Saldırgan Küreselleşme Çağı ve 'Yeni Milliyetçilik'
Durmuş Hocaoğlu 01 Ocak 1970
Milliyetçilik, birçoklarına göre[1] - en azından bir ideoloji olarak - modern çağların, hattâ sâdece son iki yüzyılın, yâni sanâyi devriminin bir ürünüdür; çok yenidir, bir inşâdır, gelip-geçicidir. Burada zihinleri bulandıran "ideoloji" kavramı, bütün muğlaklığına rağmen, şâyet “siyâsî proje” anlamında algılanıyorsa hiç de öyle olmasa gerek; adı konmamış bir ideoloji olarak da eskidir, hem de çok eski. Fakat Milliyetçilik, öncelikle "bir hissediş, bir algılayış, bir vazıyet alış"tır ki bu nokta-i nazardan tarih kadar eskidir; hattâ birçok bakımlardan Tarih'i yapanın O olduğunu dahi söyleyebiliriz.
Milliyetçilik, bu şekliyle - ki asıl şekli budur - adı geç konmuş olan çok eski, çok köklü, çok kıdemli bir içtimâî gerçeklik, bir olgudur. Benedict Anderson'un da belirtmiş olduğu üzere, milliyetçiliğin en eski ve en yeni şekilleri ile Doğu ve Batı formları arasında da temelde radikal bir farklılık yoktur[2].
Fransız tarihçi Guillaume de Bertier de Sauvigny'ye göre, teknik bir terim olarak "Milliyetçilik" Batı literatüründe ilk defa 1798'da görülmüş, fakat 1830'a kadar bir daha göze çarpmamıştır. Daha sonraki dönemlerde kelimenin kullanılışı geç ondokuzuncu asırdan erken yirminci asra kadar yoğun olmamıştır. Bu dönemde Millet kelimesi de ilintili bir terim olarak değil, daha ziyâde "halk" mânâsında kullanılmıştır[3]. Milliyetçilik'in bir terim olarak ortaya çıkması ve gelişmesi, Giuseppe Mazzini ile birlikte vuku' bulmuştur; fakat "O", aslî mâhiyeti bakımından hep ne ise o kalmıştır
Bu sebeple, Milliyetçilik'in, ancak "milliyetçilik" teriminin ortaya çıkışı ile eş-zamanlı olarak vücut bulmuş olduğunun, dolayısıyla da, bu terimden önceki dönemlerde mevcut olmadığının iddia edilmesi tutarsız bir hüküm olmaktadır. Meselâ, böyle bir terim kullanmamakla berâber, "Tarih'in Sonu"nu Prusya Devleti'nde nihâyete erdiren G. W. F. Hegel'in (1770-1831) radikal bir Alman milliyetçisi ve siyâset felsefesinin de bir milliyetçilik felsefesi olduğu nasıl inkâr edilebilir?
Bu noktada, Milliyetçilik'in primordiyal (ilksel) şekilleri ile modern şekilleri arasında, öz îtibâriyle, hemen-hemen hiçbir fark ciddî fark bulunmadığını söyleyebiliriz. Milliyetçilik'in bu kıdeminin, yaygınlığının ve gücünün sebebini, başka hiçbir yerde değil, doğrudan-doğruya insan fıtratında, insan rûhunun derinliklerinde aramak îcap eder. Gellner'in Milliyetçilik'i "yerçekimi gibi önemli ve kapsayıcı bir güç" [4] olarak târif etmesi, sözünü ettiğimiz "fıtrat"ın tam bir tasdîkinden başka birşey değildir. Nasıl ki, Yerçekimi (Gravitasyon), maddî nesnelere dışarıdan verilen bir şey, bir tür eklenti olmayıp, nesnelerin onsuz-olmaz (lâzım-ı gayri müfârik) bir var-oluş şartı, tabiî var-oluşlarının kopmaz bir niteliği ise, Milliyetçilik de, insan topluluklarına verilen bir şey, sun'î bir eklenti olmayıp, onların onsuz-olmaz bir var-oluş şartı, tabiî var-oluşlarının kopmaz bir niteliğidir.
Bunun içindir ki; Milliyetçilik, tıpkı mutluluk¸ sevgi, bağlılık v.b. gibi tabiî ve fıtrî bir vâkıa olup, ilksel (primordiyal) şekli ile, öğrenilmeye ihtiyaç duyulmayan bir kavram olduğu gibi, ayrıca, yoktan öğretilemeyen, ancak, var-olan bir şeyin üzerine bir tekâmülün söz konusu olabileceği bir kavram olarak da karşımıza çıkmaktadır. O, milletlerin kollektif bilinçlerinde, fıtratan vardır. Bu noktada, aşağıda da tekrar ele alacağımız gibi, Milliyetçilik kavramını, kabaca, birisi Modernite-Öncesi Dönem ve diğeri de Modernite Dönemi olmak üzere iki dönem altında inceleyebiliriz. Modern Milliyetçilik'in ayırıcı özelliği, bu primordiyal milliyetçilik çekirdeği üzerine oturtulmuş olan modern bir inşâ oluşudur.
***
Tabiî ve fıtrî bir olgu olan Milliyetçilik'in en belli başlı beslenme kaynaklarını, birisi "müsbet, tabiî ve câzibeli" ve diğeri de "menfî, tahrik edici ve defialı (itici)" olmak üzere iki ana başlığa taksîm edebiliriz.
Birinci gruptakiler, Milliyetçilik olgusunun belli başlı beslenme kaynağı olup o da "âidiyet duygusu" şeklinde hulâsa edilebilir. Bu duygu, aynı zamanda, burada mekân yetmezliği yüzünden temas edemeyeceğimiz İbn Haldûn'un siyâset felsefesindeki "asabiye" kavramı ile de açıklanabilir. T. Khemeri'nin de belirttiği gibi[5], aynı soy bilincine sâhip olmayı ifâde eden Asabiye kavramı, Milliyetçilik olgusunun ilk defa kavramlaştırılmış şekillerinden birisidir.
***
Milliyetçilik'in en eski çağlardan beri insan fıtratına yapışık bir şekilde mevcut ve hattâ o fıtratı oluşturan bir unsur oluşunu, hem siyâset ve hem de tefekkür alanında açıkça müşâhade etmek kaabildir. Bu konuda verilebilecek çok basit ama çok anlamlı örneklerden ikisi, bütün çağların en başta gelen filozoflarından olan Eflâtun ve Aristo'dur.
