PROF. ORHAN TÜRKDOĞAN İLE MÜLAKAT
Taha BATUR 03 Nisan 2007
DÖNMELER VE DEVŞİRMELER
-Bir devşirmenin psikolojisi ve sosyal durumu nasıldır? Bize bir devşirme portresi çizebilir misiniz?
-Bana, "Bir devşirmenin psikolojisinin ve sosyal durumunun nasıl olduğunu soruyorsunuz, bir devşirme portresi çizer misiniz?" diyorsunuz. Bu sorulara geçmeden önce, "devşirme olgusu nedir?" Osmanlı niçin böyle bir yönteme başvurmuştur? Bu hususlarda, kısaca bir ön bilgi vermenin konunun aydınlatılması açısından yararlı olabileceği inancındayım. Kanımca, devşirme; Sultanın ruhen ve bedenen kendisine bağlı ve kendi soyundan gelmeyen, her yönü ile değerlerinden soyutlanmış bir tiptir. Halil İnalcık, Osmanlı'nın "kendi halkını kul etme" diye bir projesi olmaması nedeniyle, böyle bir yola başvurduğu tezini ileri sürmektedir.
Kapıkulu olacak kişinin aile, köy ve diniyle tüm bağlarını koparması, aynı yeni doğmuş gibi, hükümdardan başka kimseye maddi ya da duygusal herhangi bir bağ hissetmemeleri gerekiyordu. Osmanlı hanedan zihniyeti, Müslümanlara bu mevkilerin kapalı olmasına bahane olarak da, "gerçek bir müminin kul olamayacağı" görüşünü ileri sürmektedir.
Harem-i Hümâyun üzerine dikkate değer bir araştırma yürütmüş bulunan Leslie Peirce'e göre: "Hükûmdar hanedanının emrinde bir köle (devşirme) askerler ordusunun bulunması, daha önceki klasik İslâm devletlerinin de (Abbasiler gibi) bir özelliğiydi. Sadece hükûmdara sadık ve geleceği onun iyi niyetine bağlı, çok iyi eğitilmiş kölelerin, devlete, çıkarları hükümdarınkiyle çatışabilecek soylulardan daha güvenilir ve etkili şekilde hizmet edeceklerine inanılıyordu."
Yönetimi ve orduyu yabancı soylulara (devşirme) bırakarak, halkını toprağa bağlama, çiftçi-köylü (reaya) olarak kullanma geleneği sadece Osmanlı'ya özgü değildir. Aynı geleneği Büyük Selçuklu devletinde de gözlüyoruz. Horasan merkez olmak üzere, İran'da kurulan Büyük Selçuklu devletinde de yönetim (bürokrasi) İranlılar'a devredilmiş, resmi dil olarak da farsça tercih edilmiştir.
-Devşirme sisteminin Türk kimliğine zarar vermiş olması sizce ne anlama geliyor?
-Türk tarihinde, hem yönetim hem de resmi dilin yabancı güçlere tahsis edilmesi gerçeğine ilk kez Büyük Selçuklu veya İran Selçuklu devletinde şahit olmaktayız. İrene Melikoff, bu durumu "Acemleşme" veya Claude Cahen "Horasanlaşma" olarak belirtiyordu. Böylece, Araplaşma ve Acemleşme âdeta Türk tarihinin bir alın yazısı oluyordu. Osmanlı da, bu geleneğe sadık kalarak, yönetim ve ordu gibi iki stratejik alanı, kendi soyundan olmayan devşirmelere terkediyordu. Aslında, bazı tarihçiler, İran Selçuklu Devleti'nde ortaya çıkan eğilimlerin, Abbasiler'den alınan "Memluk tarzı" bir kültürel iktibasın (cultural borrowing) ürünü olduğu kanısındadırlar. Bilindiği üzere, Memlûklar (Kölemenler) aslında bir Türk devletidir.Mısır, Suriye, Hicaz ve Güneydoğu'da yaşamışlardır (1257-1517).Yönetime, Çerkezler'in de seçilme hakkını tanımışlardır. Ancak, ordu ve yönetici kadro Arapça konuşmayı temel kabul ederek Araplaşmıştır. Bazı iddialara göre, Selçuklu sultanlarının saraylarında hükûmdar için satın alınıp, terbiye görerek yetişen ve saray (Enderun) hizmetlerine atanmış memurlar arasında Hacıbülhicab gibi hizmetlilere rastlamaktayız.
