Şeyh Said
Zekeriya Kurşun 01 Ocak 1970
Palu’da doğdu. Doğu Anadolu’da yaşayan aşiretlerden Zaza kökenli olup Nakşibendî tarikatının Hâlidiyye koluna mensup Palulu Şeyh Ali Sebtî’nin torunudur. Ali Sebtî’nin Hâlid el-Bağdâdî’nin yahut onun kardeşi ve halifesi Mahmud Sâhib’in halifesi olduğu, oğlu Mahmud’un da kendi halifeleri arasında yer aldığı kaydedilir (Memiş, s. 198-199). Şeyh Said’in babası uzun yıllar Hınıs’ta ikamet eden Şeyh Mahmud Fevzi, annesi Gule Hanım’dır. I. Dünya Savaşı yıllarında Piran bölgesine göç eden Şeyh Said savaştan sonra tekrar Hınıs’a yerleşti. Palu ve Hınıs’ta bazı medreseler kurdu; bu medreselerin müderrisi ve Nakşibendî tarikatının Palevî kolunun şeyhi olarak ün kazandı. Böylece hem müderrislik hem de meşâyih sınıfına mensubiyetiyle öne çıktı. Aynı zamanda çevredeki aşiretlerin de reisi, dinî ve içtimaî konularda, aşiretler arası çatışmalarda bölge halkının ilk başvurduğu kişi idi. Evlilik yoluyla Hamidiye Alayları kumandanlarından Cibranlı Hâlid ile de akrabalığı vardı. Seyyid olduğu yolundaki iddialara rağmen bunu kanıtlayacak bir delil yoktur. Nitekim ailesinde seyyid lakabı ile anılan kimse bulunmadığı gibi kendisi de bu lakabı kullanmamıştır. Bölgenin geleneksel yapısı içinde sözü geçen, fetvalarına başvurulan, tarikat geleneği içinde saygı duyulan etkin bir kişiliğe sahipti. 1925’te çıkan isyanla adını duyuran Şeyh Said’in günümüze ulaşan herhangi bir eseri yoktur.
Şeyh Said’e atfedilen ayaklanmaya yol açan sebeplerin anlaşılabilmesi için gerek bölgenin uzun zamandır yaşadığı değişim süreci, gerekse yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ndeki siyasal gelişmeleri iyi tahlil etmek gerekir. Kürtler’le Zazalar arasında yaygın olan Kādirî tarikatı yerine Osmanlı Devleti’nin merkeziyetçiliğini destekleyen Nakşibendî tarikatı II. Mahmud’dan itibaren bölgede kök saldı. Bu tarikata mensup şeyhler halkı âdeta merkezî hükümetin temsilcileri gibi, hatta daha da fazla etkilemeye başladı. Diğer taraftan sınırlı da olsa 1908’den itibaren milliyetçi eğilimler gösteren faaliyetler de mevcuttu ve her iki hareket 1920’lerde canlılığını korumaktaydı. Buna karşılık Millî Mücadele’nin ardından Ankara merkezli bir devlet olarak ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti, merkezî otoritesini sağlamayı ve geleneksel yapıdan uzaklaşan modern inkılâplar yapmayı arzu ediyordu. Nitekim Cumhuriyet’in ilânından sonraki faaliyetler merkezde ve taşrada hem taraftar hem de muhalifler oluşturdu. Bir taraftan eski imtiyazlarını kaybetme endişesi içinde olan yerel yapılar, diğer taraftan ümmeti temsil ettiği kabul edilen hilâfetin ilgası, müslüman coğrafyasının pek çoğunda olduğu gibi Doğu Anadolu’da da olumsuz yankılar uyandırdı. 13 Şubat 1925 tarihinde başlayan Şeyh Said isyanı, Türkiye’nin iç siyasî yapılanması yanında uluslararası ilişkilerine de yansıyacak sonuçlar doğurdu.
İsyanın çıkması ve gelişmesi dönemin karmaşık iç ve dış problemleriyle paralellik arzettiğinden bugüne kadar gerçek sebepleri karanlıkta kalmıştır. İsyanı dinî, siyasî, millî ve iktisadî sebeplere bağlayanlar olduğu gibi doğrudan dış unsurların ve özellikle İngilizler’in etkisiyle meydana geldiğini ileri sürenler de vardır. Hemen her kesim bu isyana ayrı anlamlar yüklemekte, bazılarınca devleti hedef alan bir ayaklanma, bazılarınca da bir kahramanlık destanı olarak nitelenmektedir. İsyanın çıkışıyla ilgili temel anlatımlar şunlardır: Bir görüşe göre, I. Dünya Savaşı’nda Musul civarında Türkler’e karşı savaşmış olan bazı Nestûrîler savaştan sonra Irak’ta kalmıştı. Bunlar 1925 yılı başlarında eski yerlerine dönmek istediklerinde Ankara hükümeti bunu kabul etmedi ve üzerlerine askerî birlik sevkedildi. Bu sırada Türk birliklerindeki bazı Kürt subaylar karşı tarafa geçti. Subaylardan biri olan Albay Hâlid Bey yakalanarak tutuklandı. Ancak bölgedeki bazı Kürt ağaları tarafından kurtarıldı ve hepsi birden Şeyh Said’e sığındı. Şeyh Said esasen hükümetin gerçekleştirdiği inkılâplara şüphe ile bakmakta ve açıkça muhalefet etmekteydi. Bu sebeple sığınmacıları kabul etmekte tereddüt göstermedi. Hükümetle Şeyh Said arasında çıkan bu gerginliğin ardından yerel askerî görevliler, 11 Şubat’ta Şeyh Said’in yanında bulunan ve suçlu oldukları düşünülen iki adamını teslim etmesini istedi. Şeyh Said bunu reddedince çıkan küçük çarpışmada bazı askerler yaralandı ve isyanın ilk kıvılcımları ortaya çıkmış oldu.
Bir başka görüş, Şeyh Said’in 1912’de Kürt uyanışını sağlamayı hedefleyen Kürt hareketinin bir kolu ile birlikte bulunduğu yönündedir. Âzâdî isimli bu hareket, zamanla önemini kaybetmekle birlikte 1923’te Erzurum’da tekrar teşkilâtlanarak Şeyh Said isyanını planladı. Nitekim kuruluş içinde yer alan isimlere bakıldığında (Cibranlı Hâlid Bey, Kör Hüseyin Paşa, Hasenanlı Hâlid Bey, Yûsuf Ziyâ Bey, Ekrem Cemil Bey, Şûrâ-yı Devlet eski reisi Seyid Abdülkadir Bey) bunların potansiyel bir güç oluşturduğu görülür. Hükümet bu organizasyonu 1924’te Irak sınırında çıkan bir isyanla ilişkilendirerek dağıtmak istedi, bazı liderleri tutuklandı, Şeyh Said de bunlar aleyhinde ifade vermeye çağrıldı. Fakat Şeyh Said buna uymak yerine, muhtemelen kendisini güvende hissetmediği için Palu’daki dedesinin kabrini ziyaret maksadıyla Hınıs’tan yola çıktı. Pek çok müridi ve bağlıları da ona eşlik etti. Eskiden ikamet ettiği Diyarbakır yakınlarındaki Piran köyüne (bugünkü Dicle ilçesi) misafir oldu ve ilk rivayette bahsedilen olaylar meydana geldi.
