Demokrasiden parti devletine, parti devletinden mafya devletine
Prof. Dr. Yümni Sezen 01 Ocak 1970
Siyasi dalgalanmaları, günlük ilginç olayları, iyi-kötü haberleri, iktisadi sızlanmaları, haksızlıkları ve daha birçok başa gelenleri, hergün, her hafta, her ay, her yıl yaşayıp gidiyoruz. Bunları tümevarımla, bilimsel metotlarla bütünleştirmek gerekir. sosyolojik bakış açısıdır bu. Olaylar önemlidir. Onlar olmasa, onlara şahit olunmasa, biz bu yazıları yazamayız. Fakat, teorik, genel çerçevelere bağlayıcı bu yazıları yazsak da, yazmasak da bu olaylar cereyan edip gitmektedir ve gidecektir. Yani parça parça da olsa, dağınık görünse de gerçek olanlar bunlardır. Ancak şurası da unutulmamalıdır ki, bu dalgalanmalara takılıp kalmak, lafebelikleri içinde boğulmak, meseleleri anlamaya yetmez, dedikodudan ibaret kalır. metot, asıl kadar önemlidir. Ele alacağımız konunun sosyolojik yorumuna lafı getireceğimiz belli oldu sanıyorum.
Dünya, siyasi partilerle tanıştığından beri, demokratik siyasi hayat, çoğu kez bu siyaset şeklinden yarar görmüş, bazan da zararlı çıkmıştır. Ferdî ve sosyal seviye bunu tayin etmiş, seviye uygun hale gelmemişse, menfaat tutkunlukları, ideoloji aşırılıkları veya sapmaları, çeşitli ihtiraslar ağır basmışsa, çok partili demokratik hayat yön değiştirebilmiştir. Devlet, tek parti devleti haline sokulabilmiştir. Başta Avrupa olmak üzere, bunun örnekleri çoktur.
“Devletçi” olmakla, tek parti devleti haline gelmeyi birbirine karıştırmamalıdır. Devletçi olmak, devletin hakim olduğu iktisadî-sosyal bir programı tercih edip uygulamaktır ki, bu, demokratik düzende de mümkündür. Parti devleti ise, bütün ideolojik, felsefî iktisadî, hukukî anlayış ve uygulamanın tek partiye hasredilmesi, devletle partinin bütünleştirilmesidir. Devletçi iktidar, serbest piyasa ekonomisinden oldukça kaçınmıştır ama tek parti devleti, sözüm ona serbest piyasa ekonomisi uygular görünse de tek parti devletidir. Onu da kendine bağlamıştır. Artık demokrasiye son verilmiş, sadece göstermelik bir adı kalmıştır. Oysa, tek partiden veya koalisyondan oluşan bir iktidar, eğer demokratik düzene uyuyorsa, devletçi programıyla, adaleti sağlamak amacı güdebilir, sanayi toplumu olmanın yolunu açmak istemiş olabilir. Çünkü inanmaktadır ki, aşırı serbestlik, demokrasiye uysa bile, adaleti ve dengeleri bozabilir. Yine inanmaktadır ki bazı büyük işler, fertlerce ve gruplarca değil, ancak devletçe yapılabilir. Günü gelince böyle bir iktidar, yine demokratik yolla iktidarı terkeder ve başka siyasi gruplar gelip daha farklı programlar uygulayabilirler. Parti devleti böyle birşey değildir. İlla iktidarda kalma arzusu içindedir ve bunun için her türlü yolu dener.
Normal siyasi parti, isteklerle gerçek arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmaya uğraşır, ümit verir, ama halkı kandırmaz. “Kandırmak”, “nurlu ufuklar vadetmek”, siyasetin doğasında vardır derler ama, doğru değildir. Yönetme sanatı başkadır, kandırma başka şeydir. Ümit ile boş hayaller de farklıdır. Kandırmayı ve empoze etmeyi esas alan bir siyasi partinin, sürekli iktidarda kalma ihtirası, özellikle başarısız olduğunda, koyu taraftar ve siyasi mürit psikolojisine başvurur. Herkesi memnun etmek, herkesi ikna etmek mümkün olmadığına göre, daha kolay olanı seçer ve yandaşın desteğini kazanır. Hem kendisi onları destekleyip besler, hem onlar iktidarı. Bölme, kamplaştırma, ötekileştirme kaçınılmaz olmuştur. Bu metot çokça uygulanmıştır.
Tek parti devletinin ideolojisine gelince, ya ürettikleri bir ideoloji olur, ya istismar ettikleri mevcut bir ideoloji vardır. Güçlü ve gerçek ideolojiler, parti devletlerince ya “ayaklar altına alınmıştır” ya bu da istismar edilerek kendilerine göre yorumlanacaktır. Tipik bir özellik daha vardır. Bu partiler, siyaset ve ideolojilerine, beklentilerine uygun okul türü, cemaat, tarikat seçerler. Bunları kendi odakları yapmaya çalışırlar. Kuruluş gayesi ve anlamı böyle olmasa da, bazı okulları böyle bir odak yapmaya çalışmışlardır. Burada öğrenci veya müritler, siyasi birer mürit olmuştur.
Parti devletlerinde, fazlasıyla mağduriyete uğrayan, çünkü en çok musallat olunan hayat tarzı dinî hayattır. Din, ya kontrol altına alınır, ya yönlendirilir, yahut da reddedilir. Ama daha çok istismar edilir. Din, bu ortamda her türlü sapmanın, kin ve öfkenin, ötekileştirerek ve berikileştirerek egemenlik kurmanın vasıtası haline getirilmiş, yolsuzlukların bile meşrulaştırma aracı yapılmıştır. Yalnızca adalet bozulmakla kalmamış, dinin anlamı ve gayesi buğulanmış, gerçek din ve dindar bundan zarar görmüştür.
Hukuk, parti devletlerinde hassas ve tehlikede bir alandır. Bilindiği gibi, gerçek şu ki, iyi insan da, kötü insan da, iyi işler yapan da kötü işler yapan da hukukun teminatı altındadır. Hukuk, adalet ölçüsü içinde herkesi korur. Kanunlar yaparak bunu yerine getirir. Ferdi özgürlükler de, toplum düzeni de hukuka muhtaçtır ve bunun teminatı altındadır. Tek parti devletleri, kendilerine bağlı olmayan hukuktan hoşlanmazlar. Kendi ürettikleri kanun ve kararlarla işi götürmek isterler. Unutmamalı ki hukuk ve kanun, biribiriyle ilişkilidir ama aynı şey değildir.
Küresel bir anlayışta, anlattıklarımız tuhaf değil midir? Değildir. Küresel hale gelmiş bir ferdî-toplumsal anlayış ve hayat tarzı, bu gibi olumsuzluklara izin verir mi? Verir. Çünkü, gerçek gibi görünen, dış yüzüyle olumlu imaj veren küreselliğin perde arkası, niyetler ağıyla örülüdür. Dış güçlerin, sözünü ettiğimiz ortam işlerine gelebilir. Çok grupla muhatap olmak, onlarla anlaşmak yerine bir grup ve tek otoriteyle anlaşıp uyuşmak daha kolaydır.
Dile getirdiğimiz bunca olumsuzluğun sebebini nerede aramalıyız? Birçok sebep olabilir ama başta geleni, demokrasiyle olan farktır. Tek parti devletinde veya daha totaliter rejimlerde, toplumun beyin gücünün cüzi bir kısmının, o da tahakküm becerisine kullanılması, geri kalan beyin gücünden faydalanılmamasıdır. Otoritenin dışında kalanların beyin güçleri, kabiliyetleri, adeta iptal edilmiş, hak, hukuk ve arzuları, teklif ve tavsiyeleri görmezlikten gelinmiştir. Kaynağı beşerî olmayan bir tevhid dininin peygamberi bile, dünya işlerinde etrafına danışmıştır. Bugün demokrasinin nimetleri az şey değildir.
Parti devletinden mafya devletine geçeceğiz, yani parti devleti ile mafyanın iç içeliğini anlatacağız ama, bunun daha iyi anlaşılabilmesi için önce para ve “para iktisadi düzenine” bakmamız gererekecektir.
Para, emeğin, servetin, üretilen mal ve değerlerin, yiyip-içtiklerimizin, kısaca ferdî ve toplumsal fayda ve menfaatlerin sembolüdür. Fakat, şurası önemlidir ki, para olmasa da hizmet ve menfaatler vardır, bunlar olmazsa para yoktur. Yani biri gerçek, biri bu gerçeğin temsil ettiğine itibar edilen bir semboldür. Hizmete, mal ve değerlere bakmadan, onları hesap etmeden, sırf sembol değeri üzerinden işlem yapmak, toplumu çıkmaza sürükler. Para gibi bir sembol vasıtanın kullanılmadığı zamanlarda da, insanlar yiyip içiyorlar, elde ettiklerini paylaşıyorlar ve takas yoluyla mübadele ediyorlardı. Sosyal hayat geliştikçe, nüfus çoğaldıkça, medenileştikçe, vasıtalar ve semboller de geliştirilerek kullanılmaya başlandı. Para ile ilgili bu mini felsefe ve yorumu yapmamızın sebebi, iktisadi düzenin ve güç odaklarının gerçeğini ve bu gerçeğin saptırılabilmesini anlamaktır. Yalnız maddî fayda ile değil, ahlakla, vicdanla, ilgi ve ilişkiyi kavrayabilmektir. Bir örnek bunu görebilmemizi kolaylaştırır: Hollanda tahtının varisi genç kız prenses Catharina Amola, yıllık 1,5 milyon euro ödenek hakkından feragat etti. Başbakana mektup yazan, geleceğin Kraliçesi, karşılığında bir şey yapmadığım parayı almak rahatsız edici, demiştir. Hem de gücü elinde bulunduran bir aile ferdinden, hem bir iktisadî gerçeği duymak, hem bunun vicdana yansımasını görmek, şanstır. Dayandığı ve temsil ettiği değer ve hizmetlere bakmaksızın, bunların varlıklarından bağımsız, spekülatif tarzda hareket ederek, para gücünü eline geçirenler, toplumun ensesinde boza pişirmişler, dengeleri bozmuşlar, iktisadî-sosyal uçurumlar yaratmışlar, adaleti katletmişlerdir. Misal olarak, 10 milyon lirayı, karşılığında hizmet, ürün, eşya, mülk olmaksızın, gasp, çalma, yolsuzluk v.b. yollarla ele geçiren biri, birileri çoğaldıkça, iktisadî hayat altüst olur, ama bazı güçler bu yolla beslenmiş olur. sömürücü sınıf, bu yolla daha kolay semirir. Haksız yere sahip olmakta, para, başka deyişle sanal iktisat, kolaylık sağlamıştır. Bir çuval pirinç çalacağına, yüz lira gasbetmek daha kolaydır. Paraya dayalı iktisadî düzen, kapitalist sistemin doğasıdır diyecek olanların, değerlendirmemize gülecekleri muhtemeldir. Fakat, ne denirse densin, işin aslı budur. Marksizm, bunu biraz değişik bir tarzda anlattı. Doğru anlattı. Fakat bu doğrunun içinde, insanı kaybetmek gibi bir macera getirdi. Dolayısıyla karşı çıkıldı. Bu macera uzundur.
Para iktisadında para, daha doğru deyişle paraya hâkim olanlar ilahlaşmıştır. Bu güce hâkim olmak isteyenler kimlerdir? Rayından çıkmış bir devlet kadroları, sömürücü ve zalim modern derebeyleri, mafya denilen sanki meşrulaştırılmış suç örgütleri. Mafya için en kolay ve rahat güç kaynağı paradır ve bunun yerine geçebilecek dostu silahtır.
Para olmaksızın ticaret mi olur, ithalat-ihracat mı, kısaca iktisadî hayat mı olur diyenlere şöyle deyiniz: Para olsa da mal olmaksızın bunları nasıl yapacağız? Olsa olsa hayali ihracat yaparız. Bakın işte burada para var, ama orta yerde mal yoktur.
üretimin, istikrarın bulunmadığı, işsizliğin arttığı, yaşamak için lazım olan şeylerde uçurumların oluştuğu, adaletsizliğin kol gezdiği, her türlü yolsuzluğun ve hırsızlığın meşrulaştığı yerde, para ancak can çıkarır. Mafya da zaten bu işe hazır ortaktır.
Herşeyi paraya tahsil etmeye başlamış bir toplum, buna uygun kapitalist devletine alıştırılmıştır. Bu yoldaki bir iktidar, sürekli paraya ihtiyaç duyduğu için, özelleştirmeyi abartır, devletin, dolayısıyla milletin nesi varsa satar. Çok ve çabuk para getiren sektörleri, diğerlerine tercih eder. Tarım ve hayvancılık yerine, lüzumlu-lüzumsuz inşaat gibi. Hazineyi, üreticilere değil, para sevici spekülatörlere açabilir. Bu tür iktidarların, para aşkının yüzlerce misali vardır da, son günlerde haberlere konu olan tipik bir misal, herşeyi anlamamıza yardımcı olabilir. Köyün tek tuvaletini, devlet ihaleyle sattı. Tuvaleti 18 bin 200 liraya satınalan kişi, yıkma kararı verdi. Köy karıştı. Köy kahvesinin yanıbaşında bulunan, köylünün ve köye gelen misafirlerin kullandığı tuvaleti, kurtarmak için köy muhtarının verdiği mücadele sonuç vermedi. Şimdi, köye gelen misafirler tuvalete nereye gidecek, çok zor durumda kaldık, dediler (Sözcü Gazetesi, 12.06.2021). Para elde edilmişti ya, halkın ihtiyacı önemli değildi.
