Emine Işınsu
17.05.1938 – 05.05.2021 01 Ocak 1970
Kars’ta doğan Emine Işınsu, Ankara Koleji’ni bitirdikten sonra, Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümünü tamamlamadan ayrılmıştır. Şair ve yazar, Halide Nusret Zorlutuna’nın kızı olan Işınsu, yazıya ve şiire küçük yaşlarında başladı. Asker babası ve öğretmen annesinin memurlukları dolayısiyle, Kars, Urfa ve daha birçok Anadolu şehirlerinde bulundu. Bir süre burs alarak Amerika’ya gitti. Gazetelerde fıkralar yazdı. 1969’da “Ayşe” adıyla çıkardığı kadın dergisini “Töre”ye çevirdi. Töre Dergisini, gelenekli Türk Yurdu’nun bir devamı gibi fikrî, edebî, hatta siyasî Türk milliyetçiliğinin bir neşir organı haline koydu.
1981’e kadar on iki yıl olgun muhteva ile yayımladığı bu dergi, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra baskı yüzünden ve malî güçlüklerden ötürü yavaşlayınca, “Eyvallah!” adlı bir veda yazısı ile onu bıraktı. 1981’de, eşi Prof. Dr. İskender Öksüz’ün öğretim göreviyle çağrıldığı Suudî Arabistan’a (Dahran) gitti. Birkaç yıl sonra döndü. Şimdi hikâyeler, romanlar, eleştirmeler yazmaya devam etmektedir. Hikâye, destim, fıkra, ve oyun türlerinde de eserleri olan Işınsu, 1970’lerden bugüne üst üste yeni romanlar yazmaktadır. Şiirlerini ilk kitabı olan İki Nokta (1956) da toplamıştır. “Bir Gece Yıldızlarla” (1994) adım taşıyan kitabında, 1974’ten 1991’e kadar, çeşitli yıllarda yazdığı hikâyelerini toplamıştır. Tiyatro oyunları: Bir Yürek Satıldı 1967), Bir Milyon İğne (1967)’dir.
Romanian: Küçük Dünya (1966), Azap Topraklan (1970), Ak Topraklar (1971), Tutsak (1973), Sancı (1974), Canbaz (1981), Kaf Dağının Ardında (1988), Çiçekler Büyür (1989), Atlıkarınca (1990), Cumhuriyet Türküsü (1994), Nisan Yağmuru (1997), Havva (1998)’dır.
Işınsu hakkında şu eserlere bakılabilir: Töre Dergisi, “Edebiyatımızda Işınsu” özel sayısı, 139, Aralık 1982. Gürsel Aytaç: “Çağdaş Türk Romanian Üzerine İncelemeler“, (s. 314-328). Mehmet Çınarlı: “Sanatçı Dostlarım” (1979, s. 190-204). Sadık Kemal Tural, “Zamanın Elinden Tutmak” (1982, s. 210-219).
İçinde yaşadığımız edebiyat döneminin “tarihini” yazmak, sanatkârların ağzından kendileri hakkındaki görüşleri sunmak, imkânını da bize veriyor. Nitekim
ve 5. ciltlerimizde vaktimiz oldukça ve müelliflerle tanışmamız ölçüsünde, geleceğe belge olacak bu nakilleri zaman zaman yapıyoruz. Burada, sayın Emine Işınsu’nun eserleri, roman ve romancılığı hakkındaki görüşlerini, ricamız üzerine, bize yazdığı bir mektup’tan naklediyoruz:
“Ortaokul sıralarından beri yazmaktayım. Lise yıllarında 1954’te sanıyorum, ilk şiirim “İnsanlar”…. Eğitim Dergisinde yayımlandı………………………………………………..
Annemden dolayı bir iltimas görmeyeyim diye, soyadımı bıraktım ve ilk iki ismimi kullandım; Emine Işın su… Şiirlerim alâka gördü, Eğitim Demeği’nin Başkanı, rahmetli Mümtaz Turhan Bey, bunların kitap olmasını arzuladı ve demek ilk kitabım “İki Nokta”yı (şiirler) bastı….
Bir ara Eğitim Dergisinin sekreterliğini yaptım… Aradan birkaç yıl geçti, evlilik girdi araya…. yazıyı bıraktım.
Derken, 1960 ihtilâlinden sonra, zamanın Turizm ve Tanıtma Bakanlığı, bir “Turistik Roman” yarışması açtı… Radyo, bu anonsu tekrarlıyordu… doğrudan bana hitap ediliyor gibi geldi ve oturup ilk romanım “Küçük Dünya”yı yazdım. Turistik yer olarak Urfa’yı ele almıştım, Üniversite mezunu, çok hassas bir kızın, evlenip Urfa’ya gitmesini ve oradaki yaşantısını hikâye ettim. Kızın iç dünyası ile (ben buna küçük dünya diyordum) Urfa’nın mistik havası arasında bir paralellik kurmuştum… Âdeta cezbe halinde yazıyordum, mekân ve zaman mühim değildi benim için, mutfakta çorba karıştırırken, kızım Elifi bacağımda uyuturken bile yazabiliyordum….
Kendi küçük dünyası içinde masallar ve hayâllerle mutlu olabilen Nur’un, büyük dünya ile teması, herhâlde, annesinin ona verdiği derslerle başladı…. Büyük dünyaya uyum sağlamak zordu, hele Urfa’da kendisine yabancı gelen bir iklimde. Oysa Urfa’nın esrarlı, mistik havasında, Nur’un masallarıyla ilgili bir şeyler vardı…. Bütün bunların üstünde Nur’un aradığı, iç huzuru ve aşktı. Bu aşkı, kocasının arkadaşı Murat’ta buldu, ancak ikisi arasındaki bu aşkın, hiç kelimeye dökülmeden arkadaşça devam etmesi… mümkün müdür?
1964’te Ankara radyosunun açtığı radyofonik oyun yarışmasmda “Bir Yürek Satıldı” isimli radyo tiyatrosu ile birinci oldum. 1977yılmda bu oyunun senaryosunu TV için yazdım, çevrildi ve oynandı.
Niçin yazıyorum?… Çünkü yazmak, bilhassa roman yazmak beni mutlu ediyor. Mutlu etmekten de öte, yaşama sebebim oluyor. Şu dünyaya beni bağlayan, çocuklarımın sağlık ve selâmetinden sonra, roman yazmaktır. Âdeta sebeb-i mevcudiyetim…. Allah’ın beni dünyaya roman yazmakla görevli olarak yolladığına, samimiyetle inanırım.
Bir konu gelir içimden, meselâ Bulgaristan’daki Türkler’in durumu, yahut sendika olayları…. böyle şeyler; konuyu düşünürken, karakterler doğar, önemli karakterler ekseri kendi isimlerini beraberlerinde taşıyıp getirirler, ben bu isimleri değiştirmeği uğursuzluk addettiğim için, ne gelmişse, onu yazarım. Derken yazmak istediğim konu hakkında uzun boylu araştırma yaparım, notlar alırım, bu arada yeni gelen bilgiler karşısında, karakterlerimin tavırlarını ve sözlerini, notlar arasında kaydederim. Böylece birkaç defter dolar ve bir gün ben, romana başlamaya niyet ederim. Bu sırada romanın başlangıcını, sonunu ve bazı olayları bi-
liyorumdur, başladıktan sonra romanın gelişmesinde, karakterlerim bir bayii yardımcı olurlar bana, bazen romanın sonunu bile değiştirdikleri olur. Bazen sonlara doğru doğan bir karakterin, baştaki olaylarla ilgisini göstermek için, başa döner, o karaktere bir de çocukluk ilâve ederim. Çiçekler Büyür’deki Fatma gibi…. Bir romanın yazılış süreci içinde, yazdıklarım; kahramanlarımın başına gelen olaylar, benim o günlerdeki yaşantımı son derece etkiler, çünkü âdeta bu dünyadan ayrılıp, onların dünyasında yaşamaya başlamışımdır. Benim gerçek dünyam romanın dünyası, şu yaşadığım hayat ise, sanki sun’i olanıdır. Öfkem, mutluluğum, mutsuzluklarım, suskunluklarım hep yazmakta olduğum romandaki olaylar ve kişilerle ilgilidir.
Yazarken yüreğimi koyuyorum ortaya, yüreğim, bütün yürekler gibi sıcak, samimî ve gerçekçidir. Ona ters gelen şeyler yazmak istemem, hiç yazmadığımı sanıyorum. Olduğumca, samimîyim. Dil konusuna gelince… işte bana göre, hiç abartmasız ve içtenlikle yazmaya çalıştığım için, ‘Yaşayan Türkçe “yi kullanmaya, böylece “rahat anlaşılmaya” dikkat ediyorum. Konuşma diline yakın olsun diye, zaman zaman cümlelerim kırık ve kesiktir yani, içimden geldiği gibi.
Yazılarımda, sanıyorum, bir tek annemin tesirinde kaldım, ilk romanım Küçük Dünya’da, bence bu tesir açıkça görünür… İkinci romanım Azap Toprakları’nda kendi üslûbumu buldum gibi. Bu üslûbun giderek saflaşıp, durulaştığım ve çok aceleci olduğunu farketmekteyim, ancak değiştirmek elimden gelmiyor. Yazarken, “benden içeri ben”in emrindeyim âdeta, ağzım yan açık, bir koşu tutturmuş gibi ve bol bol “sigara” içerek, gönlümün diktesini, makinaya geçiriyorum. Bir roman yazılıp bitince ve hele basılınca, onun karşısında gerçekten bir üçüncü şahıs gibi oluyorum, o yazılanla benim alâkam kalmamıştır, artık ona yabancıyımdır, iyice hatırlamam bile. Bu yüzden romanlarım hakkında konuşmayı pek beceremem. (Konuşmak zaten benim için, tam bir eziyettir, kalabalık karşısında donup kalmaktır, bu sebepten konuşma tekliflerini genellikle geri çevirmeğe çalışır, kurtulamadıklarımda, ise yazdıklarımı okumayı tercih ederim.)
Romanın tarifini yapmak gerekseydi, pek kısaca; “insandır” derdim. İnsanın hayat içinde, iç ve dış (manevî ve maddî) macerası…. Allah’ın yarattıklarının en şereflisi kıldığı insan, karmaşık bir mahluktur; zaman zaman kafası ile duygu bütünlüğünü sağlamakta zorluk çeker, kendini bilmez, tanıyamaz, bu yüzden kendinden uzaklaşır, kendine yabancılaşır. Özüne yabancı kişi, elbet içinde yaşadığı » topluma da yabancıdır, işte bu yabancılık, yahut tam aksi, kendini bilen kişinin hayata uyumu, insanın hayat içindeki macerasını yönlendirir. Mamafih şu ayırım, pek kabaca oldu, insanoğlu bu kadar “ak” ve “kara” olarak ikiye ayrılmıyor, hepsinin kendi mizacına göre, zamana, mekâna ve çevre şartlarına göre yeniden değişen-çakılıp kaldığı duraklan, koşulları, şüpheleri ihtirasları, kıskançlıkları, sevgileri var, ömürlerinin muhtelif duraklarında, değişik olaylar karşısında, muhtelif, değişebilen hisleri yaşıyorlar, bugün sevecen biri, yarın gaddarlaşabiliyor, böylece olaylar da belirleyebiliyor insanı…. Ve bazı insanlar dış maceradan, iç maceraya dönebilerek, arıyorlar ve iyiye, olumluya doğru gelişebiliyorlar…. Bence mühim olan bu arayıştır, bu manevî gelişmedir…. Bütün romanlarımda, elimden geldiğince bu hususa dikkat çekmeğe çalıştım. İnsanın “iyi” yahut “kötü” adına yaptıklarının tamamıyla kendileriyle ilgili olduğunu, iyinin de, kötünün de, karşısındaki şahıstan ziyade, dönüp kendilerine geleceğini bilmelerini istedim. Günün modem psikolojisinin insana bakış ve yöntemleriyle dinimizin insanı ele alış tarzı ve telkinlerinin birbirlerine uygunluğunu göstermeğe çalıştım.”
Işınsu, bize gönderdiği mektupta, yukarıda “Küçük Dünya” için yaptığı gibi öbür eserlerini de kısa “çarpıcı” açılardan değerlendirmiştir.
Azap Toprakları: “Balkan savaşından bu yana tükenmeyen; ancak çeşitli politikalara bürünen Yunan mezalimi… Batı Trakya’da, kendi kaderlerine terkedilmiş milletdaşlarımıza kim yardım edecek?… Onların umudu Türkiye, oysa Bekir, dede topraklama terketmek niyetinde değil, isteyen, eğer becerebilirse ulaşsın Anadolu’ya. Bekir’in Türklük ve insanlık uğruna verdiği mücadele ancak Batı Trakya topraklan üzerinde olmalıdır ve öyle de olacaktır.”
Ak Topraklar: “Bir zamanlar, Orta Asya’da yaşayan Türk’ün “Kızıl Elma,”sı Anadolu idi…. Yağmur da bu emelle büyümüştü ya babası Bayındır Bey, ne yapar ne işlerdi İstanbul’larda?… Asya Selçuklularından birkaç haber ve Türk’e Anadolu kapılarını açan Malazgirt Seferi!… O sefere iler ki, gezip dolaştıkları topraklarda, yolların kendilerine önceden açıldığını görmüşlerdi; Ahmet Yesevî’nin dervişleri onları bekliyordu artık. Peki Aybala kız, sevdalı mıdır Yağmur’a ki, ettikleri hep nazdır?…”
Çiçekler Büyür: “1976’lardan bu yana, Bulgaristan’da yaşayan milletdaşlarımıza, Bulgar Hükümetlerinin uyguladığı, insanlık utancı politikalar ve kanlı baskılar. İlay, bir küçük kadın, bunlara nasıl karşı koyabilir?… Gerçi tabancasmda tek kurşun kalmamıştır, ama silâhı kendisine çevirmek İlay’ın karakterine çok ters bir tutumdur. Oysa, bedenler, beyinler ve sevdalar, bu toprağa gübre olabilir. İş ki çiçekler, her yıl yeniden büyüyebilsin.”
Sancı: 12 Mart öncesinin sıtmalı günleri…. Bu günlerin içinde dal gibi bir delikanlı ülkücü Dursun Önkuzu; tâ Zile’den Ankara’ya doğru bir sefer… Umut doludur çocuk; çünkü memleketine, milletine sevdalıdır… Leylâ’ya duyduğu aşk ise, belki kendisinden bile gizli. Ya Leyla: Türkiye’de bulamadığı çözümleri Amerika’da mı bulacak, yoksa sadece ve basitçe kaçmakta mıdır?…
Canbaz: “Canbaz”, ip üstünde, elinde destek sopası, canı ile oynayan kişi değil midir? Ancak hayatın türlü yüzüne dayanabilmek için, her insanın biraz da canbaz olması gerekmekte… Her insan muhtaç bir destek sopasına… Hele memleketin o karışık günlerinde. Sıla hasreti yüklü bir Ali, yerliye gönül vermiş İlhan ve bütün bunlardan habersiz, ancak sevgiyi ve bilgiyi baş tacı etmiş Sevim abla ve Mehmet… Bir de Gülnaz. Onun bütün mücadelesi, kendi küçük sendikası içinde
ve yalnız emekçiler için. Oysa Koçsa, sermayesinin türlü imkânları ile âdeta memleketi idare etme sevdasında, onun tek zaafı, Tülin… Ve ölebilir mi acaba Koçsalar?
Kaf Dağının Ardında: Memleketin karışık zamanlarında, solda şöhret olmuş bir romancı olan Mevsim, maddî yandan da, olağanüstü iyi bir duruma sahipti… Fakat bütün bunlar, devamlı bir arayış içinde bulunan Mevsim’e yetecek miydi? Mevsim’in ruhu açtı ve hayatın kendisine sunduğu maddî imkânlarla doyum bulamıyordu. Mehmet, onun için bir roman kahramanı, bir sevda, aynı zamanda maneviyat kapısını açan anahtar olacaktı; ama galiba bu anahtar Kaf Dağı ’nın arkasındaydı…. Ve Mevsim, Kaf Dağı’na doğru “Uzun ince bir yolda”, “Temmuz güneşi altında”, “cam kırıkları” üzerinde yürümeğe başladı. Mevsim’in yolculuğuna, belki modem bir derviş’in kendi içine doğru seyahati diyebiliriz.
Atlıkarınca: Seçim, orada veya burada, şu müessesede, bu kuruluşta, ne fark eder; insanlar hep aynı insanlar olduktan sonra? Pek mi zor “mükemmel”e erişebilmek? Nurgün’ün bile bir zamanlar bulaştığı bir za’fı düşünürsek…. Merve gerçekten sevmekte midir Ömer’i, peki ya Ömer onu?… Gerçek sevda nedir? Yeri var mıdır sanatçı dünyasında?… bu dünya, elbet dedikodular, çekememezlikler dünyası; doğrusu Nurgün katlanabilmekte… Çünkü artık, kendini tanıyor!….
