalacağı ve kıyamete kadar süreceği bildirilir.”
“Yeryüzünde tarihin en büyük, en yüce devletini kurmuş bir milletin kendisinden daha başka örnekler aramaya ihtiyacı bulunmadığını” kaydeden Güngör’e göre; “Türk milleti için en büyük, en önemli müessese devlettir. Devletin milletten, vatandaş ve dinden farkı yoktur; çünkü devlet gidince bunlar da gider.”
İhtilal ve hükümet darbesi gibi durumların, tıpkı siyasî ve iktisadî istikrarsızlıklar gibi, “memleketteki umumî geriliğin tezahürleri” olduğunu söyleyen Güngör’ün şu tespitine katılmamak mümkün müdür?
“Saadetimizin anahtarı kuvvetli bir devlete kavuşmaktır, felaketimizin kaynağı ise başka hevesler uğrunda devletin kudretine zaaf getirişimizdir.”
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbelerini, 15 Temmuz başta olmak üzere sayısız darbe teşebbüslerini, bir de bu bakış açısıyla değerlendirmekte yarar var.
Kuvvetli devlet nasıl olunur?
Erol Güngör’ün bu konu üzerine hayli kafa yorduğu muhakkaktır.
Malum, 1921 ve 24 Anayasalarımız “devlette istikrara”, 1961 Anayasamız “temsilde adalete” öncelik veriyor; 1982 Anayasası ise bu iki temel amacı birlikte gerçekleştirmek iddiasını taşıyordu.
Eğer bir tercih yapmak zorunda kalsak, hangisini tercih edeceğiz?
Temsilde adaleti mi, yönetimde istikrarı mı?
Devlet mi, demokrasi mi?
Güngör’e göre, milliyetçilik, “milli hâkimiyet” manasına geldiği için, demokrasi onun vazgeçilmez parçasıdır. Milliyetçilik ile demokrasi arasında uyumsuzluk gibi görünen haller ise, esasta değil şekilde olabilir.
Bununla birlikte, milli iradenin siyasette tecelli etmesi, bir millet için “kendi başına gaye değil, vasıtadan ibarettir.”
Demokrasi için, “her haliyle mutlaka iyidir” denemeyeceğini, çoğunluğun yanılmayacağının garanti edilemeyeceğini kaydeden Güngör’ün devlet ve rejim bahsine dair son tespiti şöyledir:
“Bizim bir vatanımız, bir milletimiz, bir de devletimiz var. Bizi bunlar ilgilendiriyor; demokrasi derken de yine bunlara faydası olacağını düşünerek istiyoruz.”
OSMANLI DÖNEMİNE İNSAFLA BAKMAK
Erol Güngör’e göre; Türk milleti, “uzun tarihi boyunca kazandığı bütün gücünü ve tecrübesini birleştirerek” Osmanlı imparatorluğunu kurmuştur. Türk tarihinin bütün evvelki safhaları, bu büyük eserin meydana getirilmesi için yapılmış birer prova niteliğindedir.
Teşkilatçılık, idarecilik, hâkimiyet duygusu, adalet ve şefkat, vakar, yiğitlik, fedakârlık ve feragat, manevi derinlik gibi Türk kültürünün öne çıkan vasıflarının, tarihin hiçbir döneminde Osmanlı devrindeki kadar işlenip geliştirilmediğini belirten Güngör’ün şu tespiti, bugünlerde sıkça dile getirilen pek çok iddiaya cevap niteliğindedir:
“İnkılâpçılar Osmanlı’yı Türk kültürünü millî karakterden uzaklaşmakla, Arap ve Fars kültürlerine tabi olmakla suçluyorlar. Osmanlı medeniyeti karşısında ondan daha üstün bir Arap ve Acem medeniyetinden veya kültüründen bahsetmek pek gülünç olur. O devirlerde biz mensup olduğumuz medeniyet dairesinin merkezi ve yıldızı idik.”
Nice fedakârlıklarla kurduğumuz Cumhuriyetimizi yüceltmek için Osmanlı’yı hor görmek durumunda değiliz. Kadim tarihimizin Osmanlı safhası, bütün hastalıklı taraflarımızı tıktığımız bir cüzzamlı hücresi değildir.
Bu çerçevede Güngör’ün, “Müslüman Türk devletleri arasında idarecileriyle halkı aynı dili, yani Türkçeyi konuşan ve kullanan tek devlet Osmanlı olmuştur.” tespitini de yabana atmamak gerekir.
“Dünyada yazılmış bütün seyahatnamelerde bütün milletlerin karakterleri hakkında yazılanları gözden geçirin, Osmanlı Türk’ü kadar övülmüş bir millet bulamazsınız.” tespiti de aynı şekilde bizler için bir iftihar tablosu olmalıdır.
Batı özentisiyle, gerileme ve özellikle de çökme devrinde inşa edilen saraylara bakıp, Osmanlı hanedanını “saray sevdalısı” olarak görmek ve göstermek isteyenler, şu satırları mutlaka okumalıdır:
“Topkapı Sarayı, Tanrı’ya ve onun kullarına hizmet etmek üzere toplanmış dervişler tarafından kurulmuş mütevazı bir tekkedir. İslam dünyasının en büyük mabedini yaptırmış olan hükümdarın burada kendisi için yaptırdığı yer, bir dervişin çilehanesinden daha büyük değildir.
