Çok kutuplu dünyada Orta Doğu gelişmeleri
Hasan Ünal 01 Ocak 1970
Çok kutuplu dünyada Orta Doğu gelişmeleri ve Türkiye için fırsatlarYayınlanma
Çok kutupluluk tüm dünyada tahminlerin üzerinde bir hızla etkisini göstermeye başladı. Amerika hegemonyası altındaki tek kutuplu dünya düzeninin hızla dengeleneceğini yıllardır savunan birisi olarak tahminlerinde haklı çıkmış her analistin mutluluğunu yaşamakla birlikte yeni dünya düzeninin etkilerinin dünyanın hemen her yerinde bu denli hızlı bir şekilde ortaya çıkacağını öngöremediğimi belirtmeliyim. Örneğin dünyanın pek çok bölgesinden epeyce sayıda ülkenin Amerika merkezli tek kutupluluğun sonunun gelmekte olduğunu görerek veya sona ermesini istedikleri için Kolektif Batı’nın dayatmalarına bu denli direnebileceklerini sadece ben değil muhtemelen çok sayıda analist tahmin edememişti. Dış ticarette ABD Doları’ndan uzaklaşmanın beklenen bir gelişme olacağını düşünmekle/ifade etmekle birlikte, bunun bu kadar somut adımlarla ete kemiğe bürüneceğini beklemediğimi itiraf etmeliyim.
İRAN-SUUDİ ARABİSTAN YUMUŞAMASI: ÇİN’İN DİPLOMASİ BAŞARISI
Öngöremediğim en önemli gelişmelerden birisi de Çin’in arabuluculuğu sayesinde İran ile Suudi Arabistan’ın kapsamlı bir normalleşme sürecine girmesi oldu. Körfez’in doğusunda yer alan İran ile Batı yakasında bulunan Suudi Arabistan arasındaki ilişkiler onlarca yıldır kıran kırana bir rekabet alanıydı. Gergin ve zaman zaman düşmanca bir çizgi izleyen bu ilişkiler İran İslam Devrimi ile ortaya çıkan bir olgu da değildi. Mesela hem İran hem de Suudi Arabistan’ın Amerika’nın çok ama çok yakın dostları/müttefikleri olduğu yıllarda da (1960’lar ve 70’ler) iki devlet arasındaki ilişkiler aşırı derecede gergin ve rekabetçi bir ortamda seyrediyordu. İran Şahı büyük ve güçlü bir ordu kurmak istediğinde Amerika kendisine ‘nükleer hariç dükkân senin, istediğini al’ derken o yıllarda İran’la rekabet halindeki Suudi Arabistan da Amerika’nın çok yakın bölgesel müttefiki olmayı sürdürüyordu. Şah yönetimi altındaki İran İsrail ile oldukça yakın ilişkiler kurarken, Suudi Arabistan, Nasır’ın Yemen iç savaşında doğrudan kendisine karşı tarafta yer almasına kadar Mısır liderliğindeki İsrail karşıtı Arap Bloku ülkelerinin aktif bir üyesi durumundaydı.
İslam Devrimi (1979) İran ile Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri arasındaki gerginliği daha da derinleştirdi. Humeyni zamanında izlenen ‘rejim ihracı’ politikaları yüzünden sekiz yıl süren (1980-1988) Irak-İran savaşı sırasında daha önce kendi aralarında pek çok konudan dolayı anlaşmazlıklar yaşayan Arap ülkeleri bir araya gelerek Tahran’a karşı ortak cephe oluşturdular. Humeyni’nin ölümünden sonra İran kademeli bir biçimde rejim ihracı politikalarından vazgeçmesine ve Tahran-Riyad hattında zaman zaman gözlemlenen normalleşme çabalarına rağmen Suudi Arabistan ve İran arasındaki güven bunalımı hep devam edegeldi. Amerika’nın 2003 yılında Irak’ı işgal etmesinin ardından izlediği politikalar İran’ın gerek Irak gerekse Körfez Arap ülkelerinin iç işlerine karışarak nüfuz elde etme çabaları Riyad-Tahran arasındaki güven bunalımını kalıcı hale getirdi. İran yönetimini sürekli baskı altında tutmak isteyen Amerika ve müttefikleri ise bu güven bunalımını sürekli tutmak için ellerinden geleni yaptılar. Bir yandan Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri’ne büyük miktarlarda silah satarken öte yandan da bu ülkeleri İran’a karşı koruduklarını söyleyip İsrail ile yakınlaşmalarını ve İran’a karşı ortak cephe oluşturmalarını sağlamaya çalıştılar. Kabul etmek gerekir ki, bu politikalar onlarca yıl boyunca Amerika ve İsrail’in Orta Doğu’daki çıkarlarına epeyce hizmet etti.
Çin diplomasisinin yardımıyla Riyad-Tahran hattının normalleşmesinin İran’ın Körfez’de özellikle Şii Arap nüfusa sahip ülkelerin (Bahreyn, Kuveyt, Suudi Arabistan) iç işlerine karışmama ve Yemen iç savaşında uzlaşmaya razı olma (bu, Suudiler için de geçerli) gibi şartlara bağlı olmasına rağmen olumlu sonuç verecek gibi görünmesi Amerika’nın onlarca yıldır bu bölgede kurduğu düzenin altüst olması anlamına geliyor. Suudi Arabistan’ın petrol satışlarında ABD Doları’ndan uzaklaşması ise apayrı bir miladın habercisi gibi. Bütün bunların ilk görünür sonucu Orta Doğu’da ABD nüfuzunun azalmaya başlaması. Bu gidişatın İsrail’in bölge politikaları üzerinde nasıl sonuçlar ortaya çıkaracağını ayrıca yakından takip etmek gerekecek; çünkü İran ile ilişkilerini normalleştirmiş Arap ülkeleri her ne kadar Tahran’ın nükleer silah elde etmesinden rahatsız olsalar da kısa ve orta vadede İran’a karşı İsrail’in tabii müttefikleri gibi hareket etmeyeceklerdir.
SURİYE ULUSLARARASI SİSTEME TEKRAR GİRERKEN…
Dünya çok kutupluluğa evrildikçe zaten beklenebilecek bir sonuç olan ABD’nin bölgesel nüfuz ve prestijinin azalmasının açıkça görüldüğü bir diğer alan da Suriye konusu. Arap ülkeleri birbiri ardına Şam ile ilişkilerini normalleştiriyor; Amerika’nın Suriye’yi yalnızlaştırma amaçlı baskı ve şantajlarını bölgede ciddiye alan pek fazla devlet kalmadı gibi. Kısa bir zaman aralığı içerisinde Suriye’nin Arap Birliği’ne katılmasını beklemek oldukça gerçekçi bir senaryo artık. Amerika’nın Suriye halkını açlık ve yokluğa mahkum eden yaptırımlarını hemen hemen hiçbir bölge ülkesi ciddiye almıyor ve Şam yönetiminin savaşı kazandığı konusunda küresel düzeyde bir görüş birliği oluşmuş durumda her ne kadar Amerika ve Batılı devletler bunu resmen itiraf etmeye yanaşmasalar da…
Türkiye’nin son iki buçuk yıldır dış politikasında yaptığı kapsamlı toparlanma hamleleri bugün bölgede yaşanan olağanüstü gelişmeler ve ortaya çıkan yeni dengelere uyum sağlamasını mümkün kılacak nitelikte. Örneğin bir an için, 2020 yılının ikinci yarısında olduğu gibi aynı anda Mısır, İsrail, Suudi Arabistan, BAE (Birleşik Arap Emirlikleri), Suriye, Yunanistan ve hatta Fransa ile neredeyse her an bir silahlı çatışmaya girebilecek kadar gergin/kavgalı ilişkiler içerisinde olduğumuzu düşünsek bugün yaşananlar karşısında aşırı derecede bocalar durumda olurduk. Yunanistan ve Suriye hariç adı geçen bütün devletlerle ilişkileri yeniden olması gereken noktaya taşımış durumdayız hatta Şam ile de normalleşme konusunda irade beyanımız olduğu açık.
Suriye konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2022 yılının Ağustos başlarından itibaren defalarca yaptığı normalleşme çağrılarına rağmen yeterli derecede ilerleme sağlanamamış olunması kurumlarımız ve üst düzey yetkililerimizin kafasında kalıplaşmış bazı düşüncelerin saplantılar haline gelmesiyle ilgili olabilir. Örneğin üst düzey yetkililerin ifadelerinde geçen siyasi çözüm süreci, yeni anayasa, muhaliflerle ‘Suriye rejiminin’ barışması/barıştırılması gibi sözler Suriye’nin bu savaşı kazanmış olduğu gerçeğini kabul etmek istemeyen bir bakış açısını yansıtıyor. Milli-üniter yapıdaki Suriye’ye yeni anayasa dayatmanın imkansızlığı bir yana, böyle bir girişim başarılı olsa bile bunun komşu ülkeyi federal bir yapıya sürükleyeceği ve dünyadaki etnik/mezhebi federasyonların yıkıldığı veya çatırdamakta olduğu bir dünyada bölünmenin başlangıcı olacağı ve PKK/PYD’nin Fırat’ın doğusunda devletleşmesinin mümkün olacağı açıkken bu tezlerde ısrarcı olmayı anlamak mümkün değil. Harici’de bir önceki yazımızda (https://harici.com.tr/suriye-ile-normallesme-hem-kolay-hem-de-cok-zor/) ayrıntılı bir şekilde ele aldığımız gibi Suriye ile normalleşme hem çok kolay hem de çok zor.
Bütün mesele ulusal çıkar esaslı politika belirlemeye yönelmek ve mevcut gerçekleri kabul etmekle başlıyor. Suriye’ye anayasa dayatmak vs. gibi hem yanlış/hatalı ve ulusal çıkara hizmet etmeyen politikayı bir kenara bırakınca doğru seçenekler karşımıza çıkacaktır. Bürokrasinin aylardır ayak diremesiyle yeterince ilerleyemeyen normalleşme sürecinde en azından rejim, muhalifler ile rejimin uzlaştırılması, anayasa ve siyasi çözüm süreci gibi zehirli/itici lafların üst düzey yetkililer tarafından artık ısrarla kullanılmaması önemli ve olumlu bir başlangıç sayılabilir. Görünen o ki, şu anda sorun, medyaya da pompalandığı gibi Türkiye’nin kontrolü altındaki topraklardan çekilmemiz gerektiğine dair Suriye’nin garantiler istemesi üzerine yoğunlaşmış durumda. Bu da yine mevcut gerçekleri kabul edip etmeme sorunuyla alakalı bir konu. Suriye’ye toprak fethetmeye gitmediğimize göre çekilmemiz gerekiyor. Bunun gerçekçi bir takvime bağlanması ve Türk güvenlik kuvvetleri orada bulunurken söz konusu bölgelerin Suriye egemenliğine adım adım entegre edilmesiyle sorun çözülebilir. Yeter ki Türkiye, sığınmacıları göndermek, Adana Mutabakatı temelinde teröre karşı ortak mücadele etmek (hem PKK/PYD ve türevleri hem de Suriye’ye karşı olan terör örgütleri) ve KKTC’nin Şam tarafından tanınmasını sağlamak amaçlı bir politika belirlesin…
Çok kutuplu dünyada birçok bölgede olduğu gibi Orta Doğu’da da nüanslara dayalı dış politikalara ihtiyacımız olacak. Örneğin bir yandan İsrail ile iyi ilişkiler içinde olurken öte yandan bu ülkenin İran’a karşı yürüttüğü rekabet/düşmanlık politikalarının veya İran ile yakın ilişkiler içinde olurken Tahran yönetiminin ideolojik temelli İsrail karşıtlığının parçası olmayacağımızı göstermek… Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri ile olabildiğince yakın ekonomik ve siyasi ilişkiler kurarken aynı anda onların İran ile normalleşme sürecinden de yararlanmak ve bütün bu devletlerle dış ticaretimizi ve ekonomik ilişkilerimizi geliştirmeye çalışmak… Filistinlilerin meşru haklarını dile getirmeye ve Arap devletlerinin Filistinliler için İsrail’den taleplerine siyasi/diplomatik destek verirken bunu İsrail ile bağlantıyı koparmadan yapmayı başarmak… Ve esasta Orta Doğu’nun barış ve istikrar bölgesi olmasını ve bunun içinde Türkiye’nin ticaret ve yatırım olarak en fazla faydayı temin etmesine gayret etmek… Bu nüanslar üzerinden yürütülecek bir dış politika Türkiye’yi bölgede güçlü kılarken Yunanistan’ı yalnızlaştıracak ve ABD ve Kolektif Batı’nın gücünün azalmasının bir sonucu olarak Atina’yı maksimalist taleplerinden kademeli olarak uzaklaşmaya mecbur edecektir. Türkiye’nin bunları fazlasıyla yapabilecek güç ve insan kaynağına sahip olduğuna şüphe yoktur.