Bir Gece Yıldızlarla: Emine Işınsu’nun muhtelif dergilerde yayımlanan hikâyelerinden bir demet… Halk arasında yaşayan evliya masallarının, Işınsu’nun üslûbu bile kâğıda kaleme dökülmesi ve yazarın “aziz” hocası, Hasan Burkay’a sunduğu gönül selâmlan…
Işınsu’nun kendi eserleri hakkında verdiği kısa hükümler burada bitiyor. Biz bu romancı hakkında 1975’te şunları söylemiştik:
Kısa zamanda üç baskı yapan Azap Topraklan belgeler ışığında ve tam samimiyetle, Yunan zulümlerine mahkûm bırakılmış Batı Trakya Türklerinin ıstıraplı hayatlarını anlatmaktadır. Ak Topraklar romanı, Edebiyat Cemiyeti’mizce (1971’de) Malazgirt Zaferinin 900. yıldönümü dolayısiyle açılan “Alparslan Edebiyatı” çığırında meydana getirilmiş, destan-tarih havasında sanatlı bir eserdir. Işınsu bu romanda, Dede Korkut’taki enfes Oğuzca’nın ifade gücünden yararlanmıştır. Bu eser (o zaman) Alparslan Ödülü kazanmıştır.
Tutsak romanı yine belgeler ışığında, kahırlı ve esir Kerkük Türkünün ıstırabını, 1955-1960’larda, Ankara’da geçen, kendi şahsı, aile ve dost çevresi ile de bağlantılı olaylar halinde anlatmaktadır. Sancı romanı 1970 Türkiye’sinin o günden beri hâlâ bitmeyen terör, anarşi, hile, bölücülük olayları içinde kıvranışlarını acılı lisanla anlatmaktadır.
Her romanında ayrı üslûplar deneyen, romantik yanı güçlü, duygu ve kırgınlıkları eserlerine sinmiş, bazı eserlerinde millî ülküyü sanatına da üstün tutan, yurt meseleleri ve canlı politikayı romanlarına cesaretle yansıtan bu yazar, sanata susamış genç kitlelerin ilgiyle okudukları, düşünce ve duygu ağırlıklı bir roman sanatı sürdürmektedir.
Işınsu, yukarda sözünü ettiğimiz Azap Toprakları‘nda, Batı Trakyalı Türklerin, Yunan baskısı altındaki çilelerini; Tutsak’ta Irak’taki esir Kerküklülerin T.C.’nin ilgisizliği yüzünden katledilişlerini anlattığı gibi…. Çiçekler Büyür (1979)’de de Bulgaristan’da bıraktığımız soydaşların acılarını başarı ile dile getirmiştir. Bu romanda anlatılan Bulgar barbarlıkları, komünist rejimle şovenliği kaynaştırarak, gittikçe artan, öldüren, bunaltan ölçülerde 1988-1989’lara kadar tırmanmıştır. İki yüz bin Türk, evlerinden, yurtlarından edilerek, Türkiye’ye zorla götürülmüştür. Nihayet, 1990’larda ancak komünist rejimin çökmesiyle bir kurtuluş olmuş; Türklerle birlikte, Pomaklar, Arnavutlar, hatta Bulgarlar bile görece bir hürriyete kavuşmuşlardır.
Işınsu, 1985’te beşinci baskısını yapan “Çiçekler Büyür” hakkında Sevinç Çokum’la bir konuşmasında şunları söylemektedir;
“E. IŞINSU – Bilmem “roman” kelimesi yeter mi ki Çiçekler Büyür için?… Birkaç hayâli kahramanın dışında, kitapta geçen olaylar gerçek, karakterler hakikîdir. Hatta Türk soyunun kırım operasyonunu yürüten Bulgar komutanlarının ve milletlerine ihanet hâlindeki bazı Türk gazetecilerinin ismi, değiştirilmeden verilmiştir. Benim için meşakkatli oldu evet, sayısız belge okudum, çoğu gizlice Anadolu’ya ulaştırılmış mektuplardı. Ve kimi kaçarak, kimi resmen gelmiş pek çok göçmen vatandaşlarımızla konuştum, defterler dolusu not aldım, tarihi inceledim. Fakat asıl meşakkat, şüphesiz bu hazırlık safhası değil, orada yaşanılan ıstırabı, burada yazarken, benim çekmiş olmam. Somut bir acı içindeydim. Tıpça konuşursak depresyon geçirdim, diyebilirim… Niçin mi karar verdim yazmaya. Biliyorsun sınırlarımız dışında yaşayan Türklerle ilgili üç romanım var. Çiçekler’den önce, “Azap Toprakları”nda Yunanistan’da ve “Tutsak’’da Irak’ta yaşayan Türkleri ele almıştım. Niçin sınırlarımız dışında yaşayan Türkler?… Bunu soran çok oldu, sanırım bu konu tamamıyla benim mizacımla ilgili bir husus. Maddî ve manevî tutsaklığa; totaliter rejimlerin her türlüsüne ve insanın insana hakaretine, eziyetine katlanamıyorum. İnsanın insana ettiğini, hayvanlar birbirlerine etmiyor! Romancı ben olduğuma göre, elbet şiddetli duygularım etkiler yazdıklarımı ve Türk olduğum için, önce Türk insanının ıstırabını anlatırım. Babam, Bulgaristan göçmeniydi (General Aziz Vecihi Zorlutuna). Sanırım bu yüzden Bulgaristan ’dan gelen soydaşlarımıza, diğerlerinden daha fazla sevgi duyarım. Ayrıca Bulgaristan ’dairi Türkler bana göre, iki türlü tutsaktırlar: Şovenizmin ve Marksizmin.
Çiçekler Büyür’ü bitirdikten sonra, evet, bütün romanlarım sonunda yaşadığım bitkinliği ve hoşluğu yaşadım. Ancak, bu kitaptaki flay, beni bırakmadı…. O hâlâ yaşıyor, hay’ı Anadoluya kaçmış farzettim hep, son olaylar karşısında alacağı tavrı düşündüm.
Canbaz’ın devamı olan ve başlayıp da maalesef tamamlayamadığım “Mehmet” isimli romanımda İlayyer almıştı. Ona dair birkaç pasaj bile yazdım! (Sevinç Ço- kum, Emine Işınsu ile Mülakat: Bulgar Zulmü ve Çiçekler Büyür, Türk Edebiyatı, sayı: 138, Nisan 1985, s. 32-33)
Çoğu, Lozan’daki ihmallerimiz sonunda, “Misâk-ı Millî sınırlan içinde oldukları halde yurt dışında bırakarak, başlarına o kadar çok zulüm ve kahır gelmesine sebep olduğumuz soydaşların halini anlatan bu romanlar, görülüyor ki vatansever ve hürriyete düşkün, Türk olduğu kadar da “insan” bir ruhun sevgi ve acımaları ile yazılmıştır. Buna benzer temaların, yalnız Sevinç Çokum’da görülmesi ve günümüzün “usta” romancılarında öyle bir acının üstünde bile durulmaması milletçe duyulan teessürlerin Türk romanına, şiirine ve diğer sanatlarına aksetmediğini göstermesi bakımından üzücüdür. Yazık ki, olumsuz bir eğitim ve dar bakışlı Marksist telkinler sonucu, “çoğu aydınlar” gibi, romancıların da, Türk milletine son ölçüde yabancı düştüklerini göstermektedir. Oysa, bir iki önceki nesle baktığımızda, Ömer Seyfeddin, Mehmed Akif, Yahya Kemal, Nihâl Atsız ve Arif Nihat gibi öncülerin de “Bulgar-Yunan” kötülüklerine ve esir Türk diyarlarına içtenlikle eğilmiş oldukları görülecektir.
Yukarda adı geçen üç eserden (yine ideoloji ve fikir çizgileri bulunmakla birlikte) “roman” tarafı en güçlü olan Tutsak’tan kısa bir bölüm sunacağım. Tutsak, aynı zamanda Emine Işınsu’nun ilk gençlik yıllarını dolduran acılı ev hayatından da geniş akisler taşımaktadır. Aynı havayı ilk evlendiği günlerde “Urfa mistisizmi” içinde yazdığı “Küçük Dünya”da da görüyoruz. O romanda, kocanın ihmal ettiği; olgunluk ve sevgisini anlayamadığı, hatta azımsamaya ve başka kadınlarla aldatmaya kalkıştığı, ev hanımı Nûr, Tutsak’ta, aynı nitelikleri ve üzüntüleri ile “Ceren” olmuştur. Küçük Dünya’daki küstah koca-bahtsız kadın ve kocasının dostu Murat üçlüsü, Tutsak’ta da kötü koca Orhan, çilekeş Ceren ve Orhan’ın Kerkük’lü amca oğlu Tank üçlüsü biçiminde ön safa çıkmaktadır.
