« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

16 Tem

2023

İsmail Hakkı Bursevi

1653 - 20.07.1725 01 Ocak 1970

1063 Zilkadesinde (Ekim 1653) bugün Bulgaristan sınırları içinde bulunan Aydos’ta doğdu. Uzun süre Bursa’da yaşadığı için Bursevî, bir süre Üsküdar’da ikamet ettiğinden Üsküdârî, Celvetiyye tarikatına mensup olduğu için Celvetî nisbelerini kullanmış, özellikle Bursevî nisbesiyle meşhur olmuştur. Tamâmü’l-feyż ve Silsilenâme-i Celvetî başta olmak üzere bazı eserlerinde hayatı hakkında bilgi veren İsmâil Hakkı’ya dair çalışmalar esas itibariyle bu bilgilere dayanır. Ancak oldukça hareketli bir hayat geçirdiğinden bu çalışmalarda yer yer eksiklik ve yanlışlıklara rastlanmaktadır. İstanbul’un Aksaray semtinde doğup büyüyen babası Mustafa Efendi, İsmâil Hakkı’nın doğumundan bir yıl evvel evi yanınca Aydos’a gidip yerleşmişti. Daha önce İstanbul’da tasavvufî çevrelerle irtibatı olduğu anlaşılan Mustafa Efendi, Aydos’ta da bu ilgisini sürdürerek Zâkirzâde Abdullah Efendi’nin halifesi sıfatıyla o sıralarda Aydos’ta irşad faaliyetinde bulunan Celvetî şeyhi Atpazarî Osman Fazlı ile yakınlık kurmuştu. Yedi yaşında annesini kaybeden İsmâil Hakkı’ya büyükannesi bakmaya başladı. Osman Fazlı Efendi’nin halifesi Ahmed Efendi’den Arapça dersleri alan İsmâil Hakkı, Osman Fazlı’nın Aydos’a uğrayan Edirne halifesi Seyyid Abdülbâki Efendi ile birlikte Edirne’ye gitti (1074/1664). Burada din ilimlerini öğrenirken bir yandan da hüsn-i hatla meşgul oldu. Osman Fazlı’nın bir halifesinden fıkıh ve kelâmla ilgili kitaplar okudu. Tahsilini tamamlayınca Abdülbâki Efendi onu İstanbul’da bulunan Osman Fazlı’nın yanına gönderdi. İsmâil Hakkı 1083 Rebîülevvelinde (Temmuz 1672) bu şeyhe intisap etti. Kendisinden kelâm ve ferâiz ilimlerini, el-Muṭavvel hâşiyesini hazırladığı sırada el-Muṭavvel’i, fıkıh usulüne dair Tenḳīḥu’l-uṣûl adlı eseri okudu. Mehmed Efendi’den tecvid ve diğer bazı hocalardan Farsça dersleri aldı. Meşhur şairlerin Farsça divanlarını ve ayrıca bazı eserleri inceledi (Tamâmü’l-feyz-II, s. 80-81). Hâfız Osman’dan hüsn-i hat meşketti. Üç yıl sonra şeyhinin izniyle Zeyrek Camii’nde halvete giren İsmâil Hakkı doksan gün süren halvetten çıkınca dervişlere hizmetle görevlendirildi. Bir süre sonra şeyhi ona kendi yerine vaaz etmesini söyledi, 1086’da da (1675) halife tayin ederek Üsküp’e gönderdi.
Beraberindeki üç dervişle birlikte Üsküp’e giden İsmâil Hakkı (Rebîülâhir 1086 / Temmuz 1675) muhtelif camilerde vaaz etmeye, isteyenlere zâhirî ilimlere dair dersler vermeye başladı. Harap bir tekke onarılarak kendisine tahsis edildi. Bir süre burada kaldıktan sonra yeni bir zâviyede irşad faaliyetlerini sürdürdü. 