Fikir Turu · Depremin kalıntıları: Yeni bir ahlak mümkün mü?
Ali Yaşar Sarıbay 01 Ocak 1970
6 Şubat sabaha karşı Türkiye gözlerini büyük bir felakete açtı. Deprem, 11 ilde sadece yer kabuğunu büyük bir şiddetle sarsmadı; tüm Türkiye’nin yüreğini, ruhunu da sarstı.
Böyle büyük bir felakette acı içinde hayatta kalma mücadelesi veren on binlerce insanı uzaktan izleyenler, empati yapma kabiliyetlerini gösterseler bile, olup bitenleri aynı şekilde göremeyecek kadar birbirlerinden uzaktaydılar.
Bununla beraber, her iki taraf için de ortak olan tek şey, acıya teslim olmaktı: On binlercesi canını vererek, uzaktaki milyonlarcası hayatta olmanın adeta suçluluğunu yaşayarak!
Aradan geçen yaklaşık iki aydan fazla süre, depremin sadece fizikî kalıntılarını değil, ekonomik, sosyo-kültürel ve politik sonuçlarını da gündeme taşıdı. Deprem bölgelerinde hayatta kalanların maruz kaldığı söz konusu sonuçlar; toplumun karşı karşıya kalınan meselelere dair düşüncelerini dışa vurmayı, hem güncele dair hem toplumun geleceğini gözeten etkileşime girmesini beraberinde getirdi.
İlk göze çarpan, geniş bir yardımlaşma, dayanışma içinde olan bir toplum manzarasıydı. Buna rağmen, mevcut durumdan istifade edip kendi çıkarlarını o büyük acının üstünde görerek davranan topluluklara da rastlandı. O kötülükler hafızalarda henüz taze iken, üzerinde durmak burada uygun olmaz.
Deprem, iki hususu ıskalanmayacak şekilde göz önüne serdi: Bir toplumu toplum yapan nedir? Bunda ahlâkın (moral değerlerin), adalet hissinin ve politikanın belirleyici rolü hangi ölçüde etkilidir?
Nitekim gerek şahit olunan kötülükler (soygun, yağma, kiracıların haklarının suiistimalleri, çocuk kaçırma olayları vb.) gerek on binlerce insanın canına mâl olan binaların inşaatında tespit edilen sorumsuzluklar öncelikle ahlâk meselesi etrafında tartışmalara yol açtı. Saniyen (ikinci olarak), kurumların vatandaşların sorunlarına yaklaşımlarında ve çözüme kavuşturmalarında bazen yetersizlikler, bazen kayırmacılık yapıldığı izlenimi gibi yakınmalar, adaletin tesisindeki zaafları tartışma konusu yaptı.
En başında ise deprem mağdurlarının “sahipsizmişiz”, “kimse zamanında yardıma gelmedi” vs. gibi ithamları da genel olarak devlet, özel olarak da politika kurumu üzerindeki eleştirileri yoğunlaştırdı.
Yazıda toplum-ahlâk ekseninde ortaya çıkan tüm bu meselelere dair bir felsefi-sosyolojik bir anlamlandırmaya girişeceğim.
Toplum
Bir toplum olmanın mantığı nedir? Toplumun (society) etimolojisinin kalbinde yer alan sözcük socius’a baktığımızda, bir nüfusu toplum hâlinde bir araya getiren güdünün aslında arkadaş, dost olma, yarenlik etme olduğunu görebiliriz.
Elbette söz konusu güdünün çeşitli sebepleri olabilir. Menfaat bunların başında sayılagelmiştir. İnsanlar bu sayede bir araya gelebilir, zorunlu bir iş birliğine girişebilirler.
Bununla beraber, menfaat farklılıklarına rağmen bir nüfusun bir arada olması (coexistence) toplum hâline gelmelerinin gerekli sebebi görülse de yeterli sayılamaz. Bir araya gelen insanların bir toplum oluşturmaları, dolayısıyla onların beraber yaşamaları (togetherness) hissine ve bilincine sahip olmalarıyla mümkün hâle gelir. Bu anlamda toplum, son tahlilde, menfaat farklılıklarını varsayan, ama bunları, beraber yaşama hissi ve bilincini hatırlatmanın gücü sayesinde arka plana iten değerler sisteminin vücut verdiği normatif bir temele üzerinde inşâ olur. İlginçtir, kapitalizmin fikir mimarı sayılan Adam Smith bile toplum şeklinde beraber olmayı “çıkarların” değil, “tutkuların”, “sempati”nin sağladığını iddia etmiştir (Sarıbay, 2020:11).