Birbiriyle yakın ilişkisi bulunmasına rağmen farklı yorumlanan bu olaylar, Şeyh Said’in merkezî hükümete karşı geliştirdiği muhalif fikirlerini etrafındakilerle görüştüğünü ve muhtemel bir harekât da planlamış olduğunu gösterir. Bazı kaynaklarda belirtildiğine göre bu amaçla 1925 Ocak ayı içinde çeşitli köyleri ve kasabaları dolaşarak düşüncelerini anlattı ve oğulları aracılığı ile bazı hazırlıklar yaptı. Fakat Âzâdî örgütüyle hareket ettiğine dair yeterli delil yoktur. Ayaklanmanın başlaması ise tamamen kendi kontrolü dışında ya âni gelişmelere paralel ya da kendi bilgisi dahilinde olmayan dış etkilerle meydana geldi. Nitekim birçok kaynakta olayların, Şeyh Said 13 Şubat tarihinde Piran’a geldiğinde orada bulunan jandarmaların tutukluluk kararı bulunan bazı kişileri yakalamak istediği için patlak verdiği kaydedilmektedir. Tutuklamaların en azından kendisi orada iken yapılmasını istemeyen ya da engelleyenlere de mani olamayan Şeyh Said, -daha sonra savunmasında da söylediği gibi- kendisini âdeta hadiselerin akışına terketti. Hızla gelişen olaylarda Şeyh Said’in adamları 17 Şubat’ta Genç vilâyetinin Darahini kazasını basarak Vali İsmâil Bey’le birlikte diğer mülkî yetkilileri ve jandarmaları esir aldı. Telgraf hatları tahrip edildi, hapishaneler açılarak mahkûmlar serbest bırakıldı. Şeyh Said’in İslâm adına ilk bildirisi de bundan sonra ortaya çıktı. “Emîrü’l-mücâhidîn Muhammed Saîd en-Nakşibendî” imzası ile yayımlanan bildirilerde merkezî hükümetin ve Mustafa Kemal’in uygulamalarının İslâm’a aykırı bulunduğu, hilâfetsiz Müslümanlığın olamayacağı ifade edilerek isyanının gerekçesi açıklanıyordu. Ayrıca bir kısım Zaza ve Kürt aşiret reislerine de kendisine katılmaları için mektuplar gönderdi. Ele geçirdiği yerlere mülkî idareciler ve kumandanlar tayin ederek artık kontrolü ele aldığını gösterdi. Bazı aşiretlerin desteğini alan Şeyh Said’in kuvvetleri kısa sürede bir taraftan Diyarbakır’a kadar yürürken bir grup da Varto’yu ele geçirip Muş’a hareket etti. Hükümet 21 Şubat’ta Diyarbakır, Elazığ, Genç, Siverek, Mardin, Urfa, Siirt, Bitlis, Van, Hakkâri bölgeleriyle Erzurum’un bir kısmında sıkıyönetim ilân etti.
Bölgedeki ordu birlikleri başarılı olamayınca Diyarbakır’a geri çekildi. Bir gün sonra 24 Şubat’ta Elazığ da isyancıların eline geçti. Durumu aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisi Umumi Heyeti’ne anlatan Başbakan Ali Fethi Bey (Okyar) meseleyi “dinî kisveli bir isyan” şeklinde nitelemekle birlikte yerel bir hareket olarak da gördüğünü, idarî önlemler ve bölgesel bazı tedbirlerle çözüleceği kanaatini dile getirdi. İçişleri bakanı olan Recep Peker ise aksini düşündüğünden kabinede ihtilâf baş gösterdi. Böylece gerek kendisine muhalif olanlar, gerekse bu isyanı Türkiye’de inkılâplara karşı bir tavır olarak algılayan bazı siyasetçiler, baskı yaparak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 25 Şubat tarihli oturumunda meclisin daha önce çıkardığı Hıyânet-i Vataniyye Kanunu’nun 1. maddesine “dinî istismarı engelleme”yi hedefleyen bazı ilâveler yaptılar. İsyanın genişlemeye devam etmesi ve başbakanın sert tedbirler almaması Ankara’da ciddi bir endişe yarattı ve tartışmalar cumhurbaşkanına bildirildi. 2 Mart 1925’te toplanan kabinede yapılan uzun bir müzakerenin ardından Başbakan Ali Fethi Bey istifasını cumhurbaşkanına sundu; Mustafa Kemal 3 Mart’ta İsmet Paşa’yı yeni hükümeti kurmakla görevlendirdi. Ertesi gün hükümeti kuran İsmet Paşa’nın, bu isyan karşısında devlet otoritesinin teyidi için sert tedbirler alacağını ve Şark İstiklâl mahkemelerini kuracağını ifade eden programı kabul edildi ve büyük çoğunlukla güvenoyu aldı. Ayrıca ek tedbir olarak muhtemel muhalefet hareketlerini engellemek amacıyla 1929 yılına kadar yürürlükte kalacak olan Takrîr-i Sükûn Kanunu teklif edildi ve 22 ret oyuna karşılık 122 oyla kabul edildi. Öte yandan Şeyh Said isyanı devam ediyordu ve hedefte Diyarbakır vardı. İsyancılar 7 ve 8 Mart’ta üç koldan Diyarbakır’a saldırdılar, bu saldırılar bizzat Şeyh Said tarafından yönetildi. Ancak saldırı başarılı olmadı ve isyan gerilemeye başladı. Zira Şeyh Said aşiretlerden beklediği desteği alamadığı gibi kendi kuvvetlerine de hâkim olamıyordu. Düzensiz biçimde hareket eden ve imkân bulduğunda yağmaya da yönelen isyancılar neticede başarı kazanamadı. Hükümet yaptığı hava harekâtı yanında bölgeye hızlı bir şekilde askerî kuvvet sevketti. Mart ayı sonunda ve nisanın ilk haftalarında ordu birliklerinin gerçekleştirdiği harekâtla isyancıların büyük bölümü Çapakçur bölgesinde yenilgiye uğratıldı. Şeyh Said geri çekildiyse de 15 Nisan’da Muş ile Varto arasındaki Çarınçur köyünde yakalandı. Şeyh Said ve arkadaşları 26 Mayıs’ta Şark İstiklâl mahkemeleri tarafından Diyarbakır’da yargılanmaya başlandı. Şeyh Said ifadesinde, isyanın önce tasarlanmış bir hareket olmadığını, kendiliğinden geliştiğini, amacının Diyarbakır’a kadar gidip orada ulemâ ile birlikte şer‘î kanunların uygulanmasının gerekliliğini Ankara’ya bildirmek olduğunu söyledi. 28 Haziran’da mahkeme kendisiyle birlikte kırk altı kişinin idamına karar verdi ve karar ertesi gün hemen infaz edildi.
Şeyh Said’in, Şer‘iyye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılmasıyla bölgedeki medrese ve tekkelerin geleceği, Nakşî-Hâlidîler’in etkinliği ve imtiyazlarının azalacağı, destek veren aşiretlerin geçmişteki kısmî özerkliklerinin sarsılacağı gibi endişelerle isyan etmiş olacağı düşünülebilir. Ancak Şeyh Abdülkadir gibi bazı Kürt liderleriyle ilişkisine rağmen isyanda doğrudan Kürtler’e dayalı müstakil bir devlet kurma veya otonomi elde etme amacının güdüldüğünü söylemek için yeterli delil bulunmamaktadır. Fakat zaman içinde bu fikirlerin yeşermesine de katkı sağladığı kabul edilmelidir.
Şeyh Said isyanı iç politikada sertlik yanlısı olanların işine yaramıştır. Özellikle bir üyelerinin Şeyh Said isyanı ile ilişkisi, ayrıca siyasî programlarında yer alan dinî düşünce ve inançlara saygılı oldukları ifadesi dikkate alınarak yeni filizlenmekte olan çok partili hayatın öncüsü Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasına ve Urfa şubesinin sorumlusu emekli yarbay Fethi Bey’in beş yıl hapsine sebep olmuştur. Ayrıca Takrîr-i Sükûn Kanunu’na dayanarak pek çok gazeteci ve muhalif tutuklanmıştır. Görev süresi 1927 yılına kadar devam eden Şark İstiklâl mahkemeleri pek çok idam ve mahkûmiyet kararı vermiş, böylece tek parti iktidarının muhalefetsiz olarak uzun yıllar sürmesinin önü açılmıştır. Dış politika yönünden ise normalleşme seyri gösteren Türkiye-İngiltere ilişkileri zedelenmiştir. Her ne kadar 1926 yılında Türkiye, İngiltere ve Irak’la bir dostluk antlaşması imzalamışsa da antlaşma maddelerinin çoğunun sınır meselesi ve Kürtler’le ilgili olması soruna iki tarafın da yaklaşımını göstermesi bakımından manidardır. Şeyh Said isyanının Musul meselesi yüzünden İngilizler tarafından tertip edilerek desteklendiği iddiaları için yeterli delil yoksa da isyan sonrası ortaya çıkan neticelerin bu amaca hizmet ettiği âşikârdır.