1087’de (1676) Şeyh Mustafa Uşşâkī’nin kızı ile evlendi. İsmâil Hakkı vaazlarında, dine aykırı davranışlarını gördüğü Üsküp müftüsünü ve şehrin bazı ileri gelenlerini eleştirmeye devam edince muhalifleri tarafından mahkemeye verildi. İsmâil Hakkı ve davacıları İstanbul’a giderek Şeyhülislâm Çatalcalı Ali Efendi, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve Rumeli kazaskeri Beyâzîzâde Ahmed Efendi ile görüştüler. Aralarını bulması için görevlendirilen Osman Fazlı Efendi tarafları barıştırdı. Altı yıl süren bu çekişme ortadan kalkar gibi olduysa da muhalifleri İsmâil Hakkı’yı Üsküp’ten sürdürmek için tekrar faaliyete başlayınca Osman Fazlı ona Köprülü’ye gitmesini tavsiye etti. Köprülü’de on dört ay kalan İsmâil Hakkı, Ustrumca halkının Osman Fazlı’dan kendisini kasabalarına göndermesini istemeleri üzerine oraya gitti (1093/1682).
İsmâil Hakkı 1096’da (1685), IV. Mehmed’e nasihatte bulunmak üzere Edirne’de bulunan Osman Fazlı tarafından Edirne’ye çağrıldı. Şeyhinin evinde üç aya yakın bir süre misafir kaldı ve onun gözetiminde Fuṣûṣü’l-ḥikem’i okuma imkânı buldu. Osman Fazlı, Bursa halifesi Sun‘ullah Efendi’nin vefat etmesi üzerine İsmâil Hakkı’yı Bursa’ya halife olarak tayin etti (Cemâziyelâhir 1096 / Mayıs 1685). Şeyhinin tavsiyesine uyarak Ulucami’de ve diğer bazı camilerde vaaz vermeye 1096 Şâbanından (Temmuz 1685) itibaren vaazlarında Kur’ân-ı Kerîm’i Fâtiha’dan başlayarak tefsir etmeye, vaazda söylediklerine tasavvufî yorumlar ekleyip şiirler zikrederek ve Arapça olarak yazıya geçirmeye başladı. Bu şekilde meydana getirdiği Rûḥu’l-beyân adlı tefsirini Cemâziyelevvel 1117’de (Eylül 1705) tamamladı. Bu arada başka eserler de kaleme aldı. Bursa’da ikametinin ilk zamanlarında kendini riyâzete verdiğinden oturacak ev ve geçimini temin hususunda sıkıntılar çekti. Bursa’ya halife tayin edildikten bir buçuk yıl sonra İstanbul’a şeyhini ziyarete gitti. Ardından dört defa daha aynı amaçla İstanbul’a giden İsmâil Hakkı şeyhini son olarak sürgünde olduğu Kıbrıs’ta ziyaret etti (1102/1690-91). Şeyhi bu ziyaret sırasında yerine onu tayin etti.
1107-1108 (1695-1696) yıllarında İsmâil Hakkı, askerin moral gücünü arttırmak için II. Mustafa’nın daveti üzerine katıldığı I ve II. Avusturya seferlerinde yaralanarak Bursa’ya döndü. 1111’de (1700) hacca gitti, yedi ay kadar Mekke ve Medine’de kaldı. Hac dönüşünde Medine ile Tebük arasındaki Ulâ yakınlarında eşkıyanın baskınına uğradı, canını zor kurtardı. Esrârü’l-hac adlı eseri bu sırada kayboldu. Muharrem 1122’de (Mart 1710) ikinci defa hac niyetiyle yola çıktı. Bir ay kadar İstanbul’da kaldıktan sonra deniz yoluyla İskenderiye’ye, oradan da Kahire’ye ulaştı. Kahire’de Şeyhûniyye Medresesi bitişiğindeki Kādirî Dergâhı’na yerleşti. İki aydan fazla kaldığı Mısır’da ulemâ, tasavvuf erbabı ve halkla irtibat kurdu; aralarında Ezher müderrislerinin bulunduğu bazı kişilere icâzetnâme verdi. Hac dönüşü İstanbul’da iki buçuk ay kalıp Bursa’ya gitti. Cemâziyelâhir 1126’da (Haziran 1714) Tekirdağ’a geçerek irşad faaliyetini burada sürdürdü. Âişe Hanım ve muhtemelen şeyhinin kızı Hanîfe Hanım’la burada evlendi. 1129’da (1717) tekrar Bursa’ya döndü. Aynı yıl Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye duyduğu sevgi sebebiyle Şam’a gitti. Şam’da on kadar eser kaleme alan İsmâil Hakkı, Tuhfe-i Recebiyye adlı eserini Şam Valisi Receb Paşa’ya takdim etti. Bu sırada Şam’da bulunan Abdülganî en-Nablusî ile, sigara içmenin câiz olup olmadığına dair tartışmalar yüzünden aralarının açık olduğu anlaşılmaktadır.
