Yüreğim sızladı
Ercan Çalışkan 01 Ocak 1970
Bayramdan birkaç gün öncesi…
Gözüm yollarda kalmıştı. Bayram tatili için kızım, damadım ve can sularımdan birincisi gelecekti. Bana zaman geçmiyor gibi gelse de geldiler ve torunum arabadan “Dede! Dedeeee!” diye bağırarak indi. Sarıldı, sarıldı, sarıldı. Dünyalar benim olmuştu sanki.
Akşamında can sularımdan ikincisi telefonumun ekranından bağırıyordu “Dede! Dedeee!” diye… Mutluluğum katmerlenmişti tabii.
Bayramın ilk günü birisi sarılarak, diğeri ekrandan öptü yanağımı. Bir ara “Keşke ikisi de…” düşüncesi geçti aklımdan. Böyle de güzeldi. Hem öyle güzeldi ki…
Sayılı günler nasıl da çabuk geçiyor! Bir varmış, bir yokmuş oldular. Artık kim bilir daha ne kadar ekranlarda gidereceğiz hasretimizi.
Anılar
Gözlerim ufka takılıp kaldı. Annemi, babamı hatırladım. Son kitabım “BU DEFA FARKLI”daki “ENKİNİ EBÊ GE!”(1) hikâyesindeki şu satırlar gözümün önüne geldi:
“Otuz otuz beş santim yüksekliğinde bir duvarla çevrilmişti aile kabristanları. Bayram arifelerinde geçmişlerini ziyarete geldiklerinde bu duvara otururlardı. Gurbetten gelenler, çoğunlukla ilk kez burada karşılaşırdı akrabalarıyla. Aile kabristanı demek biraz abartıydı sanki. Sadece beş mezar vardı servilerle çevrelenmiş, kenarında sevimli bir çeşmesi olan, onlara özel bu küçük kabristanda. Dedesi, dedesinin annesi, anneannesi yan yana yatıyordu. Onların önünde amcası ve babaannesinin mezarları vardı. Dedesi babasını hiç tanımamış, mezarının yeri bile belli değilmiş. Onun için burada yoktu. …”
Bizim mezarlıktı orada anlattığım. Geri dönülmez yere gittiklerinden beri onları ancak orada ziyaret edebiliyordum. Gittiğimde selam veriyor, hallerini hatırlarını soruyor, dua ediyordum.
Hikâyenin son satırlarında kahramanımın ağzından “Yaa babaannem, bu anıyı da ilk günkü kadar canlı yaşadım anlatırken…” diye yazmıştım. Mezar ziyaretlerim tam da yazdığım gibi oluyor. Orada kendime soruyorum her defasında. “Varken kıymetlerini bilip gereğini yaptım mı?” diye.
İçim rahat “Evet!” diyebiliyorum. Onlar varken onlarsız bayram geçirdiğimi hatırlamıyorum.
Yürek sızısı
Derken…
Daldığım düşten uyandım.
Bir başka gerçeğin sarmalı beni içine çekiverdi.
Yine bayramla ilgili ama bu defa içimi acıtan….
Yıllardan beri her bayramın ilk saatlerinde arayan, taaa 12 Eylül öncesinden gelen anılarla ilmek ilmek örülmüş dostluğumuzun vefasını sembolleştiren bazı kardeşlerimin aramak bir yana mesaj bile çekmediğini hatırladım.
Yüreğim sızladı.
“Böyle mi olmalıydı?” dedim kendi kendime. Yıllar önce bir grup yazışmasında “Hiçbir siyasi liderin söyledikleri, istedikleri için bir tek arkadaşımı kırmam. Hiçbiri benim arkadaşlarımdan, kardeşlerimden kıymetli değildir.” diye yazmıştım.
Düşündüm de o gün söylediklerimi alkışlayan, bazı ortamlarda dile getiren kardeşlerimden bile arayıp sormayan var artık.
Önce bir tespitte bulunacağım, sonra da herkesin kendisine sormasını istediğim bir sorum olacak.
Önce tespitim: “Beni şu ana kadar çevremde bulunmuş, iletişimde bulunduğum hiçbir arkadaşım vatan haini değildir, bu vatanın, bu milletin aleyhine olduğunu düşündükleri hiçbir etkinlik ve organizasyonun içinde olmazlar.”
Şimdi de sorum: “Şimdiye kadar kendi çevrenizde yer alan, pek çok şeyi paylaştığınız arkadaşlarınızın herhangi biri için “hain” sıfatını uygun görüyor musunuz?”
Emin olun hepsi de “bu vatan ve millet için en iyisi olarak gördükleri düşünceleri” dile getiriyor.
Ben böyle düşünüyorum.
Beni aramayanlar, hatta bana “size müstemleke kafası iyice nüfuz etmiş” diyenler dahil, hepsi için…
*Bu defa farklı, Post yayınları