Buna karşılık, ‘toplum’ denen olguya bakarken şu iki hususun dikkatten kaçmaması gerekir.
Birincisi, toplum donuk bir varlık (entity) değildir. Hem oluşumu hem değişimi bir sürece tâbidir ve bu yüzden kendini zaman içinde yeniden üretme kapasitesi gösterebilir. O hâlde bir insan topluluğu “toplumlaşma” diyebileceğimiz, yani ân be ân insanların ‘pratik akıl yürütme’lerinin vücut verdiği şekilde hayatını devam ettirir. Bu pratik akıl yürütme, çeşitli durumlara bağlı olarak menfaatlerin, normların, kuralların, kurumların ve davranışların yeniden değerlendirilmesini gündeme getirir. Bir toplumun yaşadığı olağanüstü olaylar (savaş, ekonomik kriz, deprem vs.) pratik akıl yürütme ekseninde vukû bulan tartışmaları, çekişmeleri, sorgulamaları ve eleştirileri beraberinde getirir.
İkinci bir husus, sosyolog Èmile Durkheim’ın ileri sürdüğü gibi; insan doğasının çift katmanlı oluşu ve bunun insanların beraber yaşamalarına yansımasıdır. Bu açıdan, bir toplumun tek tip bir insan kitlesini içermeyeceği açıktır. İnsan doğası bir katmanında ulvî, diğer katmanında süflî özellikler barındırıyorsa; içinde bulunduğu toplumda durum içinde bu katmanların her ikisini birden ve aynı anda farklı davranış biçimlerine vücut verebileceği beklenir. Bir toplumun tecrübe ettiği olağanüstü olaylar, toplumun bu hâline ışık tutar.
Nitekim 6 Şubat depreminde böyle bir hâl net şekilde görüldü: Kendi canını tehlikeye atan, varını yoğunu yardım ve dayanışma için seferber eden, Türkiye’nin öbür ucundan maddî-manevî engel tanımadan deprem bölgesine yetişen insanlar gördük. Öte yandan, yardım kampanyasını kendi çıkarı için kullanan, fırsattan istifade kirasını fahiş miktarda artıran, hatta bunun için kiracısını evden çıkaran, hırsızlık, soygun vs. yapan insanları da… Bazı kurumsal yetersizlikler, suiistimaller ise cabası! Kısacası, 6 Şubat depremi, toplum denen varlığın (entity) aslında iki katmanlı hâlini gözler önüne seren on binlerce insanın canları pahasına tanık olduğumuz acı bir kanıt oldu.
Depremden hemen sonra ve hâlen devam eden şekilde sorgulamalar, eleştirmeler, yakınmalar kendini gösterdi. Bu doğrultuda, özellikle deprem bölgesindeki mağdurların adaletsizlik konusundaki yakınmaları ve sorgulamaları ön plana çıktı. Bu noktada, “adaletsizlik” meselesinden hareketle, toplumsal ahlâkı (veya ahlâk anlayışını) bir çerçeveye oturtmaya girişeceğim.
Ahlak
“Adaletsizlik” üzerinden ahlâk meselesine girmemin asıl sebebi, politika teorisyeni Judith Shklar’ın (1928-1992) yıllar önce belirttiği gibi bizatihî depremin bir adaletsizlik olduğu ve farklı toplum kesimlerince bu adaletsizliğin farklı şekillerde, farklı anlamlandırıldığıdır. Şöyle yazar Shklar (2021: 11):
“Dindar olanlar Tanrıyı suçlayacak, ‘Neden biz?’ diye haykıracaklar. ‘Diğer şehirlerden daha günahkâr değiliz, neden yalnızca biz cezalandırılıyoruz?’ ve daha da özel olarak, ‘Neden benim çocuğum?’. Daha az dindar olan mağdurlar arasından belki sadece birkaçı, ‘Doğa acımasızdır’ diyebilir; fakat bunların sayısı çok olmayacaktır. Zira tesadüfî, keyfî dünyaya katlanmak zordur ve perişan kimse bu olayın sorumlularını aramaya koyulacaktır.”
Bu açıdan bakıldığında, Shklar, gerek mağdurlar gerek mağdur olmayanlar için deprem gibi bir doğal felaketin tam anlamıyla “kamusal bir adaletsizlik” olarak algılanacağına vurgu yapar. Belki her adaletsizlik karşısında olduğu gibi, böyle bir adaletsizlik karşısında da bir “günah keçisi” aranır; “acımasız ithamlarda bulunuruz”; bir şeyler yapamadığımız için “kendimizi suçlu hissederiz”, belki de “bizden daha talihli görünen herkesi suçlarız.” (Shklar, Ibid, s. 12)
Bu noktada, adaletsizlik hissinin ahlâkî tutum ve eylemlerimize köprü olan iki tür tezahüründen söz edilebilir.