Şâban 1132’de (Haziran 1720) Şam dönüşü Üsküdar’a yerleşen İsmâil Hakkı’ya Damad İbrâhim Paşa bir ev hediye etti ve çeşitli ihsanlarda bulundu. Ancak İstanbul’da devlet ricâli üzerinde şeyhi ve Aziz Mahmud Hüdâyî kadar etkili olamadı. Kendisi bunu daha ziyade zamanındaki ricâlin kabiliyet noksanlığına bağlar. Üsküdar Ahmediye Camii’nde cuma vâizi olarak görev yaparken hakkında vaazlarında vahdet-i vücûd meselesinden bahsettiği, İslâm akîdesine aykırı sözler sarfettiği iddiasıyla takibat açıldı. Pek çok kişinin şahitliğiyle suçlamanın asılsız olduğu anlaşıldı. Bu olayın ardından 1135’te (1723) İstanbul’dan ayrılıp Bursa’ya döndü. Kendi imkânlarıyla bir cami inşa ettirdi. Son yıllarını da irşad faaliyeti ve eser telifiyle geçiren İsmâil Hakkı 9 Zilkade 1137’de (20 Temmuz 1725) vefat etti. Kabri Tuzpazarı’nda yaptırdığı caminin kıble tarafındadır. Ölümünden üç yıl evvel yazdığı Kitâbü Nakdi’l-hâl adlı eserinde yer alan (vr. 236a) bir manzumesinin son beytindeki, “Hakkıyâ envâr-ı Hak’la pür oldu merkadi” mısraında vefatını önceden haber verdiği kabul edilir.
Şeyhi Osman Fazlı’nın yanı sıra başta Muhyiddin İbnü’l-Arabî olmak üzere Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddin Konevî, Üftâde ve Aziz Mahmud Hüdâyî’nin İsmâil Hakkı’nın üzerinde büyük tesirleri olduğu görülmektedir. Vahdetî Osman Efendi, oğlu Mehmed Bahâeddin, Zâtî Süleyman Efendi, Hikmetî Mehmed Efendi, Derûnîzâde Mehmed Hulûsî Efendi ve Şeyh Yahyâ Efendi yetiştirdiği halifeler arasında zikredilebilir.
Vahdet-i vücûd anlayışına sıkı sıkıya bağlı olan İsmâil Hakkı, hakîkat-i Muhammediyye’nin zuhurunu ayın bir aylık hareketine benzeterek anlatır. Ona göre hakîkat-i Muhammediyye mutlak nübüvvet ve velâyeti içerir. Her nebî ve velînin nübüvvet ve velâyetten belli bir payı vardır. İlâhî bir nur olan nübüvvetin Hz. Âdem’de hilâl kadar olan zuhuru Hz. İbrâhim’de ayın on dördü gibidir. Hz. Muhammed’de bu zuhur kemale ererek ayın on beşinci gecesindeki dolunayın zuhuru gibi olmuş ve bu hakikat en kâmil anlamıyla tecelli etmiştir. Zira Hz. Peygamber insanları Hakk’ın zât, sıfat ve ef‘âline davet etmiş, davet onunla zâhirde ve bâtında tamamlanmış, kendisinden sonra başka bir peygambere ihtiyaç kalmamıştır. Bu sebeple o hatmü’l-enbiyâdır. Hz. Muhammed’den sonra bu zuhur yavaş yavaş azalmaya, dolunaydan hilâle doğru gitmeye başlamıştır. Ancak ondan sonra peygamber gelmeyeceğinden nübüvvet nuru onun şeriatının aynasında parlamaya devam edecektir. Velâyet mertebesi nübüvvetin özü gibidir ve nübüvvetten öncedir. Velâyet derecelerinin sonu nübüvvet makamlarının başıdır. Nübüvvet velâyete dayanır; her nebî velîdir, ancak her velî nebî değildir. Velâyetin peygamberlerde zuhuru asalet yoluyla, onların ümmetlerinden olan velîlerde ise tebaiyyet ve veraset yoluyladır. Bu ümmette velâyete vâris olmak bakımından velâyetin ilk zuhûru Hz. Ali’de hilâl, İbnü’l-Arabî’de dolunay gibidir. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî hatmü’l-evliyâdır. Ondan sonra velâyet nuru kıyamete kadar kutubların ve onlara tâbi olanların kalplerindedir. İsmâil Hakkı’ya göre zuhur bakımından “hatm” olması İbnü’l-Arabî’nin Hz. Ali’den veya Hz. Ali’nin diğer sahâbîlerden üstün olduğu anlamına gelmez. Mârifetullahtan, zâhirî ve bâtınî ilimlerden ibaret gördüğü ilmî kerametleri kevnî kerametlerden üstün tutan İsmâil Hakkı’ya göre mârifetullah keşif ve kerametten üstündür. Bir velîden hârikulâde bir şey sâdır olsun veya olmasın mârifetullah şeref olarak ona yeter. Çünkü keramet velâyet için şart değildir.
İsmâil Hakkı sekr yerine sahvı, şathiyyât yerine temkini ve bulunulan mertebeye uygun davranmayı benimsemiş, “ene’l-hak” diyen Hallâc-ı Mansûr’u, “sırr”ı fâş ettiğine inandığı Niyâzî-i Mısrî’yi, Şeyh Bedreddin’i, birtakım Mevlevî, Kalenderî, Bektaşîler’i ve eksik taraflarını gördüğü diğer kişi ve zümreleri tenkit etmekten geri durmamıştır. Tasavvuf ehlinin ve özellikle vahdet-i vücûdun aleyhinde söz söyleyen ulemâyı da tarikat adına şeriatta ihmal ve gevşeklik gösterenleri de şiddetle eleştirmiştir. Ona göre Hz. Peygamber’in nübüvvet ve velâyet nuru olmak üzere iki nuru vardır. Nübüvvet nuru şeriat nuru, velâyet nuru ise hakikat nurudur. Resûl-i Ekrem kıyamete kadar biri zâhir, diğeri bâtınla alâkalı bu iki nurla aramızdadır. Bu iki nura tâbi olmayan ve onlarla hidayet bulmaya çalışmayan kimse Peygamber’e uymayı terketmiştir.
İsmâil Hakkı Bursevî, Mevlevîliğin Şems kolu ve Bayramî Melâmîleri dışında bütün tasavvufî çevrelerde geniş kabul görmüş, birçok eseri basılmış ve yaygın biçimde okunmuştur. Ancak Mevlevîler’in Şems kolu ve Bayramî Melâmîleri, Silsilenâme-i Celvetî adlı eserinde Hz. Peygamber’in anne ve babasının kâfir olduğuna dair rivayete yer vermesi, amcası Ebû Tâlib’in küfür üzere öldüğünü söylemesi yüzünden onu şiddetle eleştirmiş, mezarını ziyaret etmeyi dahi uygun görmemiştir. İsmâil Hakkı’nın Celvetiyye’nin Hakkıyye şubesinin kurucusu olduğu kaydedilmişse de (Bandırmalızâde, s. 38) böyle bir tarikat fiilen teşekkül etmemiştir.

Halim Kaya

16 Ara 2024

Mustafa Çolak’ı birkaç yıl önce Samsun Türk Ocağı’nda dinlemiştim. O zaman Enver Paşa ile İttihat ve Terakki hakkında benim tarafımdan dikkat çeken bilgiler vermiş, dolayısıyla dikkatimi çekmişti.

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

16 Ara 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

28 Eki 2024

M. Metin KAPLAN

12 Eyl 2024

Nurullah KAPLAN

12 Eyl 2024

Hüdai KUŞ

22 Tem 2024

Orkun Özeller

03 Haz 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Ziyaret -> Toplam : 130,46 M - Bugn : 11176

ulkucudunya@ulkucudunya.com