Halil İnalcık, gerek İran Selçukluları'nda gerekse, Osmanlılar'da yönetim ve askeri kadronun kendi soyundan olmayanlara devrini "istimâlet" teorisiyle açıklamaktadır. Buna göre, fethedilen yerlerde yerli halkı kendi tarafına kazanma, İnalcık' ın devşirme olgusunu açıklayan bir yaklaşma tarzıdır. Benzeri açıklamalara Bahaeddin Ögel ve Faruk Sümer'de de rastlıyoruz. "Göçebe-gezginci bir topluluğun dinamik yapısının yerleşik bir düzene uyum sağlamasında bu tür yönetici ve askeri toplulukların deneyimlerinden yararlanmak" gerekirdi. Görülüyor ki, İran Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı'da gözlediğimiz Acemleşme, Horasanlaşma veya Devşirmeleşme diyebileceğimiz dönüşümlerin sebepleri ve tarihsel zorunlulukları için ileri sürülen gerekçeler ne olursa olsun, önemli olan sosyal yapıya yönelik açıklama ve analitik yorumlamaların, tarihselci bir görüş açısından değerlendirilmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu da, merkez-çevre (center-periphery) diyebileceğimiz bir modele göre Türk devletlerinin kurulmuş olmasıdır. İran Selçuklu devletinde, kuruluşu gerçekleştiren çekirdek, kendilerini Oğuz kabul etmiş, sonraları göç yolu ile gelenleri Türkmen tarzında algılamış, onları dışlamıştır.Bu husus, Türk tarihinde ilk kez Oğuz-Türkmen diyebileceğimiz ikili bir yapıyı ortaya koymuştur.
Merkez (Oğuz) sürekli olarak çevreye (Türkmen) güvenmemiş,ona kuşku ile bakmıştır.Bu durum, Türk tarihinde karşılaştığımız önemli bir kültürel yarılmayı ortaya koyar. Kanımca, İran ve Anadolu Selçuklular'ı yanında, Osmanlı'da gözlediğimiz modellerin temellerinde, kendi halkına olan güvensizlik ve kabile yapısallaşması diyebileceğimiz bu ayrışımın izlerini aramak gerekir. Anadolu Selçuklu devletinin yıkılmasında, Moğollar'la Türkmen özelliğini taşıyan Babailer'in ittifakının da bu sebeplerden kaynaklandığı söylenebilir. Hatta, bu merkez çevre ikiliğinin aynı zamanda sünni-alevi biçiminde bir ayrışımın da nedeni olduğu ileri sürülebilinir. Merkez kendini sünni (ortodoks) olarak görmüş, çevreyi ise sürekli olarak dışladığı alevi (heterodoks) biçiminde algılamıştır.
Türk tarihinde gözlediğimiz ikili (dual) toplum yapımızın esas ilkelerini bu yapısallaşma tarzında aramak gerekir. Selçuklular ve Osmanlılar'ın yönetimi kendi halkından esirgeyerek yabancı soylulara bırakmasının hikmet-i vücudunu (raison d' êtretre) bu bakış açısında aramak gerekir. Yoksa, I. Murad'dan itibaren sadece hukuken köle statüsünde olanlar değil, yönetici sınıfın diğer üyeleri (Enderun veya Saraylı) için de kullanılabilen "kul" sistemini kendi soylularına tercih etmesinin nedenini başka türlü açıklamak mümkün olamazdı.
Esir alınan kölelerin 9-14 yaşlarındaki çocuklarından en zekilerinin ve yeteneklilerinin seçilerek sarayda (Enderun Mektebi) özel eğitim yöntemleriyle yetiştirilmeleri ve yönetimin her kademesinde istihdamları Osmanlı bürokrasisinin temel dokusunu teşkil eder. Örnek olarak, Dimitri Hitsihis'in belirttiği üzere, Kanuni döneminde 9 veziri azamdan sadece birinin kendi halkından olduğunu öğreniyoruz. Yine, A.D. Anderson'un "The Structure of The Ottoman Dynast" adlı yayınından öğrendiğimize göre, hanedanlığın 1/16 oranında kimliklerini koruduklarına tanık olmaktayız. Halil İnalcık ise,"XVI.yüzyıldan itibaren Osmanlı'da artık Türklük kimliğinin silindiği" görüşündedir. Çünkü, kuruluşundan kısa bir süre sonra, Osmanlı-dışı (devşirme) unsurlar, yönetimin üst kademelerinde kilit noktaları ellerine geçirmişlerdir. Böylece, İnalcık'ın "Patrimonyal Osmanlı" modeli, Kindley'in "Patrimonyal devşirme" diye belirlediği bir yönetim biçimine dönüşmüştür. Bu oluşum, Türk toplum yapısında bir diğer önemli gerginliği daha ortaya koyuyordu. Bu da halk-aydın ikiliğidir. Halk, Osmanlı'da hem kavm-i necip (soylu millet) olan Araplar'ın, hem de Enderun (yöneticiler) ve yeniçerilerin vergisini ödemekle yükümlü, toprağı ekip-biçen köylü-çiftçi (reaya) tabakasından ibarettir.