Tutsak romanında, 1960’lı yıllarda geçen olaylarla Türkiye’nin o zamanki siyasî durumları arasında koşutluklar (Paralel) da kurulmuştur. Kerkük’te olup biten baskı ve zulümler ise oradan misafir gelmiş bulunan Tarık’ın ağzıyla anlatılmaktadır. Olay, kısaca şudur:
Kaba ve hoyrat davranışları; başka kadınlara aleni yaklaşmaları, şımarık, bencil ve adi tutumları ile Ceren’i iyice yıldırıp, kendisinden nefrete sürüklemiş olan Orhan’ın amca oğlu Tank, Kerkük’e gelince, Ceren’in derin ve sessiz ıstırabını az zamanda anlamıştır. Orhan’a hiç benzemeyen tutumları, insan yüreği, tatlı dili ve cefalar içinde gelişen olgun kişiliği ile Tank, Ceren’in gönlünü kazanmıştır. Tıpkı Küçük Dünya’daki Nur’un, zamanla Murat’a âşık olması gibi.
Tutsak’tan
O yaz, hep beraber gezdiler. Tank İstanbul’u ilk defa görüyordu, hayran olmuştu. Boğaz’da, Çamlıca’da, Yıldız Parkı’nda, Topkapı’da, Sultanahmet’te… Ceren, Alev’in elinden tutuyor, Tank, Selim’i kucağına alıyor, sokaklarda keten helvası, dondurma yiyorlar, gülüyorlar, koşuyorlar…. Tarık’ın içinden gelen, yüzüne, gözlerine vuran, sonra taşıp karşısındakileri sarıveren bir sevinci vardı. Hiçbir sebep yokken, sırf hayatı hissettiği, yaşayan her şeyi sevdiği için sevinirdi. Bu yüzden Ceren, onun yanında kendini, bir sürü renkli balonun birden salıverdiği küçük bir kız gibi hissediyordu. Hiçbir sorumluluğu olmayan hepsini kendi adına taşıyabilecek birine sahip, rahat bir genç kadın gibi.
Balonlar; saçlarına, kollarına, bacaklarına dokunup dokunup kaçıyorlar, mavi gökte süzülüp dönüp tekrar geliyorlardı. Mamafih, bazı bir sızı da geçtiği olurdu içinden: Bütün bunları Orhan’la (kocası) yapmak istemişti. Çocuklarının tıpkı Tarık’la oynadıkları gibi mutlu, neşeli, babalan ile oynamalarını istemişti. Hâlbuki Orhan, kansının ve çocuklarının günlerini, hatta gecelerini Tank’a yüklemekten memnundu. İnşaat kontrol mühendislerini, sabahlara kadar, o kulüp, bu gazino dolaştırıp dururken, Ceren’e:
— Siz Tarık’la oturun, derdi.
— Tank sizi gezdirsin.
— Tank Alev’i doktora götürsün.
— Tank Ceren’in sergisi ile meşgul olsun.
Tank…. Tank…. uzun geceler geçirdiler Ceren’le beraber… okuyup konuşup güldükleri…. Tarık’ın o çocuksu, sevgi dolu sevincini yaşadıkları. Ceren dikiş diker, Tank şarkı söyler, taklit yapar. Ceren resim çalışır, Tank bir köşeye ilişip ona memleket hikâyeleri anlatırdı.
Bu hikâyelerde sevinç yoktu! Balonların hepsi uçup giderdi. Bir KERKÜK kalırdı çıplak, san acı…. Ve bir kocaman umut. Ceren’in eskiden de bildiği bir Kerkük vardı. Vardı. Irak’taydı, o kadar. Orhan orada doğmuştur, sonra ailesi gelip buraya yerleşmiştir. Burası vatandır. Ya Kerkük? Hiç düşünmemişti gerçek.
Kerkük’ün Anadolu’dan da eski bir vatan olduğunu bilmezdi. Bu vatanda elli yıldan beri bir yaranın, gittikçe derinleşip kokuşarak büyüdüğünü yine…. hiç öğrenmemişti. “Tutsak Türk”, ah böyle birini, Tarık’ı görünceye kadar hiç tanımamıştı. (Tutsak, s. 43-44)
Hikâyeleri
Emine Işınsu’nun hikâyeleri çok değil, hikâyecilik üzerinde bir iddiası da yoktur. Başka bazı yazarlarımız gibi hikâye türünde bir hazırlıktan sonra romana geçmiş de değildir. Bir yandan romanlarını yayımlarken, ara sıra, herhalde çeşni olarak,hikâyeler de yazmaktadır. Hisar’da, Töre’de ilk hikâyelerini yayımlamıştır. Türk Edebiyatı dergimizde, yenilerini de yazmaktadır (1988-1991).
Böyle olan hikâyelerinde, sağlam bir yapı, sanat değeri, derinlik bulunmaktadır. Uzatmayan canlı bir üslûp, kısa cümleler içinde gerçeklerin, felsefelerin, derinliklerin hatta “öte”lerin anlatımı görülmektedir. Işınsu’nun hikâyeleri romanların küçültülmüşü, romanları da hikâyelerinin büyütülmüşü değildir. Tersine, başka kalemlerden çıkmış gibi Işınsu, bu iki ayrı türde, farklılıklar göstermektedir. Hikâyelerinde daha fazla sanatkârdır, demek doğru mu bilmem…. Fakat, bu hikâyelerde “ideoloji”nin, hatta düşüncenin bile üstünde, tam içtenlikle, gönlünün istediklerini yazdığı söylenebilir.
Bir Örnek
“Annem için” kaydıyla yazdığı “Kapım Kilitli” adlı şu hikâyesi, Işınsu’nun annesi Halide Nusret’le geçirdiği, edebiyat sohbetiyle dolu günleri tesbit ediyor. Yazar, duygulan, kaygılan ile kendisini anlatırken şiire, edebiyata tutkunluğunu ve bu konudaki kültürünü de ortaya koyuyor. Bu küçük hikâye, aynı zamanda annesinin ölümü gibi bir hicrânı, felsefe plânına geçirerek anlatıyor.
Kapım Kilitli -Annem için-
“Adalardan bir yâr gelir bizlere” Eee?… Hımm; “Gözlere bak, gözlere bak, gözlere!” Böyle miydi?… Peki devamı? “Ada sahillerinde bekliyorum/Seni yavrum…. seni yavrum… seni….” Aha… tüh, Allah kahretsin; şu ikisi aynı şarkı değil!… Zaten biri türkü idi galiba… ikisi de “adalı” olduğu için karıştırdım.
“Adalı”?… Bir oyun. Faruk Nafiz’in olacak. Ve sonra kendisi Yassıada’da en güzel şiirlerini yazdı. Oysa ben onu hep; “Deniz engin bir sudur tuzlu yeşil dalgalı” ile, böylesi kötü hatırlarım. “Han Duvarları” ise, suyu sıkılmış romantizm!Neyse, boş ver belki “Adalı” Faruk Nafiz’in bile değil. – Ona rahmet – Ben karıştırıyorum; şarkılar, türküler, şiirler mısra mısra, bazen mısralar dahi kınk dökük, yarım. Hafızamı zorluyorum: “Gidelim serv-i revanim yürü… ” Yürüsün bakalım… nereye? Çoook meşhur bir mesire yeri! Kafamda gözleri sürmeli dilberler, çifte kayık. Kaç çifte kayık, kaç çifte?
“Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde”
O hangi rüya kuzum? Annem derdi ki:
“Velhasıl” hiç de bir şiir kelimesi değil, Yahya Kemal bey, o kadar güzel, yerinde kullanmış M, burada “velhasıl”dan başka bir kelime düşünülmez, hayır düşünülemez! Mükemmeli bulmuş.
Annem, derdi. Annem, okurdu: ‘“Suya versin bağıban gülzarı, zahmet çekme- sün/Bir gül açılmaz yüzün tek, verse bir gülzare su”
“Dest busi arzusuyla ölürsem dostlar…” Annem okurdu. Onun şiirleri, mısralardan ibaret değildi, beyitler, kıtalar… birbiri ardından ışıyan su gibi dökülürdü.
Ben karşılardım: “Karpuzu yar göbeğinden/Hürriyet çıkar içinden!”
Gülerdi: “Akşam yine akşam yine akşam/Göllerde bu dem bir kamış olsam ”
Kızıl yapraklar ve merdivenlerde olmalıydı herhalde… Ve “Bir semt-i meçhul”
“Orada… hemşiredir veyahut yâr”
— Peki ya “kanlar”ın yeri nerede anne?
