Hukuk, dikta ve anarşi
İskender Öksüz 01 Ocak 1970
Krallık- meşrutiyet- cumhuriyet. İlkokul yurttaşlık bilgisi derslerinde idare tipleri anlatılırken bu üçü öğretilir. Öyle görülüyor ki profesöründen bazı parti başkanlarına kadar geniş bir okumuş – yazmış kitlesi siyaset ilminde bu bilginin üstüne çıkamamış. Ben ilkokuldayken öğretmenimiz krallığı kötüleyip cumhuriyeti öven bir konuşma yaptıktan sonra arkadaşlarımdan biri, “Ya İngiltere?…” diye sormuştu. Cevabı hâlâ hatırlarım: “Ama onların kralları iyi yavrum.”
Krallıktan cumhuriyete gidişle, diktadan demokrasiye gidişin ele ele yürüdüğünü zannetmiştik. Monarşi dikta demekti; cumhuriyet demokrasi… Meşrutiyet de ikisinin arasında bir şey. Oysa İngiltere’nin krallık, SSCB’nin cumhuriyet olduğu bir dünyada bu zannın tamamen yanlış olduğunu anlıyoruz. Gerçekten resmî devlet isimleriyle, “dikta” olmak veya olmamak arasında hemen hiçbir bağ yok. Evet, İngiltere de krallık Suudî Arabistan da. Ve hem Fransa, hem Macaristan cumhuriyet!
Şimdi soralım: hem cumhuriyette hem monarşide bulunabildiğine göre dikta nedir? Bir rejim ne zaman diktadır, ne zaman değil? Doğru bir cevap verebilmek için önce kendi tarihimize bakalım; Bir Fatih’in, bir Yavuz’un, bir Alparslan veya Bilge Han’ın rejimleri dikta mıydı? Vatandaşın hakkını savunmak için padişahın dizginine sarılabildiğini tarih söylüyor. Şeriatın, yani hukukun kestiği parmak acımıyor ve bu parmak sadrazamın parmağı, hattâ başı olabiliyor. Göktürk’te de yasavul var, töre var ve asil de olsanız kanun karşısında karabudundan tek farkınız, oklanarak değil yay kirişiyle cezalandırılmak!
Hukuk devleti
Evet, Osmanlı, Selçuklu ve Göktürk demokratik devletler değillerdi. Ama dikta olmadıkları da muhakkak. Hiç birinde -fetret ve gerileme devirlerindeki bazı hadiseler müstesna- diktanın tepedeki şahıstan başlayan keyfî kuvvet piramidi yoktur. Kuvvet piramidi vardır ama bu devletin kuvvetidir ve mekanizma şahısların kaprislerine göre değil törenin, şeriatın, yani ilkelerin, yani kanunların emirlerine göre işler. Bu, diktatörlük değildir. Şu halde diktanın zıddı demokrasi değildir. Diktanın zıddı hukuk devletidir. Namuslu bir demokrasi (Halk demokrasileri gibi aldatmacaları dışarıda bırakmak için “namuslu” diyorum) hukuk devletidir… Fakat hukuk devleti olmak için demokrasi olmak şartı yok. Misal: Yukarıda saydığımız Türk imparatorlukları… Özetleyelim: Dikta, bir veya birkaç diktatörün ve gücünü onların şahıslarından alan bir kuvvet piramidinin şahısların arzularına bağlı idaresidir. Hukuk devleti, devletin kuvvet piramidinin şahısların değil ilkelerin emrinde hüküm sürmesidir. (Bu ilkeler töre, şeriat veya kanun olabilir. Aslında uygulandıkları devirlerde üçü de kanun demekti.) Demek ki esas fark keyfîlik-ilkelilik ayrımından doğuyor. Herkesin önceden bildiği ilkelere tâbi bir yönetim “hukuk devleti”dir. Bu ilkeler, hür seçimle gelen meclislerin çıkardığı kanunlarsa o zaman “hukuk devleti” aynı zamanda “demokrasi” oluyor. Maksadım Türkiye’nin bugünkü durumunu incelemek. Biraz önceki tespitler bu incelemede aydınlatıcı olacak. Ancak teorik rejimle hakikî rejim, yazılı rejimle zihniyetlerde yaşayan rejim arasındaki farklara da bir göz atmak gerek. Dikta-ilke rejimleri yalnız hukuku değil aynı zamanda cemiyetin psikolojisini de ilgilendiren vakıalardır. Asırlarca dikta altında yaşamış bir cemiyeti bir gecede hukuk devleti haline getiremezsiniz. Bir gecede değişen kanunlar ne derse desin halkıyla, bürokratıyla dikta zihniyetli cemiyet hiç olmazsa birkaç nesil eski alışkanlıklarını devam ettirecektir. Kanunları herkes bilecektir ama kanunun engellediği bir işin olması için de “Canım, bulunur elbet bir yolu…” diye düşünmeye devam edilecektir. Tersi de doğru. Asırlarca ilkelerin idaresine -ilkelerin kaynağı ne olursa olsun- alışmış bir cemiyet bir gecede dikta altına düşerse patlama önlenemez.