Altı yüz yıl süren Osmanlı toplumunda görülen aydın (Enderun) ve halk (reaya) ikiliği, ilk kez Gökalp tarafından keşfedilmiş ve sosyolojisinin sistematiğini oluşturmuştur. Gökalp'e göre halk, milli kültürün kaynağıdır, milli kültür tüm kodlarıyla halkta yaşamaktadır. Aydın tabaka ise, genellikle yabancı okullarda yetişmeleri, lisan bilmeleri, hatta devşirme soylu olmaları nedeniyle, Gökalp'e göre kozmopolittir. Gökalp, bu Enderun aydınlarının millileşmeleri için de halka gitmeleri ve halkla bütünleşmeleri görüşündedir. "Halka Doğru" makalesi de bu gerçeği ortaya koymaktadır. Gökalp sosyolojisinde gözlediğimiz halk-aydın, kültür-medeniyet, mektep-medrese, Türkçe-Osmanlı'ca ve dindar-ladini kategorileşmeleri aslında bu tarihsel ikiliğin toplum yapısındaki görüntüleridir.
Paşazadeler!
Osmanlı'nın Batılılaşma sürecinde bu Enderun aydınları kilit rol oynamışlardır. Batıya açık bir zihniyet (open-mind) taşımaları nedeniyle yeniliğe açıktırlar. Batıdan aktarılan tüm yenilikler bir eleştiri süzgecinden geçirilmeden olduğu gibi toplum yapısına pompalanmıştır. Hatta, 1920'lerden sonra Sovyet modeline yatkın ideolojiler bu grup tarafından savunulmuştur. İleri'ler, Sertel'ler, Yalman'lar, Ran'lar, Değirmi'ler, Baştımar'lar, Sargın'lar, Dino'lar, Sotorik'ler vb. Türk Marksizminin kilometre taşlarını teşkil ederler. Hemen hepsi de "Paşazadeler"dir. Rasih Nuri İleri, "Sınıfsal Köken ve Dil Üzerine" adlı bir yazısında "Türkiye Komünist Partisine Paşazadelerin hakim olduğunu" açıklıyordu.
Bu girişten sonra, ilk sorunuza yeniden dönelim. "Bir devşirmenin psikolojisi ve sosyal durumu nasıldır?" sorusu, üzerinde önemle durulması gereken bir husustur. Henüz, tarihe bakış açımız değer yüklü olmaktan kurtulmuş değildir. Eleştirel yaklaşım biçimi,olayları irdeleme ve yorumlama zihniyeti yerine çoğu kez, historisizmin dar sınırları içinde vakanüvislik yapılmıştır. Günümüz çağdaş fizik biliminde bile, Popper, teorilerin doğrulanabilirliği yerine yanlışlanabilirliğini ileri sürmek suretiyle, mantıkçı pozitivistlerin yüzyılı aşan saltanatlarına son vermiştir. Bizim burdaki yaklaşımımız, Osmanlı'yı dogmatik bir zihniyetle yermek, kötülemek değildir. Osmanlı, bizim geçmişimiz, tarihimiz ve kültürümüzün en önemli bir safhasıdır. Ona saygılıyız, onunla gurur duymaktayız. Ancak, günümüz olaylarını incelerken çoğu kez tarihe dönmemiz, geçmişimize ait yapısal unsurları analiz etmemiz gerekmektedir. Günümüzdeki toplumsal çelişkiler ve kültürel gerginliklerin nedenlerini de ancak bu tür bir yaklaşımla çözümleyebiliriz. Amerikan Cumhurbaşkanı J. F. Kennedy'nin 1963 yılında Dallas'ta katledilmesi sonucu kurulan araştırma komisyonunun hazırlamış olduğu ciltler dolusu raporun sonucuna göre, cinayetten Amerikan toplum yapısının sorumlu tutulduğunu öğreniyoruz. Ülkemizde giderek yükselen sosyal patlamalar, iç çekişmeler, ideolojik yarılmaların temellerini irdeleme hakkına sahip değil miyiz?