Birincisi, Shklar’ın “pasif adaletsizlik” dediği şeydir: bir felaket karşısında ve o felaketin mağdurlarının maruz kaldığı durumlara kayıtsızlığımızdan daha çok, “özel ve kamusal adaletsizlik eylemlerini durdurmaktaki çok daha sınırlı ve özellikle sivil başarısızlıktır.” (Ibid, 15). 6 Şubat depreminin doğurduğu ilk adaletsizlik hissinin dışa vurumu, bu türde bir “pasif” nitelik göstermiştir: Gerek kurumsal müdahalede geç kalınmasına dair yakınmalar, gerek bazı sivil kuruluşların kamusal hassasiyetlerde düşük ve hatta özel olanı kamusal olana tercih şeklinde suiistimal derecesindeki davranışlarına karşı tepkiler bu mahiyette olmuştur. Eğer adaletsizliği, mevcut bazı yasal veya etik kurallara aykırı olan bir eylem (Ibid, 17) şeklinde görürsek; 6 Şubat depremi toplumun ahlâkî bir yozlaşma şeklindeki yüzünü de ortaya çıkarmıştır: Genel olarak, mağdurların acz içindeki durumunu kendi çıkarlarına tahvil eden fırsatçı davranışlardan bahsedilebilir. Bu durum, netice itibariyle depremden bir müddet sonra mağdur kesimleri anomik bir durum içine itmiş, o kesimlerin yaşadığı adaletsizlik hissini pekiştirmiştir. Sosyolog Durkheim, anomi’den bir yanıyla acı çekmekten kökenlenen yeniden inşâ edici, yapıcı bir iradeyi; öbür yanıyla acı çekmeyi egoizm aracılığıyla toplumsal tahribata zemin teşkil eden yıkıcı bir iradeyi işaret etmiştir. İki ayrı irade türünün çekişmesi, şu iki olgu ekseninde vukû bulur: İlki, yukarılarda değindiğim gibi, insan doğasının iki katmanlı (homo duplex) bir özellik içermesidir. Öteki, toplumu anlamamızda ve anlamlandırmamızda insan doğasındaki irrasyonel yanın oynadığı rolün önemidir. (Sarıbay, 2004: 22-23)
Ahlâk, söz konusu irade türlerinin çekişmesinin sırat köprüsü niteliğini haizdir. Bu perspektiften bakarsak, ahlâkı dünyanın “maddesel özüne bağlama” gibi bir tutumun, neticede toplum kesimlerini birbirleri üzerinde “iradenin tiranisi” denen bir sonucu mukadder kıldığı söylenebilir. Bu hususu en açık şekilde ifade eden düşünür Iris Murdoch (1919-1999) olmuştur. Murdoch, böyle bir şey yaptığımızda, yani ahlâkı dünyanın maddî özüne bağladığımızda; kendi ahlâkımızı bir dogma hâline getireceğimize dikkat çekmiş, “başkalarının değerlerine karşı hoşgörüsüz hâle gelme ve kendi değerlerimizi mutlak sayma ve onlar üzerinde düşünmeye son verme tehlikesine maruz kalma ihtimaline işaret etmiştir. (Murdoch, 2015:104)
Hâl böyleyse, ahlâk kavramlarının çok çeşitlilik arz ettiğini bilmek, dolayısıyla ahlâkı “tek bir formüle indirgememek” mühimdir (Ibid, 112). Bu durumda, ortak bir ahlâkın tesisinin çok mümkün olmadığını baştan bilmek gerekir. Bir kere, ortak ahlâk tesisine yönelmek, neticede, ister istemez insanları bir demir kafes benzeri toplumsal, siyasal formlar içine hapsetme ihtimalini içerir. İkincisi, toplumsal olaylar karşısında tepki vermeyi, vazifeden ayırarak güdük bırakabilir. Dahası, “Ortak” addedilen veya empoze edilen toplumsal-siyasal “iyi”nin bir “ödev”e indirgemesine yol açabilir. Bir ahlâk kavramı olarak iyi’nin toplumda “mistik” arayış şeklinde yayılması, somut ideolojilerden çok daha somut şekilde doğar (Murdoch, Ibid, s.16’dan ilhamla) ve bu ödev’e indirgenmiş tek boyutlu bir ahlâkı siyasîleştirmeye sebep olabilir. Bu Kant’çı bir ahlâk doktrininin siyasî düstur şeklindeki formülasyonudur: Bir eylem ancak tek güdüsü olan ödev’e dayandığında ahlâkî olabilir!