Platon ve Aristo'nun çağlarında kendilerini Hellen, ülkelerini ise Hellas olarak adlandıran Grekler, kendilerini diğer milletler ve kavimlerden üstün görürler, hem kendilerine ve hem de ülkelerine kuvvetli bir asabiye ile bağlı olurlardı. Meselâ, Aristo, Dünya'nın insanlarla meskûn bölgelerini [Eucumonia] ana hatlarıyla üçe ayırmaktadır: Hellas, Avrupa ve Doğu. Avrupalılar'ı geri zekâlı, Doğulular'ı ise korkak bulan Aristo'ya göre ideal insan tipi Hellen, ideal ülke ise Hellas'tır. Aristoteles'in aşağıdaki hükümlerinde, Milliyetçilik'in adetâ temel kurucu unsurlarından olan "vatan-severlik" (patriotizm) üzerinden nasıl kıvamlı bir milliyetçilik yapıldığı açıkça görülmektedir[6]. Platon ise en önemli eserlerinden olan Devlet'te (Politei) Grekler'den söz ederken aslında tam bir "asabiye" tanımlaması yapmaktadır[7].
Aristo ve Platon'un çağından takrîben sekiz asır sonra tarih sahnesinde görülen Gök-Türkler için de hem Türk Milleti (Türk Budun) diğer milletlere ve hem de "vatan toprağı" diğer topraklara müreccahtır.
Eski Türk Dini'nin Gök-Türkler'in dönemine gelinceye kadar göstermiş olduğu inkişaf netîcesinde daha önceki Türk inanışlarında kendisine ulûhiyet izâfe edilen "Iduk (Kutsal) Yer-Sular" bu dönemde bir yandan "Yer-Su" şeklinde tekilleştirilirken diğer yandan da bu pagan-tanrısal niteliğini kaybederek "vatanın toğrağı ve suyu", kısaca, "Vatan" şeklinde algılanmaya başlanmış; hakikî anlamdaki ulûhiyet, mecâzî bir kutsallığa inkilab ettirilmiş; hattâ bu terim, pâyitaht "Ötüken" için de kullanılmıştır. Nitekim, Kültekin Kitâbesi'ndeki "...Iduk Ötüken Yış.."[8]["...mukaddes Ötüken ormanları..."] ibâresi bunun bir kanıtıdır. Türk devleti ve vatanı öylesine yüce addedilmekteydi ki, Gök ve dört cihetin Türk devletinin mekânını meydana getirdiğine inanılıyordu[9].
Milliyetçilik'in özü demek olan "vatan sevgisi"nin yeni ve eski şekilleri arasında hiçbir fark olmadığının en önemli göstergelerinden birisini de kezâ, "vatan şairimiz" Nâmık Kemâl'in "vatan"ı tanımlamasında bulabiliriz[10]:
"İnsan vatanını sever; çünkü mevâhib-i kudretin en azîzi olan hayat hava-yı vatanı teneffüsle başlar."
"İnsan vatanını sever; çünkü atâyâ-yı tabiatın en revnaklısı olan nazar lemha-i iftitâhında hâk-i vatana ta'alluk eder."
"İnsan vatanını sever; çünkü madde-i vücûdu vatanın bir cüz'üdür."
"İnsan vatanını sever; çünkü etrafına baktıkça her köşesinde ömr-i güzeştesinin bir yâd-ı hazinini tahaccür etmiş gibi görür."
"İnsan vatanını sever; çünkü hürriyeti, rahatı, hakkı, menfaatı vatan sâyesinde kaaimdir."
"İnsan vatanını sever; çünkü sebeb-i vücûdu olan ecdâdının makbere-i sükûnu ve netîce-i hayâtı olacak evlâdının cilvegâh-ı zuhûru vatandır./.."
Primordiyal Milliyetçilik'ten Modern Milliyetçilik'e
Bundan önce de belirtmiş olduğumuz gibi, Milliyetçilik kavramını, ana hatlarıyla, özü îtibâriyle Neseb Asabiyesi'ne dayanmış olması hasebiyle aynı olmakla berâber, birisi Modernite veya Sanâyi' Devrimi Öncesi Dönem (Naif Milliyetçilik Dönemi; Primordiyal Milliyetçilik Dönemi) ve diğeri de Modernite veya Sanâyi' Devrimi Dönemi (Modern Milliyetçilik Dönemi) olmak üzere iki kısım altında inceleyebiliriz; işte, birçok kişinin sâdece modern çağlara münhasır kıldığı ve bu şekliyle "yeni" olan milliyetçilik, ikincisidir[11]:
"..../ Sanayi-Öncesi Dönem Milliyetçiliği, aynı zamanda Naiv Milliyetçilik ve Sanâyi Dönemi Milliyetçiliği ise Modern Milliyetçilik olarak da adlandırılabilir. İkisinin arasındaki ortak payda, aynı kökene, Neseb Asabiyesi'ne dayanmakta olmasıdır. Ancak, bunun yanında ikisinin arasında önemli bir farklılık da vardır ki bu fark, doğrudan Modernite'nin kendisinden kaynaklanmaktadır. Bu ise, kalın çizgilerle ifâde edildikte, modern anlamdaki Millet ve Millet-Devlet (Ulus-Devlet) kavramlarıyla yakından ilgili ve râbıtalıdır. Modern Milliyetçilik, Ulus-Devlet'in özünü oluşturan, Devlet ile Toplum arasındaki bağı kompakt şekilde Millî Asabiye üzerine inşâ eden bir siyâsî davranış tipidir. İdeolojik Milliyetçilik (veya bir ideoloji olarak Milliyetçilik) ise Milliyetçilik fikrinin kristalize olmuş, bir Dünya Görüşü (Welt Anschaung, World View) hâlini almış şekli olarak da tanımlanabilir."
"Sanâyi-Öncesi Dönem'deki Millî Asabiye ile Sanâyi-Dönemi'ndekinin arasındaki en temel fark, özü itibariyle, "Devlet ile Toplum'un arasındaki bağlılığın sıkılığı"nın kazanmış olduğu yeni şekildir. Bu bağın iki veçhesinin bulunduğunu söyleyebiliriz: Bir yanda yönetim mekanizması ile ilgili olan, Siyâset'in süjelerinin ve objelerinin arasındaki bağın sıkılığı, organikliği olarak tercüme edilebilecek olan Demokrasi Veçhesi, diğer yanda, Devlet ile o Devlet'i kuran ve yaşatan irâdenin biribiriyle kontakt ve irtibatlarının sıkılığı, organikliği olarak tercüme edilebilecek olan Millî Asabiye Veçhesi bulunmaktadır."