Devşirme profili
Bir imparatorluğu idare edenlerin, kendi halkını toprağa bağlayarak, vergiye mahkûm ederek, yönetim (bürokrasi) ve ordu gibi stratejik alanları devşirme unsurlarına terketmesi, akıl ve mantıkla açıklanabilecek hususlar değildir. Halil İnalcık'ın yerinde tespiti ile "XVI.yüzyıldan itibaren artık Osmanlı'da Türklük kimliğinin silindiği" görüşü, üzerinde önemle durulması gereken bir husustur. Çünkü, Arap ve İran milletlerinde asabiye -kendi kavmini sevme duygusu (community feeling)- en yüksek eğilim olarak yaşamıştır. Kur'an: "Sizi kavimlere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız", Hadis ise: "Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz" buyurmaktadır. Osmanlı'da, kavmini tanıma, yönetimde söz sahibi kılma duygusu ve eğilimi imparatorluk yıkılıncaya kadar devam etmiştir
Türk sosyolojisinde, "devşirme" profili üzerine sistematik bir biçimde yapılmış incelemeler ne yazık ki elimizde mevcut değildir. Günümüz üst sınıfların, elit tabakanın anatomisi de analiz edilmiş değildir. Batıda, özellikle Amerikan sosyolojisinde, Wright Mills, Lloyd Warner gibi sosyologlar iktidar elitlerinin dünya görüşü, kültürleri, değerler sistemi, tüketim normları ve etikal eğilimleri üzerinde doyurucu nitelikte araştırmalar yapmışlardır. Ne yazık ki, ülkemiz sosyolojisinde bu tür eğilimler "argo" niteliğinden öteye geçememiştir. Yalnız, "devşirme olgusu" çizgisinde Batı'da ve Balkan ülkelerinde yeni tarihi romanlara, biyografilere rastlamaktayız. Bunlardan birine burada kısaca temas etmek istiyorum. Girit doğumlu Rea Galanaki' nin "İsmail Ferik Paşa'nın Hayatı" adlı romanı paşalığa kadar yükselmiş bir devşirmenin profilini ortaya koymaktadır. Eseri dilimize çeviren Herkül Milas, kaleme aldığı ön sözde aynen şöyle yazıyor: "Bugün kimilerince Yunanlı, kimilerince Türk, kimilerince Mısırlı sayılan Giritli bir Hıristiyan grekofondan dönme, Mısır'da yaşamış, Arnavut dönmesi ve Osmanlı devleti’ni az daha yıkan ve bugün Mısır ulusçuluğunun babası sayılan Kavalalı Mehmet Paşa yanlısı bir İsmail Ferik Paşa, neden Türk okuyucusunun dikkatini çeker?" (.....) "Bir dönme, devşirilen bir çocuk savaşta esir alınıp satılan ama, annesini ve köyünü unutmayan bir insandır İsmail Ferik Paşa. Bu romanın, benzer sorunları dile getiren Orhan Pamuk' un Beyaz Kalesi' ne yakınlığı da kimi araştırmacıların dikkatinden kaçmamıştır."
"İsmail, sonuna kadar Müslüman ve Mısırlı kalır romanda, ve ölür doğal olarak ve bu kimlikle gömülür. Ama bir de iç dünyası vardır; aile, baba evi, çocukluk yıllarının görüntüleriyle bağını koparmayan.." ..Bu çizilen profil, yabana atılır cinsten değildir. Enderun'a alınan köle (esir) çocukları, genellikle 9-14 yaşları arasındadır. İlk sosyalleşme sürecini ailesi ve toplumundan almıştır. Benlik ve kişiliği oluşturan karekter yapısı (idionsyncrascy) olgunlaşmıştır. Sonra dan, farklı bir kültür ve toplum yapısı içinde çocuğun sosyalleşme sürecine tabi tutulması ne ölçüde asli unsurları silebilir? Bu husus tartışmaya açıktır. İsmail Ferik Paşa, romanlara konu da olsa, Herkül Milas'ın belirttiği gibi: "İnsan tek boyutuyla değil; dostlar, resmi, inançlar, şeref sayılan yükümlülükler, ama aynı zamanda, annenin düşlerde uyanan kokusu, suyun öte yanında kalmış kardeşin dokunuşu, bir köy meydanının bir türlü unutulmayan görüntüsüyle de yaşar.. İsmail Ferik Paşa da hem başarılı bir komutan hem de böyle bir insandır."
İsmail Ferik Paşa'da ele alınan senaryo, Tarık Buğra'nın Osmancık'ında ele alınan Köse Mihal'in Müslüman olup, adını da değiştirdikten sonra, Sultan Osman'ın: "Gayri Abdullah'sın, yoldaşımsın" demesiyle olay bitmiş değildir. Rea Galanaki ise, Herkül'ün belirttiği gibi "ondan sonrasını ele almaktadır. Örneğin, böyle bir Abdullah, anasının köyüne karşı sefere çıktığında neler düşünür, neler hisseder? Diyelim, içinde büyüdüğü evini ve çocukken içinde -farklı bir- Tanrı'yı düşünmüş olduğu, kilisesini yıkılmış gördüğünde içinde bir şeyler depreşmiş olabilir mi?"
Niçin olmasın? İnsan tek boyutlu değildir, Enderun'da beyin yıkamakla her şey bitmiyor. İnsanın psikolojik dünyası da var. Doğduğu, inandığı, sevdiği değerleri bir anda silip atması mümkün değildir. Tarihi olaylar silsilesi bu egzistans dünya içinde yeniden ele alınıp, yorumcu yaklaşımlarla incelendiği takdirde farklı bakış açıları ile karşılaşmamız mümkündür. Bir Hurrem Sultan'ın, I. Mustafa'nın farklı kökenli bir anadan doğması karşısında, Sadr-ı azam Rüstem Paşa ile gizlice anlaşması ve oğlu II. Selim'in sadarete geçmesi için çevirdiği manevralar ve I. Mustafa'nın dilsiz celladlara boğdurulması, anasının da Manisa' dan Bursa' ya yollanması ve hamile olduğu için doğuracağı çocuğun da boğdurulma fetvası, devşirme zihniyetinin arka fonundan sadece bir tanesidir. Benzer şekilde, Genç Osman'ın yeniçeriler tarafından boğdurulmasındaki mizansen de, I. Mustafa'nın dramından farklı değildir.
-Devşirmelik sisteminin Türkleri toprağa mahkum ettiği, onların tarihî gelişimini güdük bıraktığı iddiaları doğru mudur? Doğruysa neden?