Sonuç, devlet-toplum ilişkisine siyasetin ahlâkî bir zemin üzerinde inşâ edilerek; toplumun siyasî kategorilerle değil, ahlâkî terimlerle ifade edilir duruma gelmesidir. Bu ise toplumun bir “iyi”ye karşı “kötü” şeklinde ayrışması; siyasetin varlık sebebini teşkil eden faktörlerin (ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal…) ahlâk kategorileri olarak formüle edilmesidir. Neticede, iktidar “iyi”yi, muhalefet ise “kötü”yü sembolize eden odaklar olarak algılanır. Bu ise gündelik toplumsal ve siyasal pratikler içinde keskin bir kutuplaşmaya yol açtığı ölçüde demokrasiyi daraltır (Bu konuda bkz: Mouffe, 2010: 11;86;88) ve ahlâk kavramları da içi boşaltılmış mistik kategorilere dönüşür.
Bu perspektiften bakıldığında, 6 Şubat depremi toplumda devlet ve siyaset kavramlaştırmasının mahiyetini de göstermiştir: Devletin topluma karşı ödev’i olan olağanüstü olaylara endeksli bir kurum olarak hatırlanması, görevinin o anda icrasının beklenmesi. Öte yandan, siyasetin geleneksel ideolojik kategorilere (sağ-sol) tekabül eden ontolojik çekişmeler, “iyi”-“kötü” veya “doğru”-“yanlış” arasındaki çekişme ve çatışma şekline algılanarak, siyaset tamamen ahlâk dilinin sözlüğü işlevine indirgenmiştir. Buradaki temel mesele devletin bir büyük felaket öncesi ödevleri (ruhsat izni, denetim vs.) olduğunun ıskalanması, bir sonuçtan hareketle nedenlerin aranması ama nedenlerin yaratabileceği sonuçlar üzerinde durulmayan bir siyasal kültürün varlığıdır. Siyasetin de söz konusu kültürü ahlâken meşrûlaştırma, o kültüre ayar verme vazifesiyle yükümlü görülmesidir.
Böyle bir durumun dönüşümü, öncelikle ne devletine de siyaseti ahlâkî bir şey (entity) olarak algılamanın zayıflatılmasıdır. Saniyen, gerek devletin, gerek siyasetin bir durum içinde ahlâkî davranması ile ahlâkçılık yapması arasındaki farkın kavranmasıdır. Aynı şekilde, toplumun ve o toplumu oluşturan insanların çok katmanlı yapıya sahip oldukları, dile getirdikleri kültürel, ideolojik, siyasî kategorilerin çeşitliğini/farklılığını kabul etmek ve söz konusu çeşitliliğin/farklılığın eşit meşrû varoluşa sahip olduğunu görmek ve nihayet toplum kesimlerinin birbirleri üzerinde iradî tirani kurma arzularını meşrû görmemektir. Bunu sağlamanın yolu, etik ’inahlâk’tan daha merkezî bir konumda görülmesidir. Bu, hem ahlâkî (moral) olan ile ahlâkçılık yapma (moralism) arasındaki farkı netleştirirken toplumsal ve siyasal kurum ve davranışları münhasıran ahlâkî bir dile indirgemekten alıkoymamıza yarar. Çünkü ahlâk toplumsal normların empoze ettiği zorunlu görülen davranışlarda bulunmayı; etik ise söz konusu davranışlar üzerinde düşünmeyi, sorgulamayı, eleştirmeyi, davranışları yeniden inşâ etmeyi ifade eder. Ahlâkçılık, empoze edilen toplumsal normlara dogmatik şekilde tâbi olmaya eşdeğer ve bunu herkes için ödev olarak gören ve o şekilde davranmamayı verili bir tanıma göre “iyi”, “doğru”, “haklı”, “âdil” vs. olandan sapma, tartışmasız “kötü” olana özdeş gören bir anlayıştır. Murdoch’un (Ibid, 114) sözlerinden ilham alarak söyleyecek olursam; Ahlâkçılık kendi resmini yapan, sonra bu resme benzer hâle gelen ve herkesi o resmin unsurları olarak gören bir tutumdur. Etik ise o resmin resim olmadığını görebilme ve söyleyebilme kapasitesi ve cesaretidir.
6 Şubat depremi, topluma verdiği büyük acı kadar, söz konusu kapasitenin, cesaretin öncelikle zihinsel dönüşümün başlangıcı olabilir. Bireysel karşılıklı ilişki ahlâkını tesis etme ve bunu kendimizin denetimde bir sorumluluk hissiyle, dogmatik olmayan bir tarzda yürütme gayretimizi teşvik eder.