— Ahmet Haşim Bey’in mizacı icabı…
Anlıyorum: İnce, inleyen…. kızıl, piyâle… karanfil: “Yârin dudağından getirilmiş bir katre alevdir.”… “Kuze eylen toprağım, sunun anında yâre su”
Bense kamışları, hasret acısıyla ses veren kamışları hatırlamak istiyorum:
“Dinle neyden gün hikâyet etmede/Ayrılıklardan şikâyet etmede”
“Eyvah ne yer ne yâr kaldı!”
Eskiden ben de şiir okurdum, hatta şarkı söylerdim! İnanabilir misiniz, “Dokunabilir misiniz mısralanma?” Hayır, dokunamazsınız! Siz beni nerden bileceksiniz. Fakat anlatıyorum işte; şimdi şarkılarım ve şiirlerim bölük pörçük, yarım. Çünkü… sanıyorum, yani onların tümü, ömrümün bir başka anma takılıp kalmışlar… geçip giden yıllar arasında birer durak bulmuşlar, oturup kalmışlar ve şüphesiz kendi kendilerini tekrar etmekteler.
Hayır, annem tekrar ediyor… Onun sesi, ömrümün bütün duraklarında. Yakın ve çok uzak. Ve bütün mısralar, tam. Oralarda her şey bütün. Burada ben, ileriye doğru yürüyorum, sevdiğim mısraları döke saça. Şarkılarımı, şiirlerimi, türkülerimi kaybediyorum.
Açılan boşlukları, çığlık dolduruyor. Çığlıklar… ki, onların bestesi yok, hayvan çığlıkları besbelli. Kocaman, yaralı, çirkin bir hayvanın. Hepsi içimde. Bir bağıra- bilsem! Ba-ğı-ra-bil-sem Allah’ım.
Annem demiş ki: “Ağlamak istiyorum kahkahalarla…”
Bir şair dostu kimdi bilemem, bir erkek nazire yazmış: “Gülmek istiyorum hüngürtülerle…” Böyle de neşeliymişler! Fakat o şair dost, nasıl anlayabilir kahkahalarla ağlamak isteyen kadını? Yap şakanı duygular üstüne, ho… hoo, ho… bravo doğrusu!
Ben demiştim ki: “Zaman bir kocaman anahtar/Aç açabildiğin kadar/Yığınla insan/Yığınla kilit”
Bunu söylerken zamanın çok az bir kısmını yitirmiştim, “gençlik”, diyorlar ismine, işte hayatın o kısmındaydım. Önümde geleceklerini beklediğim yıllar, vâdediciydi, umut doluydu. Bu kadar da değil, tümü sihirliydi! İhtiyar büyücü, yumağını açıyor. Demiştim ki: “O yumak kaderimdir, çabuk aç büyücü, çabuk çabuk. Meraktayım, her rengi, her ışıltıyı görmek istiyorum bir an evvel. Ver zamanın anahtarını, ben hükmedeyim ona.”
Çünkü…. sanıyordum ki, yani, zamanın her anı için, bir ayn şarkım ve şiirim var, okuyordum: “Seher çağı/Göğ meşeden/Derdik seni ağ çiçek”
Ağ çiçeklerin, her birini bir başka ân’a hediye ettim. Hâlbuki onlar mısralarımı çaldılar. Ben tümünü birleştirip tek yaptım. Tek dünya, asık suratlıydı. Homurdanıyordu ve uzundu. Gereğinden fazla uzun. Kül rengiydi, hangi yangınların ardından kalan? ve onun üzerinde dikenli duraklar, vardı. Elimde kalan şiirler de, o duraklara takıldı. Takılmış.
Şimdi mısralar yarım; bize ne kaldı, “Şu sönen, gölgelenen dünyada?” Bunu bilmiyorum, düşünürken içimde “zevk”e benzer bir duygu kımıldanıyor. Haydi efendim geç!…
“Geç…” dedim, “Geç…” dediler. Yürüyorum, “Zaman, sonbahar!” diyemem, fakat çiğnediğim şu san-kızıl yapraklar?… Yaz sonu! Yaz sonu, böyle söylemeliyim.
Çünkü elimde hâlâ bir bahar dalı var! Onu sıkı sıkı tutuyorum ve hatırlamaya çalışıyorum: “Adalardan bir yâr gelir bizlere/Gözlere bak gözlere….”
Gözlere… Annemin gözlerine bakıyordum; o ölüyordu ve gözlerinde hiç anlam yoktu. Önce, gözleri öldü.
“Üzerinde türlü otlar bitenler/Ne söylerler ne bir haber verirler. ”
Yok, adalardan gelen hiç kimse yok Bütün vapurlar bir ayrı kıyıya, bütün mısralar, ömrümün bir ayrı noktasına demir atmış.
– Mesele… diyorum; geriye dönüp, onları toplamak istiyor muyum, istemiyor muyum? “İncecikten bir kar yağar…” Tozar… Tozar… Tozar… Sanki dönmek isteseydim?… Pöh!
Hem kuzum, niçin taktım aklımı böyle, kim gelirse gelsin adalardan, bana ne…. kapım, çoktaan kilitli. (1985, Dahran)
Romanlarında Özellikler
Emine Işınsu, seçkin romancılarımızdan biri hatta geleceğe kalmaya aday olanlardan görülmektedir. Bu vasfını da, öncelikle, moda akımları Avrupa veya Amerika yazarlarını kopya etmeyip bize mahsus roman cevherini bulmuş olmasına borçludur. Moda akımlara kapılmamıştır. Toplumculuk veya “Köy romanı” adı altında, sefalet sömürüsü ya da kin çığırtkanlığı yoluna gitmediği gibi, milliyetçi düşünceyi de asla tek yönlü, basit, dar bakışlı ve militanca ele almamıştır. Kültür ve araştırmayı ön safta tutan Işınsu, roman sanatını da hayatının manası bilecek kadar ciddîye almaktadır.
Romanlarında yaşıyanlar bizim insanlarımız, bizim çocuklarımızdır. Köyden, taşradan büyük şehre göç, yanlış eğitim, doktrin telkinleri içine düştükleri çevreler, onları iyi veya kötü, katı veya uysal, sağcı veya solcu, zengin veya fakir, öğrenci, işçi, memur, tüccar ve sendikacı yapmıştır. Işınsu o kişileri bulundukları halde alır, bugünkü durum, konum veya düşüncelerinin, geçmişteki sebeplerini araştırır. Gerçekte komünist, kapitalist, milliyetçi, sendikacı, hür, esir, kaba saba demeden hepsini sevmektedir. Kahramanlarını sevmeyen ve ciddîye almayan bir yazarın iyi romancı olamayacağı, kin ve küçümseme ile hiçbir yere varılamayacağı zaten bilinmektedir.
Işınsu’nun romanlarında önde gelen vasıf, kolay ve çabuk okunur, yani (Yaşar Kemal’in özenişli deyişiyle) “sürükleyici” olmasıdır. Her kültür ve seviyede insana romanlarını çabuk ve ilgiyle okutabilmek, (üstelik de roman kültüre, düşünceye, iddiaya, sanata önem veriyorsa) oldukça zor bir iştir. Ustalık ister:
Yani dili, uslûbu rahat, zengin ve değişiklik dolu olmak ister; fazla uzatmaktan sakınmak gerekir, az fakat muhtevalı tasvirlere, anlamlı ve gerekli tahlillere ihtiyaç gösterir. Işınsu’nun roman tekniğinde, “iç diyaloglar” geçmişe gidip gelmeler, ölçülü alıntılar, geniş ve doğru müşahede, anlatımda sık sık şahıs değişiklikleri, geniş yer tutuyor. Romanlarında ele aldığı gençlik, sendika, üniversite, bezirgân iş adanılan, gazeteciler, sağ ve sol örgüt ve ideolojiler hakkında gözleme dayalı geniş bilgilere sahiptir. Ayrıca, kişilerin birini kayırıp ötekini yere vurmak, Işınsu gibi iyi bir romancının yapabileceği şeylerden değildir. Konuşma diline ve üslûbuna iyice vâkıf olmadan (ve şive taklidi değil ama) onların dillerini, kelimelerini, argolarını içine sindirmeden kişilere söyleşmeler (muhavere, diyalog) yaptırmak da iyi sonuç vermez. Nitekim Işınsu’da bu konuşturma başarısı, kısalığı, yerindeliği ve karakterlerini ruh hallerine uygun söyletişi ile değme romancıyı imrendirecek kırattadır.
Kaf Dağının Ardında romanında Mevsim adlı kahramanın sinirli bir deminde babası ile konuşmasını buna örnek verelim: (olayı, Mevsim anlatıyor)
(Babası) – “Evlenmekten mi korkuyorsun?
Mevsim – Ha işte, olası değil mi, evlenmekten korkuyorum belki, garip mi?
— Benim gibi biri, yani dört defa evlenmiş biri için korkmak garip sayılabilir mi, ne dersin?