-Osmanlının devşirme politikasını uzun uzun eleştirmek istemiyoruz. Sadece yorumcu, hatta Marc Bloch'cu tarihselci bir bakış açısıyla konuya eleştirel bir yaklaşımda bulunmak istiyoruz. Zira, devşirme olgusunun giderek Osmanlı toplum yapısında müesseseleşmesi, dal budak salması, yeni bir tabaka oluşturması altı yüz yıllık bir süre içinde gerçekleşmiştir. Cumhuriyetin ilanı ile bu zihniyet iyot gibi havaya uçup gitmemiştir. Reaya, toprağa mahkûm bir biçimde, ekip biçerken, Yemende, Mekke'de, Medine'de vuruşurken, Enderun Sarayları'nda, "alafranga" yaşayışını sürdürüyordu. Doğu ve Güneydoğu darı öğütüp yerken, mağarada yaşarken, birileri Sadabad eğlenceleri içindeydi.Osmanlı bu çelişkili toplumu niçin meydana getirdi? Niçin yönetimi ve orduyu kendi öz halkından esirgeyerek Rum, Ermeni, Hırvat, hatta Yahudi soylulara verdi? Niçin kendisiyle aynı kan bağını taşıyan insanları horlanan, "Etrak-ı bî idrak" durumunagetirdi? Niçin Balkanlarda İslamlaştırma ve Türkleştirme politikasını gündeme getirmeyerek, sadece onların inanç sistemlerini, soylarını ve kültürlerini korumak biçiminde "bir sera azınlık kültürü"nün bekçiliğini yürüttü?
Oysa, birkaç yüzyıl önceleri, kolonial politikalar yürüten bir İngiltere, bir Hollanda, bir Fransa, bir Amerika Osmanlı'dan farklı bir metod izleyerek, masum toplulukları assimile etmemişler midir? İngiltere, Babür İmparatorluğu'ndan daha kısa bir süre içinde Hindistan'a kültürünü aşıladı ve bugün resmi dilin İngilizce olabileceği ortamı hazırladı. Bir Fransa, Cezayir'de beyin yıkayarak, işgalin ertesi günü Fransızca'yı resmi dil yaptı, Arapça'yı gündemden kaldırmadı mı? Bir Hollanda, Hindistan'da insanlar jüt dokumasın diye binlerce masum Hintli'nin sağ veya sol kollarını kesmedi mi? Bir Amerika, 250 etnik grubu, melting-pot adını verdiği bir eritme makinasında, her türlü işkenceyi kullanarak, eritip bitirmedi mi? Kızılderililer'in kültürlerini kökünden kazıyıp insanları parya durumuna getirmedi mi? Tarihin kaydettiği bu korkunç operasyonu Ethel G.Stewart adlı Kanadalı bir araştırmacı kırk yıllık sabır isteyen bir araştırma sonucunda gözler önüne sermedi mi? Bir Rusya, gerek komünizm öncesi, gerekse komünizm sonrası, Türk topluluklarının kültürleri bir yana, beyinlerini de yıkayarak birer "Mankurt" durumuna getirmedi mi? Osmanlı Balkanlar da ne yaptı? Sadece "kültür seracılığını" yürütmekle yetinmedi mi? Otoritelerin, özellikle Ömer Lütfi Barkan ve Tayyib Okiç'in belirttikleri gibi, ne İslamizasyonu ne de Türkifikasyonu gerçekleştirebilmiştir... Buna karşılık, Balkanlar'da bağımsızlık savaşları başlatıldığında, en ağır zulme maruz kalmış, kavm-i sadıka kabul ettiği ve vergiden muaf tutttuğu topluluklar tarafından, arkadan hançerlenmedi mi?
Aslında bir jest
Osmanlının bu absurd diyebileceğimiz hoşgörüsünün bir tecellisine de 1492'de İspanya ve Portekiz'de işkencelere, soykırımlarına maruz kalan Yahudiler'i kabul etmesi, onlara kucak açması olayında tanık olmaktayız. Aslında, bunlar insanlık jestidir. Ancak, aynı dönemde Endülüs'de Müslümanlar ve zorla Hıristiyanlaştırılan Moriskolar (Moriscos) da vardı. Bunlar da Moritanya'dan gelen Müslümanlardı. Endülüs'ün ünlü şairi Ebu'l Bekâ Salih b. Şerif er Rundi (ö.684/1285)'nin kaleme aldığı ağıtı Müslüman ülkelerin, Endülüs'deki cinayetlere, camilerin yıkılmasına, kadın ve kızların esir pazarlarında satılmalarına nasıl kayıtsız kaldıklarını hazin bir dille açıklamaktadır:
"Sen uyu bakalım.
Ama zaman için ne demek dinlenme, ne demek uyku?
Endülüs'ten, Endülüs'ün zavallı halkından var mı haberin?
Her yer onların felaketini duydu;
Sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalpleriniz mefluç mu?".
Avdetîler
Osmanlı-Endülüs ilişkilerinin II. Bayezid döneminden itibaren ancak ele alınabildiği hususunda bilgi sahibiyiz. Kanuni döneminde ise, Moriskolar'a yardımların uzanabildiğine tanık olmaktayız. Yahudiler de iki grup halinde İspanya ve Portekiz'den çıkarıldılar. Bunlar; 1-Sefaradlar ki, Akdeniz civarında yaşıyorlar ve Judeo-İspanyol dilini konuşuyorlardı. 2-Aşkenazlar ise Doğu ve Orta Avrupa'da yaşıyorlar ve Almanca ağırlık bir dil (Yidiş) kullanıyorlardı. İşte bu Sefarad Yahudileri 1492 yılında İspanya göçü sonrasında Osmanlı topraklarına kabul edilmişlerdir. Ancak, Polonya ve Ukrayna'da 1658'de başlayan ve yüz binlerce Yahudi'nin katliamıyla sonuçlanan soykırımı ve bunun ardından yaşanan 1665 olayları Yahudi dünyasını büyük bir yeise sürüklemiştir. İşte 1626'da İzmir'de doğan Sabetay Sevi ki, Yahudi hayal gücüne dayanan bir mistik felsefi inacı savunuyordu, beklenen Mehdi olarak ortaya çıkıyordu. Bu sıralarda Osmanlı topraklarında da mehdilik hareketlerine rastlıyoruz. Bu durum Musevi inancını taşıyan Yahudilerle, Sabetaycılar arasında derin yarılmalara neden oldu ve konu dönemin padişahına yansıtıldı. Sabetay, 1666'da idamından korkarak Müslüman oldu ve Aziz Mehmet adını aldı. Ilgaz Zorlu'ya göre, daha önce ona inananlar, tekrar Yahudiliğe girerken, (200) kadar aile din değiştirir gibi yapıp Sabetaycılığı yürüttükleri için bunlara (Avdeti) veya dönme denildi. Zorlu'ya göre, "Sabetaycılık Müslüman görünmekle beraber gizli olarak Yahudiliğin devam ettirilmesidir." Bu nedenle "iki kimlikli"dirler. 1924 Ahali Mübadelesi ile 20 bin kişilik Sabetaycı grup Selanik ve Arnavutluk'tan Türkiye'ye gelmişlerdir. Ancak, 1948' de tekrar Yahudiliğe dönmek istemişlerse de bu önerileri bizzat İsrail tarafından reddedilmiştir. Ilgaz Zorlu'ya göre, Türkiye'de, şu anda sayıları yüz bini bulan Sabetaycılar asıl kimliklerini gizlemektedirler...
-Devşirmeyi bir "dönme" olarak görmek mümkün mü?
-Bu açıklamaların ışığında "devşirmeyi bir dönme olarak görmek mümkün mü?" tarzındaki sorunuza: "Her devşirme bir dönmedir, fakat her dönme bir devşirme değildir" diye karşılık vermek mümkündür. Aslında, her ikisi de bir ihtida (conversos) olayıdır. Osmanlı, Sabetaycılar'a (avdeti) dönme diyordu.
-Devşirmelik mekanizması Türkler'in devlet adamı olma yollarını kesmiş midir?
-Yukarıdan beri yapmış olduğumuz geniş açıklamaların ışığında konuya şöyle bir yaklaşımda bulunmak mümkündür: I. Murad'dan XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar sürüp giden uzun dönem içinde yönetici ve militarist kadronun Saraylılar'dan (Enderun) seçilmesi geleneği, büyük ölçüde elitist tabakanın milli köklerinden yoksun olduğunu ,değerlerine yabancı kaldığını göstermektedir. Gökalp'in deyimi ile kozmopolit kimlikli bir aydın kadro ile karşı karşıya kaldığımız söylenebilir. Değerlerine ve inanç sistemine saygılı bir aydın grubun, iş başına geçememesi, çoğu kez, halkıyla bütünleşmelerini ve uyum sağlamalarını engeller, toplum yapısında derin yarılmalara neden olur. Batılı anlamda, aydın bir kapı koruyucusudur (gate keeper). Dışardan sızabilecek her çeşit görüşlere karşı toplumu koruyacak süzgeç rolünü oynarlar. Milli aydın, batılı anlamda bir "gate keeper" veya Gökalp'in teşhisiyle gümrükçü kimliğine sahiptir. Enderun aydını bu değerlerden yoksun olduğu için benzeri rolü oynayamaz. Çoğu kez, Atatürkçü görünerek, yönetimde şöyle kararlar alabilirdi: Örnek olarak, Güneydoğu'da özellikle Diyarbakır'da: "Halkın modernleşmesi için en önemli girişimin çağdaş eğitimi güçlendirmek, müzik, tiyatro ve bale okulları açarak, hizbullahvari irticai olayları önlemekti. Ancak, Diyarbakır'ı tanımayan, okuma-yazma oranının, yoksulluğun birinci derecede öne çıktığı bir yörede, milli aydının tek hedefi, Gandi'nin belirttiği üzere: Günde iki defa yiyecek bulamayan insanlar için gıda bulmak" uyarısına uygun girişimlerde bulunma iken, bale ve dans okullarının açılması türü Enderuni teklifler son derece şaşırtıcı kalır. Buna da şaşmamak gerekir. Zira bu teklifler, aslında Enderuni geleneğin, eğitim sistemimizi yönlendirmesi sonucu, halkımıza yönelik bir bakış açısının yansımasıdır. Bununla, kuşkusuz bir devşirme kimliği ileri sürülmemekte, sadece tarihimizde gelenekselleşen Enderun zihniyetinin yönlendirdiği eğitim-öğretim programları sonucu, yetişen kuşakların dünya görüşleri ve felsefeleri kastedilmektedir. Enderun şartlandırılması sonucu yetişen bu tutuma biz Enderuni kimlik diyoruz.
-Günümüz dünyasında modern devletlerin azınlık ya da farklı dinden kabiliyetli insanları "vatandaşlık" potasında devşirerek siyasal, sosyal, kültürel ve askeri teşkilatlarında kullanmalarıyla Osmanlının devşirmelik sistemi arasında bir paralellik olduğu söylenebilir mi?
-İsabetli bir yaklaşım. Bazı odak noktalaları, Amerika Birleşik Devletleri'nin dünyanın her yerinde beyin güçlerine kapılarını açarak, onları belirli alanlarda istihdamını, Osmanlı'nın devşirme modelinin bir uygulaması olarak algılamaları, eğer gaflet değilse önemli bir yanılgıdır. Osmanlı modeli, bürokrasi ve militarist alanlarda kapılarını sadece ve sadece devşirme modeline açmış ve onları kurumlaştırmıştır. Kendi halkından bu alanları esirgemiştir. Oysa, Amerika Birleşik Devletleri'nin beyin gücü drenajı bundan tamamıyle farklı bir süreçtir. Her toplum ihtiyacı olan sektörlerde yetenekli vatandaşı kabul edebilir, ona kollarını açabilir. II. Dünya Savaşı sonucu, Naziler'in her alandaki beyin güçleri, ya Sovyetler'in ya da Amerika Birleşik Devletleri'nin ellerine geçmiş, uzay fiziğinde önemli roller oynamışlardır. Ülkemizde de çok sayıda Yahudi beyin gücü istihdam edilmiş, onlardan yararlanılmıştır. Bu nedenle, iki olay arasında bağ kurarken son derece dikkatli olmamız gerekmektedir. Amerika Birleşik Devletleri, yukarıda da belirttiğimiz gibi, koyu ırk ayırımı ortamından gelen bir toplum modelini yansıtır. Bu ülkede, hâlâ siyah-beyaz bakış açılarının izlerinin silindiği ileri sürülemez. Dünyanın en büyük ırkçı milletidir.
-Modern Türkiye'nin bir "devşirmelik" problemi var mı?
-Buna derhal "hayır" diyebiliriz. Devletin kurucusu Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyeti "Türklük" bilinci çerçevesinde hazırlamıştır. Bin yıllık tarihimizde diyebiliriz ki, bir örneğini Orhun anıtlarında gözlediğimiz gibi, Bilge Kağan'dan sonra ilk kez "Türk yaratılmak medarı iftiharımdır" diyen kişidir. Türklüğün unutulmuş olması, Etrak-ı bî idrak (İdraksiz Türk) biçiminde horlanması, hatta Taşlıcalı Yahya'da gözlediğimiz üzere:
"İmamın biri azıtır işini,
Alır bir yaban Türkünün kızını"
Arnavud asıllılığı ile övünen Taşlıcalı Yahya'ya göre, bir imamın bir Türk kızıyla evlenmesi işini azıtmak biçimide yorumlanmaktadır. Ancak, kendisi bir mesnevisinde soyu ile öğünmekten geri kalmayacaktır:
"Fakir Arnavud aslıyam gaaziyem.
O taşlu vilayetlerün bâziyem.
Şecaat kılıcın çalanlardanam.
Şikârım evvelalanlardanam"
Görüldüğü üzere, Taşlıcalı Yahya İzvornikli bir Arnavut'tur ve ölüm tarihi 1582'dir.
Osmanlı sarayında dönmeler cirit oynatırken, divan şairi olarak soyunu yüceltmekte, Türk’ü de aşağılamaktadır. Hem de, bu cüreti bir zamanlar kendi soyunun Oğuz Han'dan geldiğini ileri sürerek övünen Osmanlı padişahının gölgesinde gösterebilmektedir. Ancak, Atatürk yukarıda da belirttiğimiz üzere, 1921 yılında irad buyurduğu bir nutkunda: "Memleketin sahibi ve devletin kurucusu biz Türkler, kavm-i necip adı altında Araplara ve sarayın sadık hadimi Arnavutlara feda edildik" demek suretiyle tarihi yanılgıya son verecektir..
Türklük, temel motif olmak üzere, milletleşme tezini gündeme getirecek ve bu tezini: "Ne mutlu Türküm diyene" dövizi ile sembolleştirecektir. Ancak, bu model günümüzde Enderuni aydınlar ve bazı İslamcı kanat tarafından tasvip görmeyecektir. Hatta, İslamcı kanat, Akif'i de dışlayarak Osmanlı'dan kalma kendi etnisitesinin bilinci içinde Osmanlı amalgamasyonuna sahip çıkmakta,onu desteklemektedir.
Enderûnî bakış
Ülkemizde, milli duyguların ve dinsel bağlılğın sürekli eleştiriye uğraması gözönüne alındığında, temellerin duruşması yapılmalı, Enderuni bakış açıları ve yaklaşımları yorumlanmalıdır. Bu gruplar, esasta Enderun kuşağı veya Enderuni eğitim sisteminden filtre edilmeleri nedeniyle, bu iki değere karşıdırlar. Bir kere küçük yaşlarda dinlerini terkederek İslam'a yöneltilmişlerdir. Alt şuurlarında benliklerinden soyutlandırılarak İslam'a döndürülmüş olmalarından ötürü, İslama kin ve nefretleri vardır. İkincisi, Türklükle ilgileri yoktur. Türk toplumunun dinamizmasını oluşturan İslamiyet ve Türklük bu gruplar tarafından sürekli horlanmakta ve suçlanmaktadır. Bunların bir kısmına göre, milliyetçilik de artık son bulmuştur, çünkü Avrupa birliği ve globalleşme süreci karşısında yapılacak hiçbir şey yoktur. "Türkiye'nin sınırları Avrupa'dan geçer." Bu, Enderuni aydının tezidir. Ilgaz Zorlu, yıllarca ikili kimliğin saklanılması olayına artık karşı çıkmakta, ve "Evet, Ben Selanikli'yim" diyebilmekte. Ve Sabetaycılığı da Türk toplumunda bir alt- kültür olarak değerlendirmektedir. Böylece, Türk toplumunda Çerkez, Laz, Gürcü ve Kürt alt kültürleri gibi bir de Sabetaycı alt kültürü ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bunların oranı da yüz bin kadardır. Zorlu'ya göre: Ahmet Emin Yalman, Sabiha ve Mehmet Zekeriya Sertel, Şefik Hüsnü, Coşkun Kırca, Halide Edip, Abdi İpekçi, İsmail Cem, Hasan Tahsin, İttihatçıların maliye nazırı Cavit Bey, Kapaniler, Dilberler, Atabekler, Bezmenler tümü ile Sebataycıdır; Fevziye ve Terakki liseleri ile ilk mason locaları da yine Sabetaycılar tarafından Selanik'te kurulmuştur. Bir Sabetaycı teorisyen olarak Zorlu'ya göre: "Sabetaycılık, Müslüman görünmekle beraber Yahudilik inancını sürdürür. Dönmeler olarak adlandırılan cemaat böylece doğmuş olmaktadır" Açıkça görülüyor ki Sabetaycılar "iki kimlikli" veya "dönme"dirler. Ancak, yine Zorlu'nun yorumu dikkate alınırsa, "Sabetaycılık Yahudi kültürünün bir ürünüdür."
Yahudiler, 1492'den itibaren Osmanlı sarayındadırlar. O tarihten itibaren bir güç kaynağı halindedirler. Bu toplum, hoşgörüsü ve İslami kültürü ile hepsini kucaklamıştır. Atatürk de Ahmet Ağaoğlu'na: "Ben, ülkemde iş başına gelecek insanın soyuna, sopuna bakmam, ancak ihanetlerini gördüğüm vakit damarlarındaki kanlarına bakarım" diyordu. Bu anlayış, Türk milletinin kaderinden sorumlu olabilecek her Türk'ün görevidir.
Zorlu'nun listesi
Ilgaz Zorlu'nun listesinde gözlediğimiz çok iyi niyetliler yanında, kara parayı aklayanlar, bankaların içini boşaltanlar kadar, medyayı kendi doğrultularında yönetenler, beynelmilel faizcilik ve borsacılık entrikalarını yürütenler kadar, stratejik diyebileceğimiz sektörleri ele geçirerek Türkiye'nin kalkınma hızını kesenlere de rastlamaktayız.
Tekrar ediyorum, modern Türkiye'nin bir devşirmelik sorunu olmadığı gibi, soya dayalı ırkçı bir eğilimi de desteklediği söylenemez. Ancak, ırkçı Avrupa ve Amerika kendi arka bahçesini temizlemeden sürekli ülkemizde insan haklarından, etnik bölünmelerden söz açabilmektedir. Bunlara, kilit noktalarda ülkemizi temsil edenlerin layık oldukları cevapları verememeleri, sürekli destekler nitelikte tavizler vermeleri, sadece ve sadece Enderuni yapılarından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, günümüzde Türkiye'nin en büyük sorunu, millileşmek ve Türklükte bütünleşmektir.
-Teşekkür ederiz hocam.
-Ben teşekkür ederim efendim.