Somuncu Baba
1349 - 1412 01 Ocak 1970
Asıl adı Hamîdüddin olan Somuncu baba, 1349 yılında Kayseri’nin Akçakaya köyünde dünyaya gelmiştir. Ebû Hâmid künyesi de kendisine aittir. Belgelerin bir kısmında Şeyh Hamd-i Veli, bir kısmında da Şeyh Hâmidüddin-i Veli olarak geçmektedir. Ancak, ister tabakat kitapları olsun isterse diğer belgelerde geçen Hâmid-i Kayserî, Ebu Hamîd-i Veli, Şeyh Hamîd-i Veli, Hamîd-i Aksarayî, Hamîdüddin-i Aksarayî, Ebu Hamîd Aksarayî, Hamîdüddin bin Musa, Somuncu Baba, Ekmekçi Koca isimleri tamamen burada bahsi geçen Somuncu Baba’ya aittir. Babasının adı Şeyh Şemseddin Musa El- Kayserî olup Horasan erenleri gibi Anadolu’ya gelen tasavvuf büyüklerindendir. Annesi’nin adının ise Aden Banu olduğu nakledilse de kesin değildir.
Şemseddin Musa hazretlerinin Kayseri’ye geldiği dönemlerde Horasan erenleri, Yesevi dervişleri ve Alperenler, Dar’u-l cihad kabul edilen Anadolu’ya gelerek maddi fetihten önce manevi fethi gerçekleştiriyordu. İşte bu Horasan erenlerinden biri de Şemseddin Musa idi. Şemseddin Musa, Anadolu’nun merkezi sayılacak bir yer olan Kayseri’ye yerleşmişti. Ebheriyye tarikatına mensup olan Şemseddin Musa’nın soyu 24. kuşaktan peygamberimize dayanmaktadır.
Şeyh Hamideddini Aksarayî ilk tahsilini ve tasavvuf neş’esini babasından almıştır. İlk tahsilini ve tasavvuf neş’esini babasından aldıktan sonra ilmin ileri basamaklarını Kayseri ulemasının yanında sürdürmüştür. Fen ve tabiat ilimlerini de Kayseri’de çeşitli müderrislerden okumuştur.
Devrinin önde gelen âlimlerinden “mütavil” ilimleri öğrenmiş; özellikle Tefsir, hadis ve fıkıh dersleri alarak medrese öğrenimini de tamamlamıştır. Çocukluğundan itibaren babasıyla birlikte okuduğu Arapça ve Farsça kitaplar bu dilleri iyi seviyede öğrenmesini sağlamıştır. Kendisine atfedilen “Kırk Hadis Şerhi” kitabı ve Bursa Ulu Camiinin açılışı sırasında hutbede Fatiha suresinin tefsirini yapması hem Arap diline hâkim, hem de hadis ve tefsir ilimlerinde yüksek bir birikime ve âli derecelere sahip olduğunu göstermektedir.
Babası vasıtasıyla Sühreverdiyye’nin Ebheriyye koluna intisab etmiştir. Ebheriyye, Halvetiyye’nin manevi silsilesinde yer alan Ebu Reşid Şeyh Kudbuddin Ebheri tarafından kurulan tarikatın adıdır. Somuncu Baba Ahmet Yesevi’nin meşrebinden giden babası gibi, felsefe yerine hikmeti tercih etmiştir.
Somuncu Baba, Kayseri’de ilmi hayatını tamamladıktan sonra bir müddet Aksaray’da bulunmuş, bu sırada bir müderris olan Mahmud Mazdekâni hazretlerinin kızı Necmiye sultan ile evlenmiştir. Bu evlilikten Yusuf Hakiki ve Halil Taybî adında iki çocuğu dünyaya gelmiştir.
İçinde duyduğu ve zahiri ilimlerle dolmayan boşluk hissini tatmin etmek için bir arayışa yönelmiştir. Bu arayışın tohumları çocukluk yıllarında babasıyla tedris ettiği tasavvuf dersleri ve sohbetleriyle atılmıştır.
Çocukluktan gelme bir iştiyakla mürşid aramaya başlamış, ilmini ve tasavvufî bilgisini artırmak için şarkın mühim ilim ve irfan merkezlerinden biri olan Şam’a gitmiştir. Çünkü o dönemde zahiri ve batıni ilimlerde sülûka ermek isteyen talebeler, Arap ve Acem beldelerine ilim ve irfan için seyahatler yapardı. Oralarda ilim erbabı ve marifet ashabıyla sohbetler eder, tahsili ilim ve talibi marifet eylerlerdi. Somuncu Baba da aynı yolu takip ederek ilim alanındaki çalışmalarını Şam, Tebriz ve Erdebil’de sürdürecektir.
Somuncu Baba Kayseri’den ayrılınca öncelikle Şam’a Beyazıdiyye Hankahı’na gitmiştir. Orada bulunan şeyhlerden Şadîi Rumî’nin hizmetinde bulunmuş, ilmî çalışmalarına devam ederken tasavvufî hayata yönelmiştir. Kalbî seviyesini yükseltmek için tarikat pirleri ile sohbetlerde bulunup bir müddet tasavvuf yolunda ilerledikten sonra Beyazıd-ı Bestami hazretlerinin ruhaniyetinden manevî terbiye almıştır.
