Mesele yurt dışına gitmek değil, ülkeyi terk etme isteği
Murat Sevinç 01 Ocak 1970
1995 yılıydı. Yüksek lisans sınavına girmek üzere garsonluk mesleğine veda edip Türkiye’ye dönmek üzereyken, Londra’nın kenarındaki mahalleye gitmek için mecbur kalıp bindiğim taksinin kadın sürücüsüyle sohbet ediyordum. Birkaç hafta içinde Türkiye’ye döneceğimi söyledim. Kadın, efkârla, “Ne güzel, senin gidecek bir yerin var,” dedi.
1994 yılıydı. Çalıştığım lokantaların birinde, Ankara’da iyi eğitim alıp siyasi nedenlerle göçmüş, orada marangozluk ve müzisyenlik yapan bir ağabeyimle, kıyafet değiştirdiğimiz depoda sohbet ediyorduk. Hayatından memnun olduğunu, Londra’da yaşamanın avantajlarını anlatıyordu. Konu bir yerde Ankara’nın Kumrular Caddesi’ne geldi, yola gölge yapan ağaçların güzelliğinden bahsederken, ağlamaya başladı.
Şu ya da bu yılda… yolu gurbete düşen herkesin bir yerlerde ve bir vesileyle tanık olduğu benzer anıları olur. Ülkeyi terk edip de başka bir yerde yaşam kurmaya girişmek kolay değil, o kararı vermek de, uygulamak da, tutunmak da, mutlu olmak da. Yaşam pek zahmetli bir uğraş, herhangi bir zaman ve yerde.
Her şeyi birkaç kez anlattığım ve neyi ne zaman anlattığımı hatırlamadığım için muhtemelen tekrar olacak… Yıllar önce bir hocamız vefat ettiğinde, yaşını başını almış bir diğer hocamız üzgün bir ifadeyle konuşurken, bir yerde “Neyse, hiç olmazsa buradan kurtuldu,” demişti. Ülkeyi kastederek. O ânı unutmuyorum ve yıllar geçtikçe daha iyi anlıyorum cümledeki hüznü.
Banu Alkan-Hülya Avşar polemiklerinin yaşandığı yılları ve o sataşmaların içeriğini dahi özleten, “CHP bugün de değişmemiş” ya da “Altılı masanın hangi külhanbeyi bugün kime ne söyledi?” gündeminde yeteri kadar yer bulamasa da, yurt dışına göçün boyutu hâlihazırdaki en hayati konulardan biri. Ruşen Çakır, Medyascope’ta bir süredir konu üzerinde duruyor. Çok sayıda göçmen ile görüştü, yazıp çizdi ve düşüncelerini özetleyen son bir program yaptı, videoyu buraya bırakıyorum. Ayşe Çavdar da güzel bir yazı kaleme aldı.
Nitelikli yurttaşın gidişini betimleyen ‘beyin göçü’ kavramı, özellikle az gelişmiş/gelişmekte olan ülkeler için ağır kan kaybı anlamını taşıyor. İnsani, ekonomik ve toplumsal/siyasal açılardan. Mühendisler, yazılımcılar, başta hekimler olmak üzere sağlık çalışanları, üniversite lisans ve sonrası eğitimi almak üzere gidip yerleşenler…
Yıllar önce başlayan, giderek artan, 15 Temmuz ardından göçenlerin bir kısmı bakımından içerik değiştiren ve son seçimin ardından dillerden düşmeyen göçme isteğinin nedenleri üzerine düşünmek, konuyu sürekli gündemde tutmak gerekiyor, eğer ülkenin geleceğine ilişkin bir umut beslemek isteniyorsa, böyle bir dert, derdimiz varsa. Konu, “Giden gitsin” hovardalığıyla, “Dönerler nasıl olsa” iyimserliğiyle ele alınamayacak ölçüde ciddi ve üzücü. Giden babasının hayrına gitmediği gibi, kalan da, çekip gidenin artık yaşamak istemediği bir yerde ömür sürmeye mahkûm.