Para gücüne dayalı, totaliter bir parti yönetiminin şımarmasına imkân vermeyecek olanlar bellidir. Kaliteli bir üretim, ihracatın ithalattan fazla olması, meşru ve ahlaklı bir hizmet sektörü, dengeli ve sapmamış bir tüketim. Bunlar bu zehirin panzehiridirler. Adalet ve özgürlük asla terkedilmemelidir. Parti devleti, zamanla halkın partisi olmaktan çıkar. Niyazi Berkes’in dediği gibi, “İşadamlarının, ağaların partisi haline gelir. Halk, artık bu partinin dışında kalır.” (Niyazi Berkes, Atatürk ve Devrimleri, s. 37, 38). Ancak halk, kandırılarak, aldatılarak bu noktaya geldiğini, er geç anlayacaktır.
Geldik mafyaya. Mafyanın işi kolaylaştı. Çünkü mafyanın ne fabrikaya, ne doktor muayenehanesine, ne tarlaya, ne koyun sürüsüne ihtiyacı yoktur. Bunları ve diğerlerini satın alabilecek paraya ve onun satınalabileceği silaha ihtiyacı vardır. Bir de “suç müridine.” Bu da para ile hayat bulur. Kimse, bir çuval buğday, 10 adet inek, bir traktor için militan olmaz. Bunlar için yandaş olunabilir ama, mafya üyesi değil.
Adı ne olursa olsun, bugün mafya dediğimizin benzerleri, her zaman, her idari rejimde bulunmuştur. Bu o kadar önemli değildir. Çünkü arızî durumdadırlar, uçlarda dururlar, sosyal bünyeyi etkilemezler, o günkü hukuki ve kanuni sistem, bunları tecrid etmiştir. Önemli olan, bunların, bir devletin bünyesine dahil ve müdahil olması, onunla iç içe girebilmesidir. Totaliter parti devletleri, bunlara adeta muhtaç hale gelmiştir ki işin vahameti buradadır.
Mafya, büyük şehirlerde daha çok boy gösterir. Paranın herşey oludğu güç düzeninde ve rayından çıkmış yönetim alanında gelişir. Mafya, adeta yandaş grubuna katılmıştır. Bir samimiyet olmayabilir, fakat güç, ortaklaşması yetmiştir. Devletle ortaklaşa bir yere oturduğuna, hatta devletleştiğine dair epey örnek vardır. Haberlerde rastlamışsınızdır: “Sicilya’da güvenlik mafyadan soruluyor. İtalya’da 10 vatandaştan sadece 3’ü, hukuka güveniyor. Girişimciler, çalınan mallarını geri almak, ya da borçları tahsil etmek için, devletin değil, mafyanın kapısını çalıyor.” (Yeniçağ Gazetesi, 12.06.2021). Bizde de mafyadan her ay on bin dolar alan milletvekilinden söz edilip duruyor.
ABD başkanlığı da yapan Kenedy’nin ailesinin, yalnız silah ticareti değil, uyuşturucu ticareti de yaparak, İrlanda’dan gelmiş bir aile olduğu bilinir. Bir önceki ABD başkanı Trump’ın dedesinin beyaz kadın ticareti yaptığını, Amerikalıların kendileri söylüyor.
Çakal Carlos’u terörist olduğu için ayrı tutarsak, Alcopan, John Gotti, Sicilya kökenli Lueky Luciana ve daha birçoğu, Amerikan devletiyle iç içe, otoriteyi paylaşan grup liderleriydi. ABD’inde devlet, başkandan ve bu gruplardan ibaret değildir elbette, ama yönetimin yönetilmesinde, bunlar da egemen olmuştur. Bir filmde Marlon Brando’nun temsil ettiği Carlione ailesi, gerçektir. Carlione ailesi, devletle bütünleşmiştir. Carlione’nin cenazesine, gerçekten senatörler katılmıştır. Filim, gerçek hayat hikâyesini yansıtmıştır.
İnanılması güç ama, bir devlet yönetiminin mafyaya dönüşmesi, ya da mafyanın devletleşmesi, yüzyılımızın gerçeği olarak karşımızda duruyor. Kapitalizm, kenar noktalarda da olsa bunu bize yaşatıyor. Türkiye’nin maalesef bundan pay almış olması, üzücüdür.