"İmdi, Devlet ile Toplum arasında daha sıkı bir bağ, daha homojen, daha monoblok bir toplum gerektirmektedir. Bu homojenlik, ve monoblokluk, "Devlet ile Toplum arasındaki bağlılığın sıkılığı" şeklinde ifâde ettiğimiz husustur ki bu bağ, günümüzde, en sıkı şekline, Toplum'un bir Ulus (Millet) şeklini alması hâlinde ulaşmaktadır. O hâlde, bu ilkeyi, "Devlet ile Ulus (Millet) arasındaki bağlılığın sıkılığı" şekline ircâ edebiliriz. Bu husus, aynı zamanda Ulus-Devlet kavramının da tanımı olmaktadır. Yâni, Modern Millî Asabiye, Ulus-Devlet'i bir yandan istilzam ve bir yandan da intac etmektedir; ikisinin arasında, bu şekilde bir korelasyon bulunmaktadır. Ulus-Devlet ise, modern zamanlara âit olan bir devlet yapısıdır. İmdi, Ulus-Devlet'in en temelli, en bâriz karakteristik niteliği, Ulus (Millet) üzerine bina edilmiş olmasıdır. [Burada, artık dilimize "Millet" karşılığı olarak yerleşmiş bulunan "Ulus" terimini kullanmak mecbûriyetinde kaldığımızı belirtmek gereğini duymaktayım] Bu ise, Devlet'i kuran ve yaşatan irâdenin Neseb Asabiyesi olması anlamına gelmektedir. Ne var ki, burada küçük ve fakat bir o kadar da önemli bir hâtırlatmayı yapmak icap etmektedir: İbn Haldûn'un dahi oldukça modern bir ileri görüşlülükle belirtmiş olduğu gibi, nesebe bağlılık demek olan Neseb Asabiyesi, en dar anlamıyla yetinilip sâdece belirli bir soy karâbeti ve hele-hele asla bir ırk karâbeti olarak anlaşılmamalıdır. Neseb Asabiyesi, en geniş anlamıyla, kendisini organik olarak belirli bir soya, bir nesebe bağlı addetmek anlamındadır. Buradaki "organik" kelimesi "biyo-genetik" bir içerikle doldurulduğu takdirde, bu düpe-düz basit ve en aşağı türden bir Irk Asabiyesi olacaktır ki bunun da bir dünya görüşüne dönüşmüş şekli Irkçılık'tan başkası değildir."
"Şu halde, teferruata girmeye kalkışmaksızın, diyebiliriz ki, Eşyadan Bilgi'ye gidildiğinde, şu hakîkatle karşılaşmaktayız: Günümüzün realitesi, Ulus-Devlet'tir; Ulus-Devlet bir neseb asabiyesi demek olan Millî Asabiye üzerine te'sîs edilmiş olan bir devlettir, Devlet ile Toplum arasındaki bağın sıkılığı en yüksek şekline bu hâlde ulaşmaktadır. Millî Asabiye ise, ister ideolojikleştirilsin, ister ideolojikleştirilmesin, Milliyetçilik demektir. Milliyetçilik bir düşünce akımı olarak açıkça deklare edildiğinde pek fazla taraftar bulmayabilir; bu husus, hassaten Milliyetçilik idesinin tel'in edilmiş bir ırkçılık şekline dönüştürüldüğü, felsefî kökenleri Hegel felsefesine dayandırılabilecek olan German Milliyetçiliği tecrübesinin Hitler versiyonundan sonra daha da bâriz olarak görülmektedir. Ancak, günümüzün bütün modern toplumları için Milliyetçilik, bir ideoloji olmaktan ziyade, Modernite'nin kaçınılmaz bir şartı olan Ulus-Devlet zarûretine binâen, bir var-olma tarzı demektir ki, bu, onu, Modernite-Öncesi'nin Naiv Milliyetçiliği'nden ayıran en önemli bir unsur niteliğindedir."
Millî Devlet ve Millet-Devlet (Ulus-Devlet)
Aralarında çok önemli ortak noktalar bulunmasına rağmen, sıklıkla birbirine karıştırılan kavramlara bir örnek de Millî Devlet (National State) ile Millet-Devlet veya Türkçe'de daha yaygınca yerleşmiş bulunan şekliyle Ulus-Devlet'tir (Nation-State). Çok kısaca ifâde edildikte, Millî Devlet'in muayyen bir millî asabiyeye dayalı ve fakat toplumsal homojenliği bulunmayan veya zayıf olan bir devlet olmasına mukabil, Millet-Devlet, yine aynı şekilde muayyen bir millî asabiyeye dayalı ve fakat Millî Devlet'e nazaran daha homojen bir toplum yapısına sâhip olan devlet olup; meselâ Osmanlı ve Selçuklu birer millî devlettir, Türkiye Cumhuriyeti ise bir ulus-devlet; bunların yanında ise meselâ Türk hâkim yönetici zümrenin yanında, Türklerin büyük kitleyi oluşturan Araplara nisbetle daha az olduğu olduğu Memlûklu Devleti'nin millîlik vasfı aynı şekilde sarîh olmasa gerektir. Fakat fark sâdece bunlardan ibâret değildir; Ulus-Devlet, aynı zamanda, Milliyetçilik idesinin toplumsal tabakalarda bilinçli bir şekilde büyük bir rüçhâniyete mazhar olduğu devlettir de. Ulus-Devlet (Nation-State) modelinin Millî Devlet (National State) modelinden farklı olarak Sanâyi' Çağı'nın bir netîcesi ve ürünü olduğuna da dikkat edilmelidir; toplumların homojenliklerinin ve ayrıca kendilerini diğer kimliklerinden önce millî kimlikleri ile ifâde edişlerinin yükselişindeki en önemli âmillerin başında sınâîleşmenin gelmesi, hemen bütün sınâîleşmiş ülkelerin birer ulus-devlet ve modern anlamda milliyetçiliklerin yurdu olması netîcesini hâsıl etmiştir.
İşte, yukarıda sözünü ettiğimiz ve "yeni" olan milliyetçilik, kendisini ulus-devlet formatında ifâde eden, modern çağların ve endüstri devriminin bir ürünü olan milliyetçiliktir. Bu hâliyle bu milliyetçilik, "yeni"dir; fakat biz bu yazıda "Yeni Milliyetçilik" kavramını daha farklı bir mânâda kullanacağız.
Vatanseverlik ve Milliyetçilik
Vatanseverlik (Natriotism) kavramı Milliyetçilik (Nationalism) kavramından daha kıdemli bir kavram olarak göze çarpmakta olduğu gibi birçok düşünür Vatanseverlik'in daha tabiî ve daha fıtrî ve bu sebeple de hem daha sağlıklı ve hem de daha kuşatıcı bir kavram olduğunu ve buna binâen, daha üstün olduğunu ileri sürmektedirler. Meselâ Orwell "On Nationalism"[12] isimli makalesinde (1945) bu konuya hassaten vurgu yaparak ikisinin aynı şey olmadığını, Vatanseverlik'in esas îtibariyle tedâfüî (savunmacı) olmasına mukabil Milliyetçilik'in ise kudret ve hükmetme arzusundan beslendiğini ve binâenaleyh taarruzî bir vasfa sâhip olduğunu ileri sürmektedir. Fakat, mesele elbette bu kadar basite indirgenemeyecek kadar karmaşık olduğu gibi yanıltıcıdır da. Her milliyetçilik aynı zamanda vatanseverliği de tazammun eder; fakat Vatanseverlik'in esas olarak "toprak-bağlılık" olmasına karşılık, Milliyetçilik bu bağlılığın ötesine ulaşır; veya ulaşma temâyülünü taşır: Anadolu Milliyetçiliği'nin toğrak-bağlı olmasına karşılık Pan-Türk Milliyetçiliği'nin çok daha geniş kapsamlı ve "ideal" olan bir vatan-bağlılık tazammun etmesi gibi. Beri yandan, aynı "vatan"a bağlılıktan farklı milliyetçilikler de türetilebilir; Osmanlı'nın parçalanması örneğinde olduğu gibi.
Vatanseverlik ile Milliyetçilik arasındaki bağ ve farklılık konusunda Carlton J. H. Hayes şunları söylemektedir[13]:
"Milliyet bir vâkıadır ve tarihin zuhurundan beri çeşitli gelişme veya gerileme safhalarında muhtelif milliyetler varolagelmişledir. Fakat insanlar milliyetin şuuruna varmadıkça ve onu vatanseverliklerinin baş hedefi yapmadıkça, kültürel ve siyasî milliyetçilikler üretemezler.
O halde, vatanseverlik nedir? Evet, "ülke sevgisi"dir. "Sevgi" gibi, düşkünlüğü, duygusal yakınlığı, sadakati içeren bir histir. Şu ya da bu biçimde, onun toplu halde yaşamasının tabiî bir parçası ve aslî bir sacayağı olarak ortaya çıkar.../
/... vatanseverlik menşe ve kökenindeki fıtrîliğine karşılık; geniş bir toprakta dağılmış büyük bir milliyetten ziyade sınırlı bir sahadaki küçük bir cemaatle daha tabiî ve gönülden birleşmektedir. Ancak yoğun ve kapsamlı bir eğitim süreci sayesindedir ki, mahallî bir insan grubu bütüncül milliyetlerinden tam anlamıyla haberdar olacak ve en yüksek sadakatini ona duyacaktır."
... milliyetin temellerini ortak bir dil ve ortak tarihî gelenekler oluşturur. Bunlar, bir eğitim süreci tarafından popüler duygusal vatanseverliğin hedefi haline getirildiğinde, sonuç milliyetçiliktir."
Millî Devlet ve Millet-Devlet'e (Ulus-Devlet'e) Yönelik En Büyük Tehdit:
Küreselleşme
Şu hâlde, teknik bir terim olarak "Vatanseverlik" ile her hususta bire-bir ayniyet sâhibi olup-olmadığı tartışmasını daha fazla irdelemeden, Vatanseverlik ile özdeşleşmiş ve hattâ onun en üstün ifâde tarzı olduğunu söyleyebileceğimiz Milliyetçilik, esas îtibâriyle birisi "iç" ve diğeri de "dış" olmak üzere iki taraftan tehdit edilmiştir ve edilmektedir.
Milliyetçilik'e içten gelen tehdîdin en büyüğü, bizzat milliyetçiliği siyâsî bir alem olarak tercîh eden kadroların icrâ etmekte olduğu "kötü milliyetçilik"tir[14]. Söz gelimi, ülkemizde büyük kitlelerdeki muazzam milliyetçilik potansiyeline karşılık, bu kavramın hep marjinal kalışı en çarpıcı örneklerdendir. Kısaca söylendikte, herşeyin normal gittiği zamanlarda değil de ârızî hâllerde zuhûr eden ve bu sebeple de normal ve tabiî değil anormal ve gayri tabiî, tepkici, milletini devletinden soğutan, kozmopolitanizmi kışkırtan, kaba ve hoyrat; bütünü kucaklayıcı (inclusive)değil de dışlayıcı (exclusive) ve marjinal olan, bu sebeple de Michael Billig'in târifiyle "banal milliyetçilik" (banal nationalism) olarak da anılabilecek olan bu milliyetçilik, milliyetçiliğe, onun dayandığı devlet ve vatan sevgisine zarar vermekte, bir Bumerang etkisi yaratarak kozmopolitanizmi kışkırtmaktadır. Türkiye'de yakın zamanlarda büyük kitlelerde millî ve milliyetçi reflekslerin törpülenmesine sebep olan partizan milliyetçilik de, bu kategoriye girmektedir.
Milliyetçilik'e dıştan gelen tehditlerin en başında gelenlerden birisi, kendisi ile yolları kesişen "diğer milliyetçilikler"; bir diğeri, doktriner olarak milliyetçiliğe karşı, O'nu yokedilmesi gereken bir hasım telâkkî eden, küresel çapta yayılma emeli olan, vatan ve devlet kavramlarını reddeden bütün küresel kozmopolitan ideolojiler ve ayrıca bu gibi ideolojileri paravana yapan daha büyük çaplı ve saldırgan milliyetçilikler ve bir üçüncüsü de günümüz için konuşuldukta, Küreselleşme ve bâhusus, Saldırgan Küreselleşme şeklinde özetlenebilir. Burada fevkalâde geniş olan bu konuyu sâdece Saldırgan Küreselleşme ve onun en mümtaz iki nümûnesinden birisi ve fakat - en azından şimdilik - ciddî bir tehdît olmaktan çıkmış bulunan Marksist Saldırgan Küreselleşme ve diğeri ise bilhassa birincisinin meydanı terketmesi üzerine rakipsiz kalarak kontrolden çıkan ve şu sıralarda Amerika Birleşik Devletleri'nin şahsında tecessüm ve teşahhus eden Kapitalist Saldırgan Küreselleşme üzerine teksîf edeceğiz.
Modernite'nin İlk Saldırgan Küreselleşmesi:
Marksist Küreselleşme
Bütün dünyayı tek elde toplamayı, bütün arzı bir tek devletin yönetimi altına almayı savunan bu tür ideolojilerin ve siyâsî tasavvur ve projelerin kökleri çok eskilere, Mîlad'dan önce üçüncü binyıla kadar indirilebilirse de ancak ilk defa Eski Yunan'da Stoacılar ve Sofistler ile teorik/felsefî bir çerçeve kazanmış ve zamanla ilerleyerek en yetkin ilk şekline "dünya devleti" fikrinin ilk komplike sistemi olan ve bu îtibarla modern çağların ilk kapsamlı küreselleşme projesi addedilmesi îcap eden ilk Marksizm'de ulaşmıştır.
Marksist felsefe, Millet ve Milliyetçilik'i tabiî birer olgu olarak kabûl etmektedir. Meselâ Stalin, "Marksizm ve Millî Mesele" adlı eserinde,[15] önce "Millet Nedir" sorusunu sorarak buna cevap aramaktadır. "Millet öncelikle bir topluluktur; belirli kişilerin topluluğu" [Marxism and the National Question., s.303] diyerek kısa ve özlü bir tanım yapan Stalin, hemen devamında "bu topluluk, ırkî olmadığı gibi kabîlevî de değildir" demekte ve örnek olarak bugünkü İtalyan, Fransız, İngiliz ve Alman milletlerinin muhtelif ırklardan ve kabîlelerden teşekkül etmiş olduğuna dikkat çekerek, "binâenaleyh, Millet, ırkî veya kabilevî olmayıp, tarihî olarak teşekkül etmiş bir insan topluluğudur" sonucuna varmakta; bundan sonra da Millet'in tarihî teşekkülüne temas ederek, bu teşekkülün tesâdüfen vâkî olmadığını ve bir irâdenin ürünü olarak ortaya çıktığını "binâenaleyh, millet, ârızî veya gelip-geçici bir yığın değil, kararlı bir insan topluluğudur" şeklinde ifâde etmekte, fakat akabinde, her kararlı topluluğun da bir millet oluşturmadığını söylemekte ve örnek olarak ise Avusturya ve Rusya'yı vermektedir. Fakat Stalin, buna rağmen, modern anlamda millet olgusunu bir Burjuvazi ürünü olarak görmekte ve her ne kadar milletlerin kendi kaderlerini tâyin etme hakkı bulunduğunu savunsa da [a.e., Bölüm: III], bir bölüm sonra, bütün marksistler gibi, O'nu Sosyalizm için ciddî bir ayak bağı olarak îlân etmekte ve Kültürel-Millî Özerklik'in "kötü bir şey" olduğunu; Millî Mesele için bir çözüm yolu olmadığını, işçileri milliyetlerine göre bölmek sûretiyle işçi sınıfının birliğini baltaladığını söylemektedir (a.e., s.343-344).
Stalin'in bu çelişkin gibi görünen tavrı, aslında Markist felsefenin bir sonucudur: Millet ve tabiatiyle milliyetçilik, her ne kadar tabiî bir olgu olsa da, Marksizm'in "dünya devleti" ve hattâ daha ilerisinde "devletsiz dünya" fikrinin önünde bir engeldir. Nitekim, Marks ve Engels, Şubat 1848'de Londra'da yayınladıkları meşhur "Manifesto'da, Millet'i (Ulus'u), Burjuvazi'nin gelişim sürecinin bir ürünü olarak hâsıl olan merkezîleşmenin netîcesinde vücut verilen bir olgu olarak gördüklerini deklare etmektedirler[16]. Buna göre, Millet, tarihî gelişim safhasında Tarihî Determinizm'in zarûretine binâen Proleterya'dan önce gelen ve Proleterya'yı yaratarak Komünizm'in yolunu açması hasebiyle "tam anlamıyla devrimci bir rol oynayan" Burjuvazi Devrimi'nin bir inşâı olmaktadır. Ama, Burjuvazi'nin tarihteki bu devrimci rolü, kendi elleriyle yaratmış olduğu "kendi mezar kazıcıları" ve "hakîkaten devrimci tek sınıf" olan "Proleterya", dünyanın her yerindeki proleteryanın ortak özelliği aynı olmakla "ulusal" (millî) değil "evrensel" (milletler-üstü) bir nitelik taşır. Ancak, buna rağmen, yine de Proleterya'nın mücâdelesinde, bir tür millîlik karakteri de bulunmaktadır. Geçici olan bu millî karakter, Manifesto'da, "Proleteryanın burjuvaziye karşı mücadelesi, özünde ulusal bir mücadele olmamasına rağmen, öncelikle ulusal bir biçim taşır. her ülkenin proleteryası, herşeyden önce kendi burjuvasiyle hesaplaşmasını bitirmek zorundadır" şeklinde açıklanmaktadır. Yâni, Manifesto'nun müelliflerine göre, millî olan herşey, tarihî zarûretin gereği olarak, insanlığın nihâî safhası olan Evrensel Komünizm için geçilmesi zarûrî olan bir ara safhaya âit değerlerdir. Bu sebepledir ki, gerçek (burjuva) anlamıyla ele alındığında Proleterya için "millîlik" ve "vatan" gibi kavramlar, nihâî hedef için geçilmesi zorunlu olan muvakkat aşamalardan başka bir mânâ ve kıymet taşımazlar [Manifesto., II: Proleterler ve Komünistler., s.59, pr: 1/2]:
"İşçilerin vatanı yoktur. Sahip olmadıkları bir şey ellerinden alınamaz. Her ülkenin proleteryası ilk önce siyasal iktidarı ele geçirmek, ulusal sınıf haline gelmek, bizzat uluslaşmak zorunda olduğundan kelimenin burjuva anlamında değil, ama bu anlamda ulusaldır"
Ancak ne var ki bu iddialarına mukabil Marksizm'in tatbîkatı, içine gizlenmiş bir zımnî (latent) milliyetçilik şeklinde tahakkuk etmiştir: SSCB'de Rus, Çin'de ise Çin milliyetçilikleri gibi.