Topkapı Sarayındaki ayetler Allah’tan başka hükümdar olmadığını, mükâfata erecek kişilerin ancak O’nun gösterdiği yolda dosdoğru gidenlerin, yani insanlara adalet ve ihsan ile muamele edenlerin olduğunu bildirir.”
Benzer ifadelere Osman Turan’da da rastlıyoruz.
Ne diyordu, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’nde Osman Turan?
“Muhteşem cami, kervansaray, hastane ve medreseler inşa eden Selçuklu ve Osmanlı sultanlarının kendileri için çok mütevazı saraylar yapmaları, onların mefkûrevî vasıflarını ve umumi efkârın hassasiyetini maddileştiren misallerdir(s. 249).”
“Aslı Türk olmayanları bile Türkleştiren Osmanlı kültürünü Türklere yabancı saymak kolay anlaşılır şey değildir.” diyen; Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin, Selçukoğlu Tuğrul ve Çağrı beylerin kurduğu devletin bir devamı olduğunun altını çizen Erol Güngör’ün Osmanlı’ya dair düşüncelerini şu tespitleriyle noktalayalım:
“Osmanoğulları’nın siyasi dehası olmasaydı, belki Anadolu Türk devleti de tıpkı Cengiz İmparatorluğu veya Timur İmparatorluğu gibi dağılıp gidecekti.
Timur Bey Yıldırım’ı mağlup etti, fakat aradan on yıl geçtikten sonra mağlup Yıldırım’ın devleti bütün haşmetiyle yeniden toparlandığı halde Timur’un imparatorluğu parçalandı.”
SONUÇ…
Erol Güngör’ün vefatından bir gün sonra, 25 Nisan 1983’te yayınlanan Hamle Dergisi’nde, onun hakkında çok değerli yazılar yer alıyor.
O nüshada Taha Akyol, Yahya Kemal’in Ziya Gökalp için yaptığı “Ziya Gökalp’in bir radyum olan beyni söndükten sonra ilmin ufuklarında karanlık vardır” tespitine atıfta bulunarak, şu cümleyi kuruyor:
“İkinci bir Erol Güngör yetişinceye kadar Türk ilmi ve Türk düşüncesi, daha uzun yıllar ‘bir radyum olan beynin’ sönmüş olmasının yoksulluğunu çekecek.”
Alev Arık’ın “İflah etmez bir bilgi aşığıydı. Bir kelime, bir damla bilgi uğruna Kaf dağını aşardı.” dediği Erol Güngör için Süleyman Uludağ şunları söylüyor:
“Son asırlarda fikir semamızda nadir rastlanan ve karanlıkta pırıl pırıl parlayan yıldızlardan biri daha kaydı. (…) Rahmetlinin en önemli hususiyetlerinden biri üniversitenin duvarları arasında kalmayıp halka açılmanın, dar çevrelerin adamı olmaya razı olmayıp milletiyle kucaklaşmanın cehdi ve iştiyakı içinde olmasıydı.”
24 Nisan 1983 günü Hakk’a yürüyen Erol Güngör’ün çeşitli konulardaki görüşlerini aktarmaya çalıştığımız yazımızı, Ali Akbaş ağabeyin, Hamle’min maruf nüshasında yayınlanan “Erol Güngör’e Ağıt” isimli şiiriyle noktalarken; Türk fikriyatının yirminci asırda parlayan yıldızını, aramızdan ayrılışının 38’nci yılında özlem, şükran ve rahmetle anıyorum.
Ruhu şâd, mekânı cennet, yolu yolumuz olsun.
EROL GÜNGÖR’E AĞIT
Gelmesin böyle bahar
Bahçeler hep tarumar
Şu gözü yaşlı nisan
Gamlı dumanlı dağlar
Dereler kan ağlasın
Ebri nisan ağlasın
“Bir âlimin ölümü
Bir âlemin ölümü”
Dalımda gül kalmadı
Bu esen sam yeli mi
Mahzun vatan ağlasın
Ebri nisan ağlasın
Âlimin ehli dildi
Çağda ilme kefildi
Öksüz kaldı bir nesil
Sade bizim değildi
Cümle cihan ağlasın
Ebri nisan ağlasın
Ruhumuz özümüzdü
Gören can gözümüzdü
Halk içre yüz akımız
Mecliste sözümüzdü
Sustu, lisan ağlasın
Ebri nisan ağlasın
Ya Hazreti Mevlana
Göç etti ehli mana
Er görsün kara toprak
Hu dedi geldi sana
Soyka devran ağlasın
Ebri nisan ağlasın
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Dünden Bugünden (Tarih-Kültür-Milliyetçilik)
İslam’ın Bugünkü Meseleleri
İslam Tasavvufunun Meseleleri
Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik
Sosyal Meseleler ve Aydınlar
Türk Kültürü ve Milliyetçilik
Tarihte Türkler