— Yakaladım.
— Belki sorun budur, senin dört kez evlenmiş olmandır…. Dedim.
— Kim bilir….
Her zamanki gibi savunmaya geçmedi, omuzlarını silkti, itiraf etti.
— Evlenmek bir hadise, zor ve zorlu bir hadise…. Mamafih, annen yaşasaydı, annen….
— Onu da boşardın!
— Hayır kesinlikle hayır. Annen başkaydı, çok hoştu, çok yumuşaktı, kadındı, tamdı, bütündü.
— O tammış, sen de. Ya ben? Ya ben nasıl çıktım aranızdan böyle yanm yamalak böyle eksik püksük?
— Sen eksik püksük değilsin, sadece sanatçısın!
— Sadece kelimesinde bir küçümseme mi var, yoksa “sanatçı”da mı?
— Olmaz olaydım!
– Meselen evlenmek değil ki….
Der demez ben yüksek sesle, hatta bağırarak:
— Tabiî değil, diye cevap verdim. Kim takıyor evlenmeyi ve de Ömer’i: Sorun, beni evliliğe iten yani Ömer’in önerisine evet dedirten, parmağıma şu rezil parlak halkayı taktıran neden…. Neden….
Elimi yüzüne doğru uzattım:
– Bak allasen bak; ben böyle yüzük, pırlantalı yüzük takacak insan mıyım? Şu bacağımdaki kot var ya, bin yıllık, sen Avrupa’dan getirmiştin, şu kazağımı?”
(Kaf Dağının Ardında, 1988, s. 6-7)
Görüldüğü gibi iç diyaloglar ve söyleşmeler sayesinde, baba ile kızı iyi tanıyoruz. Adamın ilerde vak’a içinde gelişecek olan pişkinlik ve vurdumduymazlığı ile Mevsim’deki telâş ve sıkıntının çelişkisi de gayet iyi anlaşılıyor.
Romanlarını insan üzerine kuran Işınsu, halkımızın temel felsefesi olan İslâm ve tasavvufu, tarihten süzülen değerlerimizi, devamlı araştırmaktadır. Alafrangası, züppesi, yapıcısı, yalancısı, âşıkı, isyankârı, taşralısı, şehirlisi, solcusu ve sağcısıyla tanıdığı “aydın”lan tek tek ve yığın halinde romana getirmektedir.
Işınsu, eserlerini, sinirleri gergin bir havada “yazdığını” söylüyor. Yazılarına sinen kaygı, acıma ve öfkeden de bu anlaşılıyor. Çünkü, bu yazar Türkiye’nin meselelerini, kendi özüne bir dert gibi ele almakta, hatta kendisine dert edinmektedir. Yazarken huzurlu değildir.
Bir “kadın romancı” olarak Işınsu’nun tutumu, kendisine yaşıt birçok meslektaşından kesinlikle farklıdır. Bu kitapta tanıyacağımız bazı kadın romancılar “feminizm”i hemen sadece seks, “cinsel özgürlük,” aile ve nikâh baskısından kurtulmak, biçiminde değerlendiriyorlar. Müslümanlığın aile bağlarını sıkılaştırmak, nikâh mecburluğu getirerek, kadını çocuk makinası gibi görerek “esir ve köle” haline koyduğunu kabaca ileri sürüyorlar.
Işınsu ise elbet kadın haklarını ve kadın haysiyetini önde tutmakla birlikte; kadını öz evinde ve çocuklarının yanında tasavvuru tercih etmektedir. Aydın olduğu ölçüde, kadını, halkın hizmetinde olarak da düşünmektedir. Romanlarının çoğunda kaba, bencil, inceliksiz, biraz küstah erkekler yaşatması, belki de, çok genç iken yaptığı evlenmede, bazı tavırların, kadınlık onuruna ve sanatkâr ruhuna aykırı düşmesinden ileri gelmektedir.
Kaf Dağı’nın Ardında
Işınsu’nun gittikçe gelişen romancılığına bir örnek olarak Kaf Dağı’nın Ardında’yı seçiyorum. Bu roman, bir bakıma Işınsu’daki tereddütlerin, değişmelerin ve gelişmelerin de hikâyesidir. Nitekim “Mevsim Öz” adındaki hanım, türlü çevrelere girip çıktıktan, insanları ve aşkları tanıdıktan sonra, bu dünyada mutluluk bulunamayacağını anlamış gibidir. Aranan güzel hayat ve özlenen sevgili (Mehmet) birer kuruntu ve hayaldir. Mevsim’in hiç bir yerde bulamadığı iç huzûru, olsa olsa Kaf dağının ardındadır. Yani masallarda, belki “İdeler âleminde” bulunabilir. Kendi oluşumu ile Mevsim Öz arasındaki benzerliği düşünen Işınsu, bu romanı için, “manevî biyografimdir” diyor.
Büyük bir güven ve inançla, lekesiz yüce hayatı aradığı halde asla bulamamak, yüzyıllardan beri insanlara hayal kırıklığı olmuştur. Birçok halk hikâyeleri gibi masallar da bu temi işlemiştir. Yahya Kemal’in “Mehlika Sultan” adlı manzum masalı da “idealin” gerçekte mümkün olmadığını anlatan şaheserlerden biridir. O şiirde:
“Mehlika Sultan’a âşık yedi genç” güzellikte, meleklikte eşi olmayan “muamma güzel” Mehlika Sultan’ı bulmak üzere, “gece şehrin kapısından” çıkarlar….
Fakat “Bu emel gurbetinin yoktur ucu. Daima yollar uzar kalb üzülür. Ömrü oldukça yürür her yolcu, varmadan menzile bir yerde ölür.”
Bu böyledir ama insanlar, yine de Mehlika’nın hayali ile avunurlar. “Mehlika’nın kara sevdalıları,” “çıkrığı yok bir kuyuya” varırlar. ‘Korkulu gözlerle suya bakarla’. Su çekilmiş gibi rüya olur. “Ufku çepçevre ölüm servileri” sarar, ama , “Bu hazin yolcuların en küçüğü “yine de, Mehlika ile nişanlanmak üzere “gümüş bir yüzüğü, parmağından sıyırıp suya atmak”tan kendini alamaz.
Bu Mehlika Sultan şiiriyle Kaf Dağının Ardı romanı arasında benzerlik kurabilir. Şiirdeki “Mehlika” bu romanda “Mehmet’tir.
Yani, Mevsim Öz’ün hayal ettiği sevgili ve mutluluk odur. Edebiyatımızla iç içe yaşamış ve edebî derinliklerimizi iyice sindirmiş bulunan Emine Işınsu’nun bu romanı ile Şeyh Galib’in “Hüsnü Aşk’ı arasında da ilişkiler kurulmuştur, (bk. Alaattin Karaca, “Bir Yazarın Masalı, Kaf Dağının Ardında”, Millî Kültür, sayı: 83, Nisan 1991)
Şeyh Galibin kahramanı Aşk’ın, İlâhi sevgiye lâyık olmak için başına gelen belâ ve cefalar sayısızdır. Onu maddenin ve şehvetin kuyularına doğru çeken devler, cinler olduğu gibi, onu kötülerden kurtaran Gayret, Sühan (söz) gibi yardımcıları da vardır. Aşk’ı, İlâhî güzelliğin, (“Hüsn”ün) uzağına çekip “Diyâr-ı Kalb”e varmasına engel olmak isteyenler ise müthiş cadılar, dehşetli Kış, “Deryâ-yı Atef vs. dir.
Aşk neden sonra Kalb Diyârına varır. Sühan ona: “Artık cadılar, devler, gulya- baniler, dedikodular geçti, Hüsn ile Aşk bir oldular. Hadi, sana vuslat göründü” der. Fakat vuslat nedir? Şeyh Galib’in, Kalb Diyarına (fenafillâha, İlâhi sevgiliye) ulaşan kahramanı Aşk da anlatılmaz bir yere varmıştır. Tıpkı “Kaf Dağının Ardı” gibi…. Nitekim Hüsn ü Aşk, (sadeleştirdiğimiz) şu mısralarla sona ermektedir.
“Sühan (söz), Aşk’ı, Hayret’e teslim eder. O, elinden tutarak götürür. Vuslat perdesi açılır. Bundan ötesi görünmez olur. Söz, artık sükûta, sessizliğe ulaşmıştır.”
(“Hüsn ü Aşk, adlı eşsiz mesnevinin yorumu ve ondan parçalar için (Bk. Türk Edebiyatı, Cilt II, s. 743-747)
Bu romanı, yalnız, devrinin bazı basın çevrelerini, “ilerici veya gerici” denilen gençleri, siyasî ideolojik yorumlan, insan tanıtma ve ruh tahlillerini iyi anlattığı için seçmedim. Edebiyatımızın klâsiklerinden nişan verdiği için de önemli buldum. Daha da çekici tarafı: Işınsu uzun yıllar boyu gönülden inandığı ve o doğrultuda; ciddî ve güzel eserler ortaya koyduğu “ideoloji”yi de “Kaf Dağı”nda yargılıyordu. Kendisi demek olan Mevsim Öz”ün etrafında insan oğlunun tereddüt ve şüphelerini, ayrıca zaman içinde sezdiği noksanlarını da ele alıyordu.
Emine Işınsu, Sevinç Çokum’la 1985’te, “Çiçekler Büyür” üzerine yaptığı konuşmada, “başlayıp da bitiremediği bir romanından şöyle bahsediyor
S. ÇOKUM – Şu anda yazmakta olduğunuz bir eser var mı?
E. IŞINSU – Evet, biraz önce başlayıp da tamamlayamadığım “Mehmet” isimli romandan bahsettim ya, işte şimdi bitirmek üzere olduğum roman, “Mehmet’i yazmak isteyip de, bir türlü yazmayan bir kadın romancının hikâyesi! Hayır, madde plânında otobiyografi değil, mânâ plânında ise, otobiyografi denilebilir. Bu kadar bilgi yeter, değil mi? İsmi “Kaf Dağı’nın Ardında’’
Adı geçen iki şaheserin yanı sıra, Işınsu’nun, annesiyle birlikte okuyup çok sevdiğini bildiğimiz “O Belde” şiiri ile Kaf Dağı’nın ilgisi de kurulabilir. Hâşim’in o şiiri de “inşam” olduğu kadar, Hâşim’in mizacına ve insanlardan kaçma meyline pek uygundur. “Hayalî bir kıt’ada bulunan o belde”de, “kadınların hepsi, ya kız kardeş, ya da sevgilidir.” İşte el değmemiş o âlemde yaşamayı Ahmet Hâşim gibi Mevsim Öz de zaman zaman istemektedir.
Romanın konusuna bakarsak: Mevsim, başına buyruk, bağımsız, kendi âleminde kendi duygu ve düşüncelerini yazmak isteyen bir “kadın yazar” dır. Gerçeği ve gerçek aşkı arıyor. Onları bulmak isterken, onu ‘İdeal’den (Mehmet’ten) uzağa düşülmek isteyen kişilerin ve çevrelerin engelleri ile karşılaşıyor. Onlara zaman zaman kapılıyor. “Buldum” sanıyor, bir süre aldanıyor. Fakat ne iyi ki, gönlünde, kafasında daima uyanık, daima Kaf Dağının Ardında’ki Mehmet’e yönelmiş sağduyu ve duyarlık vardır. Bu “aldı selim ve hissi selim” zamanı gelince, onu gafletlerinden uyarıp iyiyi aramaya yöneltmektedir. Bu suretle “Mehlika Sul- tan”a doğru devamlı gidiş içindedir. Bu yüceliğe, Işınsu (Mevsim) hangi yoldan gidecek? Dinle mi, tasavvufla mı, başka bir yolla mı? Bu cihet, herhâlde “telkin- ci” olmamak için açık bırakılıyor. Fakat, romandaki Mevsim’in ölümsüz gerçeğe, Yunus Emre’yi de yücelten kanatlarla ulaşmak istediğini sezdiren çokça malzeme bulunmaktadır.
Şeyh Galibin “Aşk”ına olduğu gibi, Işınsu’nun Mevsim Öz’üne de “Kalb diyarı” için yardımcı olanlar vardır. Bunların başında Mevsim’in her sıkıntısına tatlı yumuşak sözleri ile yetişen (mürşid) Tahir Hoca bulunur. Devler, Cadılar, Gulyabaniler, nasipsizler gibi Mevsim’in olgunlaşmasına engel olmaya çalışan kişiler ve çevreler de vardır, bunlar arasında:
Babası, sonunda silâh kaçakçısı olduğu anlaşılan, maddeci, duygusuz bir adamdır. Sanatkâr kızını kendi egoist kalıbına dökmek istemektedir. Orçun diye bir genç, fizik güzelliği, güçlü gövdesi, militan görüşleri ile Mevsim’in akımı bir müddet çelebilmiş. Fakat, onu “Mehmet”ten koparamamıştır. Sağcı telkinciler vardır. Solcu sanat çevreleri vardır. Bunların hepsi, Mevsim’i basitliğe, alelâdeliğe, bencilliğe ve moda fikirlerine doğru çekerler. Fakat çirkin davranışları ve açgözlülükleri yüzünden bunu başaramazlar. *
Aşağıda bu fasılları ele alan bölümleri sunarak romanı anlatmaya çalışalım:
Kaf Dağının Ardında’n
“Arkadaşlarım mı?
Burası biraz karışık. Belki birkaçı; fakülteden, Kulis’ten, Papürüs’ten, Sanat galerilerinden şuradan buradan, tanıdığım birkaçı fakat daha ziyade şöyle bir tanıştıklarım ve onların arkadaşları…. Böylece uzaktan gördüğüm veya ismini bile işitmediğim kimselerle, kendi evimde tanıştım! Geceleri bende toplanmak, moda hâline geliverdi. Aramızda, o zamana kadar pek aşina olmadığım samimî, hatta lâubali bir hava büyüyordu. Birbirimize, “sen”, “ulan”, “kızım”, “oğlum” diye hitap etmek doğaldı. İlk gecelerde yadırgadığım bu hitaplara sonra ben de alıştım, ilk geceler yadırgadığım küfürlü konuşmalara sonra, ben de katıldım. Hemen hepsi, “Mevsim, bu gece ne yemek var?” diye sormayı veya “Bakı azalmış yahu… ” diye beni azarlamayı tabiî görüyorlardı. Buzdolabımda her zaman dışardan alınmış mezeler ve bolca içki bulunduruyordum.
Derken bir gün, baktım ki her gece buzdolabını doldurmak bende bir kaygı hâline dönüşmüş. “Aman çocuklar aç kalmasınlar!” Gerçi sofra hazırlamıyordum, her gelen dolaptan bir tabak alıp, dolduruyor, bir bardak çıkarıp, dolduruyordu. Bulaşığa karışan yahut yardım teklifinde bulunan ise, hiç yoktu. Sabaha karşı, bulaşıkları bidondan incecik akan suyla yıkarken, kendimi pek sinirli ve yorgun hissetmeğe başladım. Bazen bulaşıktan sonra bir sehpanın yahut minderin altında unutulmuş kirli birkaç tabak veya bardak buluyordum ve içimden ağlamak geliyordu. Hele hele gelenlerden birtakımın, benden veya konuşmalardan ziyade meze ve içki faslı ile ilgili olduklarını hissedince, daha bir sıkıldım.
Çalışmalarımın düzeni bozulmuştu, doğru dürüst yazacak zaman bulamıyordum, okumaya yine, hiç vaktim yoktu. Birkaçı bende yatıp kalkmaya niyetlenince, baktım bu işin sonu iyice kötüye varacak… Bir şeyler yapmam gerekti, ama ne? Doğrusu bu, babama danışmayı istemiyordum.
Tahir Hoca olsa belki; “Ne güzel… derdi… verebileceğin insanlar var, sen de veriyorsun, Allah’ın bir lütfü dur bu sana, ver kızım, çünkü evin bir tekke olmuş.” İyi hocam, iyi de tekkelerde bir vazife taksimi varmış; alan alır, elinden geleni de verirmiş. İnsanlar boş oturup, dedikodu yapmazlar, bir anlamlı işle, sanatla, zenaatle meşgul olurlarmış…. Benim arkadaşlar, almayı iyi biliyorlar, bol bol konuşmayı da. O kadar. Bir şey yaptıkları yok, ne doğru dürüst bir eser eleştirisi, ne zahmeti bölüşme önerisi. İyi vereyim, ben vereyim de… nereye kadar? Mevsim, tükenip yok olacak bu arada. Eğer tükenmek, yazgımsa… sizin bahsettiğiniz gibi aşkta, yahut kendi işimde yazarak tükeneyim. Bulaşık yıkamak veya ev temizlemek, oda toplamakla değil! Evet biliyorum, tekkelerde kişiye helâ da temizletirler, odun da toplatırlar…. Belirli bir olgunluk düzeyine erişebilmek için, lüzumludur her biri ancak böyle bir ortamda mı?… Diyecektir ki “Eğer şuurluysan, her türlü ortamdan alacakların bulunur, vardır….”
Tahir Hoca ile yaptığım tartışmadan, vazgeçiyorum!