Kanun hakimiyeti
Şimdi yakın tarihten başlayarak bugünün Türkiye’sine gelelim. Osmanlı İmparatorluğu kuruluş ve yükseliş devirlerinde mutlaka hukuk devletiydi. Gerçi kuvvet piramidinin başında sultan, sonra da sadrazam vardı ama sultan da sadrazam da ilkelerin üzerindeki kontrolünü belki rastgele bir vatandaştan daha çok duyuyorlardı. Duraklama ve gerileme devirlerinde bu durum sarsıldı. Fakat dikta görüntüleri padişahın çevresinden ziyade -gariptir- hürriyet teşebbüsleri olarak başlayan meşrutiyet hareketlerinin liderleri etrafında belirdi. 20. Asra gelindiğinde, bilhassa aydınların kafalarında 6 asırlık hukuk devletinin kaynaklandığı ilkeler epey sarsılmıştı. Sonra ölüm-kalım mücadelemizi verdik. Fakat istiklâl harbi sırasında bile Türk Milleti ilkesiz yönetilmedi. Rahmetli büyüğüm Dündar Taşer bu gerçeği, “Türk Milleti İstiklâl Harbinde bile bir meclis kurmuştur.” şeklinde ifade ederdi. Adı ister kurultay, ister divan ister meclis olsun Türk Devletlerinde ilkelerin hâkimiyetini sağlamakla görevli bir heyet daima bulunmuştur. Harp ve onu takip eden yeniden inşa devri olağanüstü dönemlerdir. Unutmayalım ki altı asırlık bir kavram yıkılıyor, yerine yenisi konuyordu. Bu işin ağrısız, sızısız, dirençsiz yapılabileceğini düşünmek safdillik olur. Yine de Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin beklenenden çok daha az mesele çıkardığını ifade edebiliriz.
Eğer komünistlik gerekiyorsa onu biz getiririz!
1940’lara gelindiğinde Türkiye’de artık Cumhuriyetin yerleştiğini, monarşi ve meşrutiyetin dönmemek üzere gittiğini kabul etmeyen akıllı adam kalmamış gibiydi. Fakat Cumhuriyet için verdiğimiz bu “başarılı” hükmünü “hukuk devleti” için de tekrarlayabilir miyiz? Maalesef hayır. Asırlar önceki monarşimizde hukuk devleti hâkimdi. Hukukun kaynağı millî irade olmadığından bu demokrasi değildi ama yönetim başka esaslardan kaynaklanan ilkelere bağlıydı ve keyfî dikta söz konusu değildi. Bu esasların sarsılmasıyla İmparatorluk’ un son günlerinde meşrutiyet markalı diktaların geldiğini gördük. 1940- 1950 dönemi de hukuk devletinden ziyade diktaya yakındı. Bilhassa aydının, bürokratın kafasında eski ilkeler tamamen yıkılmış fakat yenileri henüz yer etmemişti. İlkesizlik kesinlikle dikta zihniyetini doğurur. 1944 Irkçılık-Turancılık skandalı, İsmet İnönü’nün sanıkları mahkeme başlamadan mahkûm etmesi hep bu zihniyetin belirtileridir. Zamanın bürokratının kafasındaki dikta ruhunu çok güzel anlatan bir anekdot vardır. 1944’de Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, cezaevini ziyaret eder. Hapiste hem milliyetçiler hem de komünistler vardır. Tandoğan komünistlerden birinin başına dikilir ve onu aynen şöyle azarlar: “Siz ne istiyorsunuz? Yok, memlekete komünistlik getireceklermiş. Eğer komünistlik gerekiyorsa onu biz getiririz. Siz kimsiniz lan? Size ne oluyor?”
Bu zihniyet bir gecede değişemezdi. 1950’de CHP gitti DP geldi ama şahıs -parti- zümre otoritesi zihniyeti öyle kolay kolay teslim olmadı. Yine işlerin “… Bir kolayı” bulunuverdi. Kanun ne derse desin akıllılar kanunun etrafından dolaşmanın geçerli bir yol olduğu inançlarını korudular. Yine hükümeti tenkit, DP kuvvet piramidine kafa tutmak kolay iş değildi. 1960’a kadar böyle devam etti. İhtilâlden sonra hürriyeti bir daha keşfettik. Tıpkı iki meşrutiyette ve 1950’de keşfettiğimiz gibi. Ancak bu sonuncu hürriyetle daha öncekiler arasında bir fark vardı. Gerçi 13 Kasım darbesiyle CHP yeniden iktidara gelmişti ama Türkiye’de çok partili rejimden geriye dönmek artık mümkün değildi. CHP bu iktidarının 1940’lardakine benzemediğini iyi biliyordu. İlk serbest seçimle muhalefete dönmesi mukadderdi. Onun için kısa iktidarında, meşrutiyetçilerin ve 1950 demokratlarınınkinden çok değişik bir yol takip etti.
Diktanın tersi hukukun otoritesidir
Eski hürriyet getiriciler idareye tam hâkim olduktan ve sokaklardaki “yaşasın hürriyet!” avazları yatıştıktan sonra ilk iş olarak hükümetlerini kuvvetlendirme tedbirlerine girişmişlerdi. 1960’ların CHP’si muhalefete döneceğini bilerek bunun tam tersini yaptı. Hükümeti değil muhalefeti kuvvetlendirecek tedbirler aldı. Bunu yalnız kanunlar yoluyla değil bürokrat ve standart aydına her zaman müessir olmuş propagandasıyla da sağladı. Samimi CHP’liler diktaya karşı tedbir aldıklarını sandılar. Halbuki tedbirler otoriteye karşıydı. İp bu noktada koptu. Yukarıda gördüğümüz gibi diktanın tersi otoritesizlik değil hukukun otoritesidir. Her ikisinde de merkezî otorite mevcuttur. Merkezî otoritenin yıkılması demokrasiye değil anarşiye yol açar. Belki 1960ların Türk standart aydını ve bürokratı ilkecilik zihniyetine sahip olsaydı aynı hadiseler demokrasi lehine sonuçlanacaktı. Fakat zihniyet hâlâ dikta zihniyetiydi. Şahıslar işlerini yürütmek için hâlâ kanunlara uymaktansa şahıslara yaranma yolunu tercih ediyorlardı. Hâlâ, “… canım bir kolayı…” bulunuyordu.
Merkezî otoritenin zaafa düşmesi bu zihniyetin demokrasiye doğru bir adım atmasını değil, anarşiye yaklaşmasını sağladı. Anarşi diktanın tersi, diktanın düşmanı değildir. Aksine, diktanın özel bir şeklidir. Diktatörlükte bir veya birkaç şahıs keyfî icraatları için bir kuvvet piramidi kurmuşlardır. Anarşide ise birçok baskı gurubunun kendine has kuvvet piramitleri vardır. Anarşi – dikta farkı kuvvet piramitlerinin sadece adediyle ilgilidir. Niteliğiyle değil. Anarşide her kuvvet piramidinin kendi diktatörleri vardır. Dikta da anarşi de ilkelere, kanunlara düşmandır. Anarşi yaygın diktatörlüktür. Diktaya bazen “orman kanunu” denir. Hayvanlar aleminde koca bir ormanı merkezî bir diktaya bağlayamazsınız. Ormanda birden fazla diktatör bulunur. Her dişli hayvan kendi bölgesinin diktatörüdür. Tıpkı anarşideki gibi. Gerçek orman kanunu anarşidir.
Bütün demokrasilerde baskı guruplarının mevcudiyeti ve önemi gerçek… Fakat demokrasinin kanun hâkimiyeti bu grupları belli sınırlar içinde tutar ve gurupların gangster çeteleri haline dönüşmesini önler. Merkezî otorite, dolayısıyla kanun hâkimiyeti çökerse bütün iktidar baskı guruplarının eline geçer; grupların birbirine göre kuvveti tek kontrol ölçüsü olur ve anarşi yerleşir. Diktada işini gördürmek isteyen kuvvet piramidindeki dayısına gidiyor ve ondan “… Bir kolayını…” bulmasını istiyordu. Anarşide dayıların adedi artmıştır ama iş sahibi yine bir dayıya gider. Yine “… bir kolayını…” ister. Şimdi “…kolayını…” nın metodu biraz değişmiştir. Birincide hatır, rüşvet işi gören kuvvetlerdi. Anarşide bunların yerini yine ilke ve kanun dışı “direnmek” ve “eylem” almıştır. Birincide rüşvet ve torpil haksız kazanç sağlarken ikincide direnmenin kaba kuvveti aynı sonuçları elde edebiliyor.
Uçak modeli
Halimizi daha iyi anlatmak için memleketi bir uçağa benzetelim. Dikta, herkesin kaptan pilotun dediğini yapmasıdır. Demokrasi, kaptan pilotun uçağı yolcuların istediği yere götürmesidir. Anarşide -bugünün uçağında- ise baskı gurupları hâkim. Yolcuların içinden birkaç kabadayı dayak tehdidiyle uçağı kaçırabilir. Birisi çıkıp “uçak kullananın” der ve kuvvet yine kaptan pilota dönebilir. Veya pilotlar direnişe geçip yolcuları istekleri kabul edilmediği takdirde paraşütle atlayıp uçağı pilotsuz bırakmakla tehdit edebilirler. Hostesler direnirse mürettebat ve yolcular rahatsız olacaklarından onların arzuları da yerine getirilir. Fakat gariban yolcuların direnmesi kimseyi ilgilendirmez. Anarşik uçakta ilkeler, sorumluluklar, haklar ve nihayet kanunlar rafa kaldırılmıştır. “Yasaların üstünde doğa yasası!”, “Onları kanunlar mahkûm etse bile onlar suçsuzdur!” sloganları bu rafa kaldırılış töreninin marşlarıdır.
Demokrasilerde kanun kayıtsız şartsız hâkimdir. Kanunun istisnaları da kanunlarla belirlenir. Değişikliğin tek yolu meclislerden geçer. Bir Fransa’da, bir ABD’de, bir İngiltere’de polise silâh çekilirse polis de silâhını çeker ve adamı vurur. Kimse gık diyemez. Anarşide silâh çekenin mensup olduğu baskı gurubuna göre polisin muamelesi farklıdır. Dayılı katile silâh çeken polisin ertesi gün gazetelerde çıkan tabancalı fotoğraflarla tozu atılır. ABD’de bir zenci öğrenci okula alınmayınca hükümet üniversiteye bir tümen sevk etmişti. Anarşide ne zaman tümen sevk edileceği, ne zaman görmemezlikten gelineceği, mağdurun bağlı olduğu kuvvet piramidinin ve dayıların gücüne bağlıdır. Demokraside adam öldüren hapse girer veya asılır. Anarşide bu da katille maktulün dayılarının gücüne bağlıdır. Bir güçlü sinemacı, katil* olduktan sonra üstüne bir de kahraman olabilir. Diktatörcüklerin gazeteleri maktulün ailesini unutup zavallı katilin ailesinin çektiği çileyi anlatabilir. Hukuk Devletinde kanun bir şeyi yasak etmişse onu yapan ceza görür. Yine ABD’de, kanun, “devletin parasını herhangi bir suretle taklit eden hapsedilir” dediği için dolar şeklinde halı dokuyan bir adam mahkûm olmuş, bu saçmalık zorla düzeltilebilmişti. Anarşide kanunlar komünizm propagandasını yasaklasa da meselâ bir mahkeme “Komünist Manifesto”da komünizm propagandası yapılmadığına karar verebilir… Eğer dayılardan korkmuşsa… Ve aynı korku okullarda disiplin kurullarını, mahallede polisi, jandarmayı felçli hale getirebilir. Bu hikâyeyi şimdilik burada keselim. Ancak ilâve edelim : Anarşi istikrarlı bir rejim de değildir. Umumiyetle diktaya açılan bir tüneldir. Bir geçiş safhasıdır. Çünkü dikta piramitlerinden biri diğerlerinin hakkından gelip hukuk devleti zihniyetinin yerleşmediği cemiyette gerçek diktayı kurabilir.
*Yılmaz Güney
İskender Öksüz tarafından kaleme alınan bu yazı, Şubat 1977'de Töre Dergisi'nin 69. sayısında yayımlanmıştır.