Modernite'nin İkinci Saldırgan Küreselleşmesi: Kapitalist Küreselleşme
Yeni Küreselleşme'nin millî ve ulus-devletlere ve milliyetçiliklere yöneltmiş olduğu tehdîdin iki cephesi ve iki veçhesi vardır. Bunlardan birisi, çapı aşırı derecede büyüyen yeni ulus-devletlerin, diğer bir ifâdeyle hiper ulus-devletlerin ve hiper milliyetçiliklerin diğer milletleri ve milliyetçilikleri ezmesi ve ikincisi de topyekûn milletleri ve milliyetçilikleri hedef alan Küresel Kapitalist Kozmopolitanizm ve Dünya Devleti'dir. Hiper ulus-devlet olarak en ziyâde göze çarpan örnekler, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birleşik Devletleri formatına yönelmiş bulunan Avrupa Birliği'dir.
Kısaca ifâde edilecek olursa, Dünya, tarihte eşi zor bulunur sıkıntılı bir dönemeçten, en genel hâliyle Batılı veya Batı-Merkezli yeni bir kolonyal paylaşıma tâbî tutulması demek olan saldırgan bir küreselleşmenin yarattığı. gerçek anlamda bir "küresel kriz"den geçmektedir. Bu saldırgan batılı-kapitalist merkezli küreselleşmenin bir ayağı - şimdilerde henüz çok mâsum görünen - Avrupa Birleşik Devletleri hedefine yönelmiş bulunan Avrupa Birliği, ve diğeri ise, Amerika Birleşik Devletleri'dir.
AB, şâyet AB fikrinin Dante, Pierre Du Bois, Kral George Podiebrad, Petrarch, Duc de Sully, J. J. Rousseau, Charles de Seconda Montesqieu, Saint-Simon, Leibniz, Nietzsche, Victor Hugo, Jeremy Bentham, Abbé de Saint Pierre, Immanuel Kant, Ortega y Gasset, Jean Monet v.b. "kurucu babalar" (founding fathers) olarak anılan büyük fikir adamlarının öngördüğü gibi bu nihâî hedefine sâlimen varacak olursa, bütün üye devletleri yutacak ve bir tek devlete dönüşecektir; Anthony D. Smith'in de belirtmiş olduğu gibi, "Avrupa"nın birliği büyüdükçe her bir üye devletin millî kimliği küçülecektir."[17]
İmdi: Yukarıdan aşağıya yönelik olan her büyük elitist siyâsî organizasyon projesinin, geleceğini te'minât altına almak kastıyla yönelmiş olduğu hedeflerden birisi de projeye uygun bir "insan" (humanus) modeli geliştirmektir; projenin geleceği büyük ölçüde buna bağlıdır, öyle ki, eğer bu insan modelinin yetiştirilmesi başarısız olduğu takdirde proje de akaamete mahkûmdur. Meselâ Cumhuriyetçi (Republicanist) teorinin yönelmiş olduğu hedefin "Cumhuriyet İnsanı" (Homo Republicanus), Sovyet Komünizmi'nin yönelmiş olduğu hedefin, başarısızlıkla sonuçlanan "Sovyet İnsanı" (Homo Sovieticus) olması gibi. Aynı şekilde, yukarıdan aşağıya yönelik olan büyük ve muhtemelen tarihin tanıdığı en kapsamlı elitist siyâsî organizasyon projesi olan ve "Avrupa Birleşik Devletleri" hedefine yönelmiş bulunan Avrupa Birliği'nin bu konudaki hedefi de, üye ülkelerin millî kimliklerini - millî devletlerin ve milletlerin teşekkül sürecinde aşîret ve benzeri primordial (ilksel) kimliklerin daha yüksek ve daha mütekâmil "millet" kimliğinin potasında eritilmesi gibi - zaman içerisinde bir alt-kimlik düzeyine indirgeyecek ve belirleyici tek kimlik olacak olan "Avrupalılık" kimliğinin çekirdeğini oluşturacak "Avrupa Adamı" (Homo Europeanus) projesidir.
İlk defa filozof Edmund Husserl tarafından 1935'de tedâvüle sürülen [onun deyimiyle: "Europäischen Menschentums"] bu kavramın kuvveden fiile çıkıp-çıkmaması, Avrupa Birliği'nin geleceğini belirleyecek en temel hususlardan birisi olup, el'ân, hâlâ diriliğini önemli bir ölçüde koruyan milliyetçiliklere rağmen, hayli mühim bir mesâfenin kat' edilmiş olduğu da âşikârdır. Nitekim, tek bir örnek olmak üzere, İnternet'te sürekli olarak Avrupa kamuoyunun nabzını tutan "Eurobarometer" isimli sitedeki "Avrupalılar Kendilerini Nasıl Görüyorlar" (How the Europeans See Themselves?) başlıklı kapsamlı araştırma dosyasında detayları verilen sâha araştırmalarının sonuçlarından kısaca söz etmek dahi yeterli ipuçları verebilir. Bu sonuçlara göre, meselâ Avrupalılar'ın kendilerini (ortak) bir Avrupa'ya bağlama ve "Avrupalı" kimliğinin millî kimliğe göre öncelenmesi oranını veren tablolar (s.12-13, tablo. 5-6) incelendiğinde, ülkeden ülkeye değişen ilginç bir farklılık grafiği göze çarpmaktadır. Bu grafiğe göre, büyük ülkelerden küçük ülkelere doğru gidildikçe "Avrupalılık" çok daha yüksek bir kabûl görmekte ve millî kimlik ikinci plana itilmektedir (en fazla Lüksemburg'da, en az İngiltere'de). Tabloların tefsîrinden çıkan en mühim netîce, Avrupalıların bu "geçiş dönemi"nde - kendisini Avrupalı mı İngiliz mi, yoksa hem Avrupalı hem İngiliz mi gördüğü ve öyle tanımladığı - şeklinde özetlenebilecek ve "düal kimlik" olarak da adlandırılabilecek bir "kimlik krizi" yaşamakta olduğunun ve fakat, sözünü etmiş olduğumuz Avrupalılık kimliği bilincinin de şimdiden belirli bir mesâfeyi kat' ederek yavaş-yavaş yerleşmeye başladığının görülmesidir.