* Emel Hanım’a sorsam, o, “Sen ne istiyorsun?’’ derdi. Cevabım: “Bu kadar sık gelmesinler ve gelenler içki ve yemek için değil, benim için gelsinler.” olurdu…. O hâlde benim için gelmelerini sağlamalıydım, belki yemeği ve içkiyi kaldırmak pahasına! Misafir kabul edebileceğim günleri belirlemek., ve.
Yapabilir miydim?
Zor oldu, uzun uzun düşünmeler, plânlar sonucu oldu ve bana bir hayli utanç verdi ama oldu!…. Bir gece çalışmalarımın aksadığından, bundan böyle ancak hafta sonlan konuk kabul edebileceğimden ve içkiyi keseceğimden bahsettim. Ben, bildikleri gibi içmiyordum, sırf onlar için aldığım rakı ve votkanın parası ise, bütçemi zorluyordu! Oda çok kalabalıktı, herkes bir hava tutturmuş, kendi âlemin- deydi. İkide bir bende kalma arzusunu ortaya vuran Ayten:
– Hey… diye bağırdı… duymadınız, susun bakın Mevsim ne dedi.
Sesi cırlak ve yüksekti. Hepsi susup, bir ona bir bana baktılar. Sözlerimi, kırık dökük tekrarladım. Adamakıllı utanmıştım, yüzümün kızardığını hissediyordum. Önce, kimse konuşmadı, derken Erdal:
– Bravo be, erkek kızsın Mevsim… dedi… ee, sömürülmenin de bir sının vardır, dimi anacığım?
– Sömürülmek mi bilmem… dedim… ben akşamlan çalışırdım, şimdi artık… yani çalışamıyorum, ev işi boğazıma dayandı. Sizler gittikten sonra, buraları temizliyorum, bulaşıkları yıkıyorum, sabaha karşı uyuyup, öğlen uyanıyorum, kendimi toplar toplamaz, çiçek pasajına koşup meze ve içki alıyorum, sonra teker teker gelmeğe başlıyorsunuz ve yazamıyorum işte.
—Ay güzelim, babacığın sana bir hizmetçi tutmadı mı.
Ayten sormuştu, saflığıma geldi, cevap verdim:
– Yardımcı kadın, haftada bir kere geliyor.
—Haftada bir kere geliyormuş, vah zavalhm! Vah biçarem, meğer ne yaman bir durumun varmış da, haberimiz yokmuş. Mevsim, şu ülkede, haftada bt kere yardımcı kadın tutabilen kaç şanslı ev kadını vardır, senin bundan haberin var mı?
– Ben ev kadını değilim ki çalışıyorum.
Sim Genç:
– Ooo tabiî çalışıyorsun!… dedi, güldü: Ayda birkaç öykü döktürüyorsun çok önemli. Ya her gün dışarda çalışıp, sonra eve gelip kocalarının ve çocuklarının boklarını temizleyen kadınlar?
Gerçek duygum olmamasına rağmen, terslenmek için olsa gerek:
– Bana ne onlardan be… dedim… Size, kendi durumumu içtenlikle anlattım ve doğrusu anlayış bekledim.
Bülent Bozok:
– İşte senin sorunun bu… dedi… “Bana ne. ” diyorsun ya, öyle. Sana ne! Sen ki, büyük patronun kızısın, bir elin balda diğeri yağda, çalışanlardan, emekçilerden, bizler gibi sanat işçilerinden sana ne! Şurada her gece evinde toplanarak, seni bilinçlendirmeğe çalıştığımızdan bile haberin yok. Aslında kızım olay, senin bize hizmetin değil, bizim sana hizmetimizdir. Seni yetiştirmeğe, bilinçlendirmeğe çalışıyoruz. Boşa çaba. Sana ne. Öykülerin yayınlanıyor, eleştirmenler senden söz ediyorlar, şu yaşında bir ünün var. Ötesinden sana ne değil mi Mevsim Öz?
Lâfların karşısında utanmam tamamıyla geçti galiba, öfkelendim, bu kez öfkeden kızardı yüzüm:
– Ne bilinçlendirilmesi, ne hizmeti be… dedim. Şurada üç ay mı, beş ay mı oldu, sanatçı ve basın ağası dedikodusundan başka bir şey dinlemedim. Adam çekiştirerek mi bilinçlendireceğim sanıyorsun beni, yoksa açık saçık fıkralarınla mı… Hem neyin bilinci kuzum, bozuk düzen yıkılmalı! Peki yıkılmalı, ne yapıyorsunuz bunun için, hani eylem? Lâf lâf… Sömürüye son, peki tamam. Fakat sîzler, ee demin belki dedim, şimdi düşünüyorum da, siz sömürüyorsunuz beni!
(Kaf Dağının Ardında, 1988, s. 79-82)
Aşk ve Orçun
“Aşk, şahsiyetlerden fedakârlık etmeden, bir olabilmekti” Böyle bir teklikte insan olmanın mânâsı ve hürriyet vardı. Ve sevgi yapıcı bir güçtü, güçtü… kısır, engelleyici korku getirici hasta bir duygu değil!
Bütün bunları ona, dilimin döndüğü kadar anlattım. İfade kuvvetim yazarken iyidir de, konuşurken kötüdür. Orçun dinledi, dinledi ve:
-Sonuç… dedi… sen, seksin doruk noktasını tanımlıyorsun.
İfademin kötülüğüne rağmen, beklediğim cevap bu değildi, “Anlayamıyorum”a bile razıydım! Ona dedim ki:
– Belki haklısın, seksin doruk noktasında şu söylediklerim vardır, bilmiyorum. Yanaşmıyorum o işe, çünkü mânâsında yaşayamadığımı, maddede yaşamak istemem önce.
Sonra Orçun, uzun uzun aşkta mânâ ve madde ayrılığı olmadığını, ikisinin beraber yürüdüğünü anlattı. Eğer onunla yatmayı kabul etseymişim… “Korkuyorsun!” diye noktaladı sözlerini.
– Korkuyorum belki, belki korkmuyorum fakat hayır!
O gün, yan dargın ayrıldık.
Gece, sevgi üzerine yazmayı tekrar düşündüm. Yıllar önce, “Tahir Hoca’yı anlatayım.” istemiştim, vazgeçmiştim. Bu sefer, babam geldi aklıma. O adam, sevgiyi biliyor, yaşıyor… desem? Eksik bir şeyler var gibi, yoksa fazlalıklar mı? Görkemli bir bencillik ışıldamakta! Nankör müyüm? Sualler zincirinin kesin bir cevabı yok.. Dedim ki, Hoca ile babamı tek kişide birleştirsem? Çözüm uygun geldi ve yine de… dedim, yüksek sesle ilâve ettim: “Benim Mehmet’im!”….
Orçun biraz zayıflamasının ve sakallarının dışında her zamanki Orçun’du. Pek ‘yakışıklı, sevimli ve ısrarcı. Ne var ki ben, eski ben değildim! Hangi perdeler kalkmış, ne biçim pencereler açılmış ki, Orçun denen kalıbın içini görebiliyorum. Bomboş bir kovuk, ağaç ne denli iri ve hoş görünürse görünsün, kovuk derin ve büyük. O ise kendinden emin, rahat…
Konuştu… konuştu. Evlendikten sonra hayatımızın ne kadar anlamlı ve güzel geçebileceğini anlattı. Ben, eskiden yaptığım gibi, uzun boylu tahlile, aşk anlayışıma, izaha girmedim, sadece:
-Hayır.
Dedim. Hayır! Hayır!
Orçun tahmin edemeyeceğim kadar bozuk ve kırgın ayrıldı.
O gittikten sonra, bir bavulun üzerine oturup, düşündüm. Bugün karşılaştığım Orçun’u, daha o ilk gece göremez miydim? Belki evet, belki hayır. Eğer görebilseydim, bir macera yaşanmamış olacaktı, ben, o büyük, sessiz, derin ıstırabı çekmeyecektim. “Nasibimde bu ıstırabı yaşamak varmış.” deyip kesmedim, “Bir bakıma erkekler karşısında kendime fazla güveniyordum, herhalde burnumun sürtülmesi gerekiyordu.” dedim. “Belki âşık olmaktan korkuyordum, bu korkunun geçmesi lâzımdı.” dedim. En mühimi, Orçun, beni aşk üzerinde düşündürmüş, şöyle yahut böyle bir şeyler duyurabilmişti. Kendimi bir hayli seçebiliyordum artık, bazı anlarda Mehmet’e ulaşabilmiştim. “Fakat şimdi yaşamakta olduğum öfke ne?”
Tahir Hoca: “Hâlden hâle geçersin, hepsi birer imtihandır olgunluk yolunda. ” derdi. İlâve ederdi: “O’nun yolunda…”
(Kaf Dağının Ardından, 1988, s. 157,192-193)
KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL