Dil, kültür ve zaman
İskender Öksüz 01 Ocak 1970
Türkçenin zirvedeki uzmanı, Türkolog, eski Türk Dil Kurumu Başkanı ve – en önemlisi– 60 yıllık dostum Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, 18 Temmuz Pazar yazısında, dil, lehçeler ve alt lehçeleri anlatırken bir yerde “dil nedir?” diye sormuş. (https://millidusunce.com/dille-ilgili-bazi-terimler/) Cevapları arasında rahmetli Prof. Dr. Muharrem Ergin’in Türkoloji öğretiminde yaygın olarak kullanılan tarifi var:
“Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta, kendisine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimaî bir müessesedir.”
Dikkatle okuyun. Bilimkurgu gibi bir tanım. Sanki başka bir evrenden gelen bir mahlûktan bahsediliyor. Fakat doğru. Dil gerçekten eşsiz bir yetenek, bir toplum kurumu, kendi kendini yaratan, geliştiren, değiştiren, bazen de fakirleştiren bir canlı ama ne bitki ne de hayvan. Dili, belirli zamanda yaşayan bir insan veya toplum da inşa etmiyor. Dil, toplumun zaman nehrindeki akışı sırasında, nesillerden nesillere devrolundukça oluşuyor. Dil milleti, millet de dili inşa ediyor.
Orta oyununu terk edersek millî kültür çöker mi?
Buradan gençliğimizde bir türlü içinden çıkamadığımız bir meraka geçebiliriz. Kültür nedir?
Kültür, millî midir, evrensel mi? Yoksa Gökalp’ın dediği gibi evrensel olan medeniyet midir? Millî kültür nedir? Onu korumalı mıyız? Koruyacaksak bunun bileşenleri nedir ki koruyalım? Korumak mı geliştirmek mi? Geliştirmekse biz bunu nasıl başarırız? Yer sofrası, kara saban, çarık mıdır millî kültür? Yoksa Fuzûlî, Karacaoğlan, Mevlana mıdır? Orta oyununu bırakıp televizyon dizisi seyretmeye başlarsak millî kültür çöker mi?
Umarım günümüz gençleri de bu meraklara sahiptir. Kültür gibi, medeniyet gibi şeyleri düşünüp araştırıyorlardır? Yoksa şeytan taşlamaktan ibadete vakit bulamıyorlar mı? Buluyorlarsa da pek az buluyorlar herhalde. Çünkü genç veya orta, hatta ileri yaştakiler, ne zaman mikrofona, ekrana çıksa, kendi dışındakilerin ne kadar kötü ve tehlikeli olduğunu çemkiriyor. Kendisine ait bir problemi, cevabını merak ettiği bir sorusu yok.
Kültür bir ömre sığmaz
Siyasetçi dövmeyi burada bırakayım, zaten haddim değil. Soruya döneyim: Kültür nedir? Rahmetli Muharrem Ergin Hoca’nın dil tarifinin yanına, millet- milliyet sosyoloğu Ernest Gellner’in, sık tekrarladığım kültür hükmünü yerleştirirsem belki bir adım daha ilerleyebiliriz: “Dil, kültürün bir bileşeni değildir; dil kültürdür!” O halde kültürün tarifi de Muharrem Ergin Hoca’nın dil tarifine yakın olmalı. Bir deneyelim: “Kültür, toplumda anlaşmayı ve yakınlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta, kendisine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi, bilgiden örülmüş içtimaî bir müessesedir.” Hiç de fena olmadı. Ancak birkaç noktaya müdahale ettim, ses yerine bilgi koymak gibi. Başlangıcını da şöyle değiştirebiliriz: “Toplumda anlaşmayı, yakınlaşmayı, velhasıl toplumun canlılığını sağlayan…“.
Şimdi başka sorular doğuyor kafamda. Bir kültür unsurunun, kültür unsuru olabilmesi için ne kadar eski olması gerekiyor? “Temeli bilinmeyen zamanlarda” atılmışsa, bilinmeyen zamanlar hangi tarihte biter, bilinenler hangi vakitte başlar?
Ne ekonomik, ne de aletli hayvan. İnsan, kültürlü hayvan
Burada, bugünlerde aşk yaşadığım, Başarımızın Sırrı (The Secret of Our Success) kitabındaki kültür tanımlamasına göz atmak gerekecek. (Joseph Henrich’in, 2016 tarihli kitabının Türkçesi maalesef hâlâ yok.)
Henrich’e göre bir kültür ögesi:
Bir insan ömrü içinde keşfedilemez, yaratılamaz.
Bir kişi ve bir grubun keşfi değildir.
Toplumdaki iletişim-ilişki yoğunluğuyla zenginleşir.
Nesilden nesile aktarılıp birikerek, üst üste konularak, bilenip iyileştirilerek oluşur.
Toplum içindeki yoğun iletişim, kültürün yatay boyutunu anlatıyor. Nesilden nesile birikerek akması da düşey boyutunu. Şöyle yazıyor Henrich:
“İnsanın nasıl evrildiği ve diğer hayvanlardan nasıl bu kadar farklı oluğumuzu anlamanın anahtarı, türümüzün bir kültür türü olduğunu kabul etmekten geçer. Belki bir milyon yıldan daha uzun bir zaman önce, bizim evrim çizgimizin üyeleri, bir birlerinden öyle bir tarzda öğrenmeye başladılar ki, kültür bir birikim hâline (kümülatif hâle) geldi. Yani avlanma usulleri, alet yapma ustalıkları, iz sürme marifetleri ve yenebilir bitki bilgisi- başkalarından öğrenilerek- gelişme ve birikme yoluna girdi. Her nesil, geçmiş nesilden miras kalan hünerleri ve marifeti alıp bunlara ilaveler, geliştirmeler yapmaya başladı.
“Avcı-toplayıcıların gelişmiş ok ve kayıklarından modern dünyanın antibiyotiklerine, uçaklarına kadar türümüzü karakterize eden çarpıcı teknolojiler, tek tek dâhilerin icadı değildir. Bunlar, nesiller boyu bir biriyle yoğun temas içindeki insanlar arasında, fikirlerin, uygulamaların, talihli hataların ve tesadüfî derin görüşlerin bir nehir gibi akması, karışması ve yeniden birleşmesinin eseridir.”
Çok karmaşık! Anlaşılır hâle gelmesi için örnek vermek gerekir. Dil, edebiyat, sanatlar böyle değil midir? Bunları yücelten zirveler vardır ama bu mirasın tamamı bir kişinin veya bir dâhinin eseri olamaz. Bir insanın ömrü içinde inşa edilemez. Hatta bu akışa büyük katkılar yapan altın çağlar gözlemlesek de, bunların tamamı belli bir zamanda yaşamış bir toplumun eseri de değildir. Nesiller boyu insanlar arasında sürüp gelmiş ve nesilden nesile aktarılmış, her neslin şuurlu veya şuursuz ilaveleriyle, budamalarıyla bugünkü hâlini almış canlılardır.
Dilimizde ve kültürümüzde, tıpkı genlerimizdeki gibi, atalarımız yaşıyor.