Şam’da ilim ve tasavvuf makamlarını çıkarken Hızır (a.s) ile de görüşerek ondan da manevi bir feyiz almıştır. Somuncu Baba bu iki zattan aldığı manevi feyzi sebebiyle üveysi kabul edilmektedir.
Somuncu baba Şam’da Beyazıdiyye Hakkahı’nda kaldığı sıralarda tefekküratına devam ederek rahmani ve ruhani zevk ve kokular almakla beraber Şam’a gelip giden âlimlerden manevi ilme vâkıf en yüksek makamda kimin olduğunu sormakta idi. Senelerce devam eden bu arama ve beklemeden sonra Erdebil’de bulunan bir büyük zattan haber verdiler. Bu zat Safiyyüddin Erdebili hazretlerinin oğlu Sadreddîn-i Erdebilî idi.
Tebriz’in Erdebil bölgesindeki şeyhi öğrendikten sonra yola çıkar. Erdebil’e vardıktan sonra var gücüyle hocasına hizmet ederek, ilim öğrenir. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuşur. Somuncu babanın kat ettiği makamlar şeyhiyle olan yakınlığını ve şeyhinin ona olan ilgisini artırmıştır. Bu durum dergâhtaki bazı ham tabiatlı dervişleri rahatsız eder. Bazı dervişler onun Moğol hafiyesi olduğunu bile iddia eder. Fakat “Hiçbir gizli olan sonsuza dek gizli kalmaz.” kuralı gereği tekkenin duvarları gece fısıltılarını sızdırıyordu.
Tekkede fısıltılar yüksek sesle dile getirilmeye başlayınca şeyh bu durumdan oldukça üzüntü duyar. Dervişleri bir araya toplayarak bu gece sohbet halkasını kuracağını söyler ve yatsı namazı sonrası herkesin tekkenin avlusunda olmasını ister.
Dervişlerden kimisi kendini yoklar. Hakkaniyetle kendilerine sorduklarında haksız olabileceklerini düşünüp bu sohbete ve ardından çevrilecek zikir halkasına kendilerini layık görmezler. Ancak Hamideddin hep hazırdır. Çünkü yolu bellidir: aşk ve ateş! Kârı da zararı da bellidir! Yola hazır yolcu gibi dönüp ardına bakmadan gidebilecek, yaslandığı ağacın gölgesini terk edecek vaziyette…
Yatsı olmuş, tekkenin avlusu mahşer yerine dönmüştür. Dervişler; siyah cüppeleri, cüppelerinin mezar toprağını andırdığı görüntüyü tamamlayan sikkeleriyle yürüyen kabir gibidirler. Bu manzarayı gören ikinci sur’a üflenmiş, mizan kurulmuş sanar. Çok geçmeden zikir başlar. Dervişler zikrettikçe kalpler titrer, titreyen her kalp “Ya hu!” diye çarpar. Hamideddin de gözlerden uzakta, sessizce zikreder.
Dervişlerin zikirleri söz ile halvettir. Zikrin şenlendirdiği tekkenin ortası, ateş etrafında dönen kelebekler gibi dönen dervişlerle dolar. Dervişler, ateşte yandıkça döner, döndükçe yanar. Halvet halinde zaman ilerledikçe zamandan kopup kendinden geçer. Sonra uçsuz bucaksız bir seyre çıkılır. Seyirler seyran olduğunda dünyadan geçilmiştir. Ötelerin can suyu dizlere can, gözlere fer olur. “Ya hû!” dedikçe ne sınır kalır ne de duvar kalır aşılmadık. Kabe kavseyn mesafeleri kısalır, hakk ile aşina buluşma yüreklerde gerçekleşir.
Erdebil tekkesinde, Sadreddîn-i Erdebilî hazretlerinin nezaretinde yapılan zikir gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürer. Huşûya eremeyen, zikir zevkini tadamayan dervişler bir bir halkadan koparken geriye pek az derviş zikre devam eder.
Üç günü bulan zikir sonunda herkes toplanıp yaşadığı seyr-i seferi anlatır. Fakat Hamideddin yoktur yanlarında. Etrafa baktıklarında, tekkenin duvarı dibinde dünyadan geçmiş bir halde dilinde “Ya hayy! Ya hûû!” zikrini çekerken bulurlar.
Şeyh, dervişlerin içinde Hamideddin’e şöyle der:
Hamid’im! Artık bizden alacağını aldın. Sana ne biliyorsak verdik. Nasibin tamam oldu. Sen daha yükseklere çıkacaksın. Buralarda eğleşme. Var git. Bizden aldığını büyüt. Allah-u tealânın dinini insanlara öğret. Anadolu’ya git. Geldiğin yere dön. Her gelen geldiği yere döner. Topraktan gelen de toprağa… Hâmid’im! Sadece mekânları değil insandan insana dolaş. Sana bu yolda yar olacak kişi seni bulmadan sen onu bul. Sönmüş ne kadar çerağ varsa uyandır. Aşk kılavuzun olsun. Bu yolda kılavuzsuz olursan bir günlük yolun bin yıllık olur. Aşk ateşi gönül aydınlığın olsun.”
