Süleyman Sırrı Özdolap’ın Hikâyesi
Mümtaz'er Türköne 01 Ocak 1970
Zamanının en ileri teknolojisine sahip şehirlerarası otobüsü Mercedes 302’leri benim neslimden olanlar hatırlar. Bir bayram öncesi yoğunluğunda, iki gün önce tanıştığım arkadaşımla koltukların arasında iki peynir tenekesine oturarak Ankara’dan İstanbul’a seyahat etmiştik. Muhabbet çok iyiydi, uykumuz gelince sırt sırta verip başlarımızı karşılıklı omuzlarımıza yerleştirip deliksiz bir uyku çekmiştik. Bütün hayatımın en keyifli yolculuğuydu. Sene 1977’nin sonları, sırtımı dayadığım arkadaşım Süleyman Sırrı’ydı.
Arkadaşlığımız, daha ilerisi dostluğumuz fasılasız devam etti. Tanıştıktan iki yıl sonra, Boğaziçi’nde doktora yapmak için İstanbul’a geldiğimde, yersiz yurtsuz bana evinin kapısını açtı. Talebelik bizim zamanımızda fazlasıyla sefaletten ibaretti. Beşiktaş’ta Eğri Çınar Sokağındaki mütevazi talebe evi, Sırrı’nın ev sahipliğinde bana saray gibi gelmişti.
Sırrı Dayı’yı tanıma ayrıcalığına sahip olanlar, onun ismi geçtiğinde yüreklerine kan yerine sımsıcak bir havanın dolduğunu mutlaka hissetmişlerdir. Dostlarını ışıl ışıl gözleriyle severdi. Söze, kelimeye dökmeden dostluğunu bir kilim gibi ayaklarınızın altına sererdi. Bana üç şeyi öğretti. Matematiğin sevilebileceğini, satrancı ve bir ömür boyu sürecek dostluğu.
İlk tanışmamızın iki gün sonraya tesadüf eden vedasında bana Tarık Buğra’nın “Dördüncü” başlıklı hikâyesini okuyup okumadığımı sormuştu. Merak ettim ve hemen bulup okudum. Süleyman Sırrı Özdolap’ın dünyasını ve dostluğa ne anlamlar yüklediğini merak edenler benim yaptığım gibi o hikâyeyi bulup okumalı.
40 dereceyi aşacak!
40 dereceyi aşacak!
İlham Gencer’in vefatına, Sırrı’nın anlattığı anekdotları hatırlayarak üzülmüştüm. Talebelik yıllarımız zorluydu, ama içinde o kadar sıradışı olay vardı ki. 70’lerde Beyoğlu’ndaki gece kulüplerinden birinden Ülkü Ocakları’na bağış (!) toplarken karşılaşmışlar. Rahmetli Gencer, belli ki piyanonun başında rızkının peşinde. İyi tanıdığı Sırrı’yı görünce birden çaldığı tangoyu kesip Çırpınırdı Karedeniz’i çalmaya başlamış. Sırrı’nın tatlı tatlı anlattığı bu hikâyesine ne çok gülmüştük.
Yazdıktan sonra unuttuğum Sigara üzerine şiiri, Sırrı’dan yıllar sonra dinleyince, sadece dostluğun geçmişte kalan tadı gelmişti kulağıma.
Sırrı’nın kalan ikinci akciğer lobunun iflasıyla doktorların hayatından umudu kestiğini biliyordum. Birlikte yaşadıklarımızı kendi kendime yad ederek gelecek habere hazırlandım. Yine de çok ağır geldi ölüm haberi. Benim bildiğim, tanıdığım iki kişi vardı. Erol Dok’un tek başına temsil ettiği tarih kesitinin geride kalan son örneğiydi Sırrı. Çok ezildik, çok zulüm gördük, çok çile çektik. Erol da Sırrı da gençliklerini cezaevlerinde tükettikten sonra zekâları ve cesaretleriyle yeni bir başlangıç yapmayı başardılar. Yuva kurdular, evlat yetiştirdiler, iş yaptılar. Hiç değişmediler, 70’li yıllarda rayına yerleştirdikleri dostluklarından ve dostlarından geri adım atmadılar. Ülkücü geçmişimiz bizim için Erol gibi Süleyman Sırrı gibi arkadaşlarla, dostlarla karşılaşmamızın, sonra sıkı dostluklar kurmamızın hatırası olarak kaldı geride. Devlet içindeki iktidar oyunu bizim gençlik heyecanlarımızı tüketirken bizler dostluklarımızı devam ettirdik.
Adana’nın bu yiğit ve zeki evladı, yetenekleriyle ve emeğiyle bambaşka bir hayat yaşayabilirdi.
Onun yerine sıkıntıyla, zorlukla dolu bir hayat yaşadı Sırrı ama etrafı her zaman değer verdiği dostlarıyla çevriliydi. Çok güzel dostlar bıraktı geride, peşinden yas tutan.
Mekânı cennet olsun.