İmdi; AB'nin yönelmiş olduğu ve Churchill'in 19 Eylül 1946 tarihinde Zürich Üniversitesi açılışı konuşmasında açıkça zikrederek hedef gösterdiği - ve yine onun ifâdesiyle, resmî adı ne olursa olsun, gerçek mâhiyeti - Amerikan modelli bir federal "Avrupa Birleşik Devletleri" olacak olan Avrupa Birliği bu hâle göre, Haldûncu teori açısından "neseb asabiyesiz" kurulan bir devlet projesi olmaktadır; bu projenin en zor tarafı da budur: Neseb Asabiyesi'ne dayanmayan bir devlet projesinin ömrü olabilir mi? Ancak, AB teorilerinden istihsâl edilen sonuç, önce "Sebep Asabiyesi" üzerine kurulup bunu, "Inverse-Haldunist" (Ters-Halduncu) bir süreçle "Neseb Asabiyesi"ne ve ona dayalı bir "Hiper Ulus-Devlet"e dönüştürmeyi planlayan bir proje olduğudur. Bu ise, aşîretlerin millet potasında eritilmesi sürecindekini andırır bir şekilde, şu andaki Avrupalı devletlerin bir ve tek "Avrupa Birleşik Devletleri" potasında ve Avrupalı milletlerin de bir ve tek "Avrupa Milleti" potasında eritilmesi sûretiyle, bir ve bütün bir Avrupa Milleti ve bir Federal Avrupa Birleşik Devletleri inşâ edilmesi demektir.
Nitekim daha şimdiden AB'nin bir "başşehri", bir "parlamentosu", bir "bayrağı", bir "parası", bir "ordusu", dünyanın diğer ülkelerinde "büyükelçi" sıfatı taşıyan temsilcileri vardır. Bunlar ise, ancak bağımsız bir devlete âit kurmlar ve sembollerdir: Nihâî safhasına tam varabildiği takdirde, 550 milyon olacağı tahmîn edilen muazzam ve çok farklılıklardan oluşmuş bir nüfûsa, 7.500.000 kilometrekare yüzölçümüne sâhip bir Yeni-Roma [Romae Novae]!
Avrupa Birliği, nihâî hedefine vâsıl olabilmek için zaman içerisinde bütün Avrupalı halkları yutarak onun yerine kaaim olmuş bir tür Avrupalı Milleti inşâ etmeye mecburdur; bunu başaramaduığı takdirde, bu birliğin sonu gelmeyecek ve hattâ belki de AB, bizzat Avrupalılar arasında cereyan edecek olan yeni çatışmalarla daha da küçülecektir.
İşte; bu muazzam projenin muvaffakıyyetle noktalandırılabilmesi durumunda, bugün ABD'nin yapmak istediğinin belki daha da zâlimcesi ve daha da şiddetlicesi o zaman işte bu "Yeni Roma" tarafından yapılacaktır.
Avrupa Birliği'nin bu nihâî safhaya başarıyla ulaşmış şekli ABD'nin şu ândaki emperyalist politikalarına nisbetle daha tehlikeli olacaktır. Bunun en önemli sebeplerini, böylesi dev çapta bir organizasyonun ABD'nin şu ânda sâhip bulunduğundan daha büyük bir iktisâdî ve askerî güce sâhip olacak olması ve Avrupalılar'ın kolonyalizm konusundaki engin birikimlerinin sağlayacağı avantaj ve belki de en önemlisi olarak, ABD'ye nisbetle daha yumuşak ve dolayısıyla da daha etkili olacak olan metodlar kullanacak olmaları ile açıklayabiliriz.
Nitekim ABD'nin, kendisini dengeleyen Sovyet Bloku'nun çöküşü ile yavaş-yavaş gün yüzüne çıkmaya başlayan ve en nihâyet Irak Harbi ile iyiden iyiye açığa çıkan, gizlemeye bile lüzum görmediği, hedef seçtiği ülkeleri vurmasına ve işgal etmesine gerekçe gösterdiği "Haydut Devlet" kavramının en mümtaz nümûnesine dönüşmüş kaba tavrı ile "son haydut millet" olma ünvânını hakketmiş bulunan[18] ABD, bu kabalığı ile "açık düşman" olduğu için daha kolay farkedilebilmektedir; ancak, Kültekin kitâbelerinde zikredildiği gibi "yumuşak hediyelerle gelen düşman" tipine uyan AB, karşısındakini pasifize ettiği için daha büyük bir tehlike arzetmektedir. Ne var ki, tarihî tecrübe, Avrupalılar'ın da kendilerini aynı rahatlıkta hissetmeleri durumunda aynı ceberrutluklara başvurmaktan berî kalmayacaklarını da göstermektedir.
II
Saldırgan Küreselleşme Çağında Yeni Milliyetçilik: Bir Giriş
Neden Yeni Milliyetçilik?
Yeni Milliyetçilik [The New Nationalism] kavramı teknik bir terim olarak 1991 seçim kampanyaları sırasında Theodore Roosevelt tarafından, icrâî gücü kamu refahının vekilharcı olarak telâkkî ederek, millî ihtiyaçları kısmî ve/ya şahsî menfaatlere nisbetle önceleyen sınırlı bir merkeziyetçilik olarak tanımlanmış, fakat daha sonra işlenerek zenginleştirilmemiş olan kadük bir kavram olup, bizim burada kastetmiş olduğumuz, bu değildir.
Gerek Avrupa Birliği'nin yöneleceği ve gerekse de şimdi ondan önce davranan ABD'nin fiilen ve kaba güce dayanarak yöneldiği ve saldırgan küreselleşmenin aktüel örneği olan dünya hâkimiyeti teşebbüsü, fiilen, tipik bir saldırgan hiper milliyetçilik şeklinde tezâhür eden bir saldırgan küreselleşmedir. Yâni, Komünist Küreselleşme'nin aksine, batı-merkezli kapitalist küreselleşme, kendi içinde bir "milliyetçilik" taşımaktadır; en pejoratif bir şekle bürünmüş, başka milletlerin sâhip olduğu servetlere ve değerlere, hürriyet ve istiklâllerine, milliyetçiliklerine karşı saygısız ve onları yok etmeye yönelmiş bir milliyetçilik. Şu hâlde bu küreselleşme, "milliyetçilik" olgusunu zâten tazammun etmektedir. Öyleyse, küreselleşmenin bu şekliyle çağımız, ütopik kozmopolitanizmin tahayyül ettiği gibi, her türlü milliyet ve milliyetçilik duygusunun kâmilen ifnâ olduğu, bütün dünyanın herkesin vatanı, bütün milletlerin bir ve tek millet olduğu bir sürece doğru gitmekte değildir; hattâ, tam aksine, daha da azmanlaşmış ve saldırganlaşmış bir "yeni ve hiper milliyetçilik çağı" olarak yorumlanabilir. Bu da, bize, insanlık için çok büyük bir tehdit oluşturan bu yeni ve hiper saldırgan milliyetçiliğe karşı insânî bir milliyetçilik, veya bir diğer ifâdeyle, bir "yeni ve insânî milliyetçilik" inşâının zarûrî olduğunu göstermeye kifâyet eder.