Hamideddin, Erdebili hazretlerinden böylece icazetini alıp Anadolu’yu aydınlatmak için görevlendirilince hazırlığını yapar. Birkaç günlük hazırlığın ardından, tekkedeki dervişlerle helalleşir. Fakat onun dergâhtaki, halvetteki ve zikir halkalarındaki aşkın hallerine rağmen bazı dervişler hala su-i zanda bulunmaya devam eder.
Hamideddin, yanındaki Kızıl Bedrettin ve İnce Bedrettin ile yola düşünce, ardından bakan şeyh, bazı dervişlerin su-i zannını boşa çıkarmak için onlara şöyle der:
Bir iddianız vardı. Hamidettin gözden kayboluncaya kadar ardından bakınız. Eğer dönüp ardına bakarsa bizde bir gönül bıraktı demektir. Bizim gönlümüzle ayrıldığından Anadolu ondan istifade eder. Şayet bakmazsa onun ilminden hiç kimse istifade edemez.
Gidenleri uğurlamak için Şems-i Tebriz-i makamında toplanan dervişler merakla arkalarından bakmaya başlar. Tam tepeye ulaşıp tepenin arkasına aşacağı sırada dervişlerin bakış amacı Allah tarafından Şeyh Hamideddin’e ma’lum olur. Gözden kaybolmadan önce geriye döner. Şeyhine ve dervişlere bakar. Sonra bir kez daha, bir kez daha…
Şeyh Hâmid-i Veli Kayseri’deki hizmet ve gayretlerinin ardından 1395’li yıllarda Hacı Bayram-ı Veli ile beraber Osmanlı Devleti’nin başkenti olan Bursa’ya hicret eder. Peygamber efendimizin “İnsanların içinde bulunup, onların bela ve sıkıntısına tahammül eden mü’min, dağ başına çıkıp insanlardan uzak yaşayan mü’minden daha hayırlıdır.” tavsiyesini benimseyen Şeyh Hâmid, ictimâî ve siyasi açıdan son derece hareketli bir merkez durumunda bulunan Bursa’ya gidişi, manevi bir işaret olup boşuna değildir.
Bursa’ya varınca sessiz bir köşede bir ev edinir ve bir de fırın yaptırır. Somuncu Baba'nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civârında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde nefsini terbiye etmek için kullandığı bir çilehânesi vardı.
Şeyh Hamidi Veli evinin bitişiğine yaptırdığı fırında ekmek yaparak geçimini sağlar. Merkebiyle dağdan odun getirir, geceleri hamur yoğurur, ekmek pişirir ve ertesi sabah da satardı. Pişirdiği ekmekleri çarşı Pazar gezdirip satarken “Somunlar Müminler!” diye söylemesi zaman içinde onun bu isimle anılmasına sebep olacaktı. Yaptığı ekmeklerin lezzetine doyum olmazdı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırdı.
Somuncu Baba, tasavvufun yüksek makamlarında bir veli olmasına rağmen bunu halktan gizliyordu. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret ediyordu. Böylece onun başka bir yönü daha ortaya çıkıyordu. Somuncu Baba’nın bu gizlenme tavrı onun Melamilik anlayışına sahip olduğunu göstermektedir.
Şeyh Hâmid-i Veli Kayseri’deki hizmet ve gayretlerinin ardından 1395’li yıllarda Hacı Bayram-ı Veli ile beraber Osmanlı Devleti’nin başkenti olan Bursa’ya hicret eder. Peygamber efendimizin “İnsanların içinde bulunup, onların bela ve sıkıntısına tahammül eden mü’min, dağ başına çıkıp insanlardan uzak yaşayan mü’minden daha hayırlıdır.” tavsiyesini benimseyen Şeyh Hâmid, ictimâî ve siyasi açıdan son derece hareketli bir merkez durumunda bulunan Bursa’ya gidişi, manevi bir işaret olup boşuna değildir.
Bursa’ya varınca sessiz bir köşede bir ev edinir ve bir de fırın yaptırır. Somuncu Baba'nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civârında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde nefsini terbiye etmek için kullandığı bir çilehânesi vardı.
Şeyh Hamidi Veli evinin bitişiğine yaptırdığı fırında ekmek yaparak geçimini sağlar. Merkebiyle dağdan odun getirir, geceleri hamur yoğurur, ekmek pişirir ve ertesi sabah da satardı. Pişirdiği ekmekleri çarşı Pazar gezdirip satarken “Somunlar Müminler!” diye söylemesi zaman içinde onun bu isimle anılmasına sebep olacaktı. Yaptığı ekmeklerin lezzetine doyum olmazdı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırdı.
Somuncu Baba, tasavvufun yüksek makamlarında bir veli olmasına rağmen bunu halktan gizliyordu. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret ediyordu. Böylece onun başka bir yönü daha ortaya çıkıyordu. Somuncu Baba’nın bu gizlenme tavrı onun Melamilik anlayışına sahip olduğunu göstermektedir.