Siyasi gerekçelere gelmeden… Öncelikle bilişim devriminin en parlak ürünlerinden internet, dünyayı büyük ölçüde küçülttü. Bir yerden bir yere gitme ve orada yaşama düşüncesi, özellikle eğitimli kesim bakımından on yıllar öncesinden çok daha mümkün. Yinelemek gerekir, söz konusu istek ve olanak, diğer her şey gibi sınıfsal aidiyet ve onun ürünü olan dünya görüşüyle ilişkili. Göçmek isteyenler, havaalanını Hulusi Kentmen, Belgin Doruk filmlerinde gören nesillerin zamanıyla karşılaştırıldığında epeyce imkana sahip. Yurtdışı zenginin harcı olmaktan çıkalı çok oldu. Ruşen Çakır’ın dikkat çektiği önemli bir veri, son yıllarda gidenlerin çoğunluğunun orta halli aileler ve onların çocukları olması. Kıt kaynaklarla okuyup iyi eğitim alan bir avuç genç ve her yerde karşılığı olan meslek erbabı yetişkinler. Zamanında, “Yurtdışına git, iyi eğitim al, gelip memleketine hizmet et,” denilen ve bu öğüde uyan insanlar.
Bir insana kal demek için, onu ikna edecek fırsatların-koşulların sunulması gerekiyor. “Vatan mevzubahis ise gerisi…” hamaseti ve benzeri sloganlar karın doyurmadığı gibi, birini mutlu da etmiyor. Ne koskoca ülke bir nargileci, ne de her genç, o nargilecilerde daracık pantolonlarının izin verdiği ölçüde oturmaya çabalayan ve çevresini boş gözlerle süzen tosunlardan biri. Yirmili yaşlardaki insanlardan söz ediyorsak eğer, doğru dürüst eğitim almış ve dünyayla az çok bağ kurabilmiş olanları, yıllar öncesinin siyasi söylemini yineleyen, geleceğe yönelik ne dediği belli olmayan siyasetçilerin boş beleş sözlerinden fazlaca etkilenmiyor artık. Ayrıca gençlerin, doğaldır ki, geçmişe dönük duygusal ve siyasal bağları zayıf. Daha doğrusu, farklı. Ortalama eğitim almış, en az bir dil öğrenmiş, mesleği sınır ötesinde de geçerli bir genç yurttaşı, üstelik ‘kamuculuğun’ şaka konusu yapıldığı ‘bireyci’ ideolojiyle yetişmişken, ülkesinde kalıp siyasal-toplumsal mücadeleye onuz vermeye ikna etmek kolay iş değil.
Meslek erbabının göçmesinin daha somut nedenleri var. Geçim derdi bunlardan biri. Hekimlerin gördüğü muamele, bir diğer neden. Uzatılan mikrofona gururla, ‘artık hekim dövebildiğini’ dile getiren biriyle muhatap olmamak, insani çalışma saatleri sonunda elde edilen kazançla iyi bir yaşam sürmek, elbette son derece anlaşılabilir ve haklı beklentiler. Söz konusu meslek mensupları ve öğrenciler, nicedir yabancı dil öğrenme ve gidecekleri ülkenin sınavlarına hazırlanma telaşında. Özellikle tıbbiyenin Osmanlı’dan bugüne en nitelikli eğitim alanlarının başında geldiğini hatırlamakta yarar var. Türkiye hekimlerini kaybediyor hızla. Ülkede tek bir anayasacı kalmazsa hiçbir şey olmaz, ancak iyi hekime, iyi mühendise, iyi matematikçiye, jeofizikçiye, işinin ehli usta ve kalfalara ihtiyacımız var.
