Zemzem’le Rakı içilmez
Dücene Cündioğlu 01 Ocak 1970
Şeybân er-Râî adlı ârif, kendisine zekât hakkında soru soran devrin iki değerli âlimine, Ahmed b. Hanbel ile eş-Şafiî’ye şöyle demiş:
Sizin mezhebinize göre mi açıklayayım, bizim mezhebimize göre mi?
Sizin mezhebinize göre, her kırk koyundan biri zekât olarak verilir.
Bizim mezhebimize göreyse, her şey Allah’a aittir, biz hiçbir şeye sahip değiliz.
Bu mesel’in özeti şudur:
Şeriat'a göre: bu senin şu benim
Tarikat'a göre: hem senin hem benim
Hakikat'a göre: ne senin ne benim
Hakikat kimin umurunda?
Dindarlar, sırf bir gün, bu senin, şu benim diyebilmek uğruna, hem senin hem benim (bizim) dediler. Bir süreliğine. Geçici olarak.
O gün gelmiş olmalı, ki bazıları gösterişten kaçınmayıp kırkta otuzdokuzu dilediğince harcayabileceğini söylüyor.
Dikkat edilirse bu beyan, Maliye görevlilerini değil, kamuoyunu muhatab alıyor. Demek ki dindar sermayenin dindarlığa borcu kırkta bir. Kırkta biri ödeyince vicdan serbest kalıyor. Nefis de azmanlaşıyor.
İslâm hukukçularına göre, zekât, mâllarda bulunan bir haktır. Yoksulların hakkı.
Mala mal denilmesinin sebebi, insanın kendisine meyl etmesindendir, yani mâl kendisine meyledilen, hoşa giden anlamına gelir. Zekât ise, kısaca, malı temizlemek/arındırmak (tezkiye etmek) demektir.
Hangi oranda?
Efendimizin sünnetine göre 1/40 (% 2,5) oranında.
Neymiş, mâl sahipleri, üzerinden bir sene geçmek kaydıyla, belli miktara ulaşan mallarının kırkta birini yoksullara vermek suretiyle tezkiye etmek, arındırmak zorundalarmış.
İslâm fakihleri, nedense bu nisabı değişmez kabul ediyorlar ve malı arındırmak için her sene kırkta bir'lik ödemeyi yeterli buluyorlar. Sanırım hiç yoktan iyidir diye düşünüyorlar.
Peki bugünün iktisadî koşulları açısından bakıldığında fakihler ne diyorlar bu miktara?
Maldan her yıl zorunlu olarak verilen % 2,5’luk miktar, zengin müslümanın mâlını gerçekten arındırır mı?
Kırkta biri verdim, malım arındı, geriye kalan kırkta otuzdokuzu artık gönlümce harcayabilirim, diyebilir mi?
Biraz sadaka, biraz infak yöntemiyle malı mülkü çitilenmiş, temizlenip arınmış olur mu?
Merak buyurmayınız, bugünün İslâm dünyası bu sorularla yüzleşmeye hazır değil!
Ahkâmın zahiri zenginlerin yanında. Dünyayı küçümseyen o ezelî soluk, şimdi dünyayı elde etmenin yollarını öğretiyor. Başarı kazanma sanatının yollarını.
أَلْهَاكُمُ التَّكَاثُرُ حَتَّى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ (Ölene değin mal mülk biriktirmek sevdasıyla yandınız tutuştunuz da n’oldu?) hitabına hangi yürek hangi cesaretle cevap verebilecek bugün?
Duyan yok ki!
Yoksullar, yoksulluğuyla övünen Peygamber’in sesini duyamıyorlar. Çünkü mikrofonlar yoksulluklarından utananların elinde. Mal biriktirenlerin elinde. Bütün sermayeleri hırs ve ihtiras olanların elinde.
Oysa yoksulluk, bizim geleneğimizde, içine düşülen bir durum değil, bile isteye seçilen bir hâldi aynı zamanda. Yoksulluğu seçmek bir erdemdi. Yoksulluk, yaşam karşısında güçlü olmayı seçmek demekti.
Dünyaya meyledenlerin dünyanın kölesi olacaklarına inanılırdı, dünyadan yüz çevirenlerin ise dünyanın efendisi. Nitekim tarihte, müslümanlar, dünyanın efendisi olduysalar, olabildiyseler, bu, dünyadan yüz çevirdikleri içindi.
Şimdiyse yüzler dünyaya çevrilmiş durumda. Güç ve iktidara. Mal ve mülke. Şan ve şöhrete.
Hergün bir yenisiyle karşılaştığınız çirkinliklerden niçin şikayet ediyorsunuz o halde?
Güç ve iktidar istediniz, size güç ve iktidar verildi. Mal-mülk istediniz, size mal-mülk verildi. Para istediniz para, şöhret istediniz şöhret verildi. Oysa himmet isteseydiniz size himmet verilirdi.
Himmet, yani hikmet!
Siz buğdayı seçtiniz, kendinizi himmetten mahrum ettiniz.
Şimdi her şeyiniz var, ama ilminiz de yok, irfanınız da!
Hiç mi farketmiyorsunuz, kalb-i selimden mahrumsunuz. Gözyaşlarından. Rikkatten. Hikmetten.
Güya rahat döşekte Allah’ı arıyorsunuz. Aklınız sıra rakıyı zemzemle sulandırıp içmeyi marifet sanıyorsunuz.
Unutmayınız, zannın çoğu yalandır. Hem buğday, hem himmet, hem rahat döşek, hem hakikat, hem rakı, hem zemzem, bunların ikisi aslâ bir arada bulunmaz!
Zahirde değil, batında bulunmaz.
Şikâyete hakkımız yok, seçimlerimizin sonucuna mecburen razı olacağız.
Şimdi sonbahardayız, ve kapının eşiğindeki kışa hazırlanmalıyız. Devran aslâ geri döndürülemez, kış gelmeli ki ardından da ilkbahar gelsin!
Demek ki çürüme daha da hızlanacak, hızlandıkça daha da görünür hâle gelecek. Zengin dindarların çocuklarının ellerinde kalan mülkün kirini kırkta otuzdokuz bile arındıramayacak!
Olup biteni doğru yorumlayabilmek için Musa’nın yasalarına değil, Hızır’ın irfanına ihtiyacımız var demem de işte bu sebepten.
İlkbahar çocuklarının hikmetine muhtacız, yeniliğin, tazeliğin, diriliğin, umudun çocuklarının himmetine.
Ramazanlarda kurulan o şa’şaalı, o debdebeli iftar sofralarını yerle bir edecek inançtaki yoksul çocukların asaletine, şehrin dışındaki bir mağaraya sığınan yedi gencin şiddetine.
Mağara çocuklarının.
Ashab-ı kehf’in.
Sen de kim oluyorsun, deyû kınarsanız alınmam, ne de olsa bir garip melâmiyim ben!