Böyle bir inşâ zarûrîdir; çünkü, hiçbir yayılmayı motive eden kaynak, milliyetçilik kadar güçlü olamaz; o hâlde, el-yevm cârî olan ve milliyetçiliğin gücünden beslenen yayılmacılıklar ve saldırganlıklar da ancak onun kadar büyük bir güç sağlayan bir kaynağa mürâcaat edilerek te'mîn edilebilir.
***
Müstakil bir yazı konusu olmayı hakeden "Yeni Milliyetçilik" için şimdilik sâdece şu kadarını söylemekle yetineceğim: Evet; "Yeni Milliyetçilik" için, ilk ve en mühim şart tamamdır. Bu şart, saldırgan emperyalller tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak servetlerine tümden el konulmanın, kültürlerinin dibe kadar tahrip edilmesinin ve boyunlarına kölelik boyunduruğu tam olarak takılmanın arefesinde bulunan mazlum milletlerin, hâlâ kendi mutluluğunu kendisi gibi "hedef" konumunda bulunan diğerlerinin helâkinde arayan "yokedici milliyetçilikler" çağını kapatması ve yeni bir milliyetçilik çağı açmasıdır: Birbirini yiyip bitirici, parçalayıcı ve dünyayı talana çıkan, hiper milliyetçiliklerden beslenen saldırgan küreselleşmeye karşı en güçlü savunma hattını oluşturacak olan, savunmasız bırakan değil, birleştirici ve ihyâ edici, insânî bir yeni milliyetçilik!
İlk şartın ilki ise, "öteki" ve "tepki"dir. Birbirini bütünleyen "öteki" ve "tepki", herbirisi de, milliyet ve milliyetçilik bilincinin oluşmasındaki en büyük muharrik kuvvetlerdendir; bu dün de böyle idi, bugün de böyledir, yârın da böyle olacaktır. Her millet kendisini "öteki"ne göre tanımlar, her millet, "millet" denen bir şey olduğunu ve milliyetçiliğini, aynı zamanda tepkilerle öğrenir[19].
"Tepki, er ya da geç, büyük bir güçle gelir. İnsanlar üstlerine tükü¬rülmesinden, üstün bir milletin, üstün bir sınıfın ya da üstün herhan¬gi birilerinin kendilerine emirler vermesinden usanır. Er geç milliyet¬çi soruları sormaya başlarlar: "Neden onların sözünü dinleyelim? Onların ne hakkı var? Ya biz ne olacağız? Neden biz de kendi¬miz...?"
İmdi, burada "öteki" bellidir: Şimdilik iyiden iyiye kontrolden çıkan ABD, ancak kısa zamanda bu kervana katılma arzusu taşıdığından hiç kimsenin şüphesi olmaması îcap eden istikbâlin Yeni Roma'sı Avrupa Birliği ve eline fırsat geçerse diğerleri: Dişleri döküldüğü, tırnakları söküldüğü için sesi çıkamayan Rusya ve Çin! Şu hâlde, saldırgan "öteki"ne duyulacak "tepki", ilk hareket noktası ve bütün mazlumları, bütün hedef ülkeleri ve milletleri birleştirmelidir. Fakat işbu "öteki"nin ne olmadığı da bilinmelidir: Kendisinin konumunda olan ve birbirlerini yemeye devam ettikleri takdirde herbirisi birer av olacak olanlar!
Fakat "öteki" ve "tepki" sâdece birer ilk basamaktır; o sebeple işbu "Yeni Milliyetçilik" sâdece tepkilerle yetinmemeli; aksi halde hep nefret üzerine kurulu, şüpheci, agresif, uzlaşmalara kapalı bir milliyetçilik inşâ edilmiş olur ki bu da, bugüne kadar yaşanan bütün trajedilerin bugünden sonra da aynen devam etmesi demektir: Birbirlerine husûmet içerisinde olan Türk ve Arap milliyetçilikleri gibi.
***
Bu hususta özellikle dikkat edilmelidir ki, Saldırgan Kapitalist Küreselleşme'nin kontrolden çıkmasının ve İslam-Doğu'ya yönelerek O'nu boyunduruk altına almasının en temel sebebi, Batı'nın bütün saldırganlıkları karşısında, bütün gücüyle, asırlarca İslâm dünyasının koruyucu kalkanı olan Osmanlı'nın ortadan kalkmasıdır. "İslâm dünyasının babası" olarak tavsîf ettiğim Osmanlı'nın yokluğunun bu hâle yol açtığı, Batılı kolonyaller tarafından da desteklenen ve Osmanlı'yı "öteki" kabûl eden, kendi milliyetçiliklerini agresif ve kaba bir şekilde Osmanlı tepkisi üzerinden inşâ eden Arap dünyasının içine düştüğü zebunkeşlikten de açıkça bellidir. Aynı fâcia Türk milliyetçiliği için de cârîdir ve dahi Türkler de Araplar da "mezar taşıma yazsınlar, bugün bana yârın sana" diyen anonim bir halk türküsündeki hikmete kulak vermelidirler.
Şu hâlde, "Yeni Milliyetçilik", bu tarihî tecrübe üzerinden edinilen, daha doğrusu edinilmesi gereken dersler gözönünde tutularak, teemmülâne tefekkür edilerek, usûletle ve suhûletle binâ edilmelidir.
Artık iyice kafalara dank etmeli ve Türk-İslâm dünyasının içine düşmüş bulunduğu zilletin aslî sebebi ve en büyük düşman, kendi dışında değil kendi içinde aranmalıdır.
Bunun da ilk şartı, felâhını diğerinin felâketinde aramayan; Haldûn'un "neseb asabiyesi" üzerine kendi milliyetçiliklerini inşâ edecek olan İslâm-Türk dünyasının, herbirisi kendi hürriyet ve istiklâlini koruyacak şekilde ve Haldûn'un "sebep asabiyesi" üzerine inşâ edilecek bir "Pax Ottomana" çerçevesinde bir araya getirecek bir milliyetçiliktir: Aradaki farklılıkları husûmet sebebi olmaktan çıkararak, ortak dayanışmaya dönüştürecek olan bir "yeni milliyetçilik".