Göçen sayısının hızla artmasının temelinde siyasal-toplumsal-ekonomik koşullar olduğuna kuşku yok. Kendileri de dile getiriyor. Birkaç yıl önce Gazete Duvar’da, sükutun yalnızca ikrardan değil, bazen de ikrahtan geleceğini anlatmaya çalışmıştım. Ülkenin şu haline bakıp -yalnızca ekonomiden söz etmiyorum-, insan hallerine, ses çıkarılanlara ve çıkarılamayanlara tanık olup da toprakla duygusal ve hatta siyasi bağları sıkılaştırmak mümkün değil. Bir iş için yurtdışına gitmek ile, öfkeyle terk etmek arasında derin bir ayrım var. Maddi sorunların üstesinden er ya da geç gelinir, ancak, örneğin çocukların istismarı karşısında suskunluk, örneğin insanın aklını yitirmesine neden olabilecek adaletsizlikler karşısında çaresizlik, örneğin cezaevinde tükenen ömürlere tanık olmak ve o tanıklığın neden olduğu çürüme hissi, örneğin toplum ortalamasının dehşet verici yolsuzluk iddiaları karşısındaki umursamazlığı, örneğin iyi eğitimli bir yurttaş kirasını ödemekte zorlanırken sokakta görseniz suratına bakmayacağınız kılıksız heriflerin üç beş yerden maaş alıp arsız ayrıcalıklarla yaşam sürmesi, örneğin öngörülemezdik, örneğin güvenlik ve gelecek kaygısı, örneğin faklı köken ve cinsel yönelime sahip yurttaşlara yönelik düşmanca (ve fena halde Batı kökenli, yani ‘emperyalist’) tutum, örneğin her yanı saran mafyatik ilişkiler… ve sesini çıkarması gerekenlerin hemen her rezalet karşısında susması, hep susması, hep susması, hep susması ve hep susması…
Buralarda, dinlemek pek âdetten değil; konuşmak, akıl vermek, dikte etmek daha makbul. Gidenleri suçlamak, yargılamak işin kolay yanı. Ya da havaalanından uçak bileti paylaşıp kalanlara hava atan birkaç şımarığa bakıp öfkeye kapılmak. Hiç kimse kolay kolay toprağını bırakıp gitmez, gidince de buradan öyle kolayca kopmaz. Yurtdışındaki tanışlarım Türkiye’de olup bitenleri benden daha sıkı takip ediyor. Kaçma, kaçıp kurtulma duygusu, giden için bir dert olsa da, ondan daha fazla, kalanı endişelendirmeli.
Cumhuriyet, tüm günah ve sevaplarıyla, asgari bir gelecek güvencesi sundu yoksul halka. Ne olursunuz aceleyle dil barajlarından, Sünni-Türk olamayanların yaşadığı zorluklardan, eşit yurttaşlık idealine uzaklıktan söz etmeyin, inanın tümünden haberdarım; söylediğim başka bir şey… Çalışan insan, az ya da çok yakaladığı fırsatlar sayesinde bir şey olabildi bu ülkede. Emeğin bir karşılığı vardı. Kurallara uygun dürüst bir yaşam sürmenin bir anlamı olduğu gibi. Bunlar büyük ölçüde yara aldı. Cumhuriyet’in yüzüncü yılına, yüz yıllık birikimin olumlu yanlarının yok edildiği, olumsuz yanlarının misliyle canlandırıldığı koşullarda giriyoruz ve ülkedeki toplam servetin yüzde 40’ının nüfusun yüzde 1’inin elinde toplandığı Cumhuriyet’in 100. yılında, gençlerin kahir ekseriyeti ülkeden kaçıp gitmek istiyor.
Hamasetle, hakaretle, bağırıp çağırmayla, boş böbürlenmeyle, yalan yanlış tarih masallarıyla, torpil kayırma ve göze sokulan hukuk dışılıklarla, inanç sömürüsüyle buraya kadar. Ne yazık ki.