Kimlik Dediğin
Abdülkadir İlgen 01 Ocak 1970
Kimlik dediğin verili, sabit bir öz değil, kendi tarihî ve sosyolojik bağlamı içinde anlam kazanan bir kabul, kolektif bir değer. Kişinin kimliği sınıf içinde vücut bulmuşsa sınıf kimliği, kabile içinde vücut bulmuşsa kabile kimliği ve nihayet ulus içinde vücut bulmuşsa ulus kimliği öne çıkar. Bu bazen köy, kasaba, şehir gibi mekâna dair bir cemaat kimliği, bazen de şu veya bu şekildeki dinî eğilimlerle ifade edilen cemaat yapıları şeklinde de tezahür edebilir.
Tarihsel süreç ve bağlamlar bir tercihten de öte bir yazgı, kişiyi aşan büyüklükteki kültürel, ekonomik, coğrafî, sosyolojik, tarihsel… belirlenimlerdir. Tıpkı Türklerde kimlik süreçlerinin devlet içinde ulusal bir bütünlük olarak belirlenmesi gibi, diğer topluluklarda da bu ayrı ayrı başka başat süreçler tarafından belirlenmiştir. Hint Alt Kıtası’nda bu çoğu kez dinî tercihler tarafından belirlenirken, İç Asya’nın Oğuzlarla meskûn bazı bölgelerinde ve bilhassa Türkmenistan gibi ciddi siyasi boşlukların yaşandığı yerlerde kabile etrafında belirlenmiştir.
Benzer bir şey Kafkasya, Arnavutluk, Lübnan dağları ve Güneydoğu Anadolu’nun bazı bölgeleri ve bilhassa Kürt aşiretleri için geçerlidir. Burada kimlik aşiret tarafından, aşiret de coğrafya tarafından belirlenmiştir. İlişkilerin büyük dağ serileri ve derin vadiler tarafından kesildiği İlirya, Kafkasya ve Arapların e-Cibâl diye tesmiye ettiği Zagros dağ serisinin egemen olduğu bu tip yerlerde yerel diller kalıcı olurken, imparatorluk dilleri olan Grekçe, Farsça, Arapça ve Türkçenin ilerleyişi buralarda kesintiye uğramıştır.
Arnavutluk’ta Grekçenin karşılaştığı durum tam olarak budur. Aynı şey, Pers, Selevkus, Roma, Arap ve Türk hâkimiyeti gibi büyük siyasal yapılara tâbi olup da bu yapıların dillerini değil de yerel dillerini kullanmaya devam eden Kürtlerin yaşadığı dağlık arazi halkları için böyledir. Aynısı Kafkasya’da yaşanmış ve orada da her su başı, her vadi ve dağ sığınağı ayrı bir dilin evi, korunağı olmuştur.
Ya Modernite
Modern Çağlarda bilhassa burjuvazi ve ulusal monarşilerin ortaya çıkmasıyla birlikte kimlik de ortak pazar, ortak kamu harcamaları, ortak ölçüler, ortak resmî dil, ortak davranışlar, ortak ordu, ortak keder ve sevinç tarafından belirlenmeye başladı. Buna rağmen Batı toplumlarında tarihsel süreç ortak bir ulusal birlik temelinde değil de sınıf temelinde şekillendiği için, ulusal kimlik de bütün her şey ve bütün bu birlikteliklere rağmen arkasında büyük bir fon gibi taşıdığı sınıf ilişkilerinin kanlı ve zorlu geçmişinin hatıralarıyla şekillendi.
Bugün, ulusal ölçekte kurulan o kadar anayasal kuruma rağmen orada hâlâ her şey sınıf temelli siyasal partiler ve bunları ayakta tutan tarihsel sosyoloji tarafından belirlenir. Gücün bu şekildeki dağılımı, o toplumların bireysel ve toplumsal olgunlukları veya gelişmişlikleriyle değil, geçirdikleri tarihsel süreçlerle ilgilidir. Bu o kadar öyledir ki, bilinçli olarak olmasa bile, derinlerde, genlerinde nefes alıp veren ve her şeyi belirleyen bilinçdışı; son tahlilde, zorbaya karşı sığınılan o arkayı, sınıf bilincinin gayriiradi eğilimini devreye sokar.
Oradaki zorba da soylu sınıfların temsil ettiği ahlak, kural, düzen ve nihayet bütün bunları ellerinde bulundurdukları yürütme ve yargı tekeliyle alt sınıflara dayatan egemenlerin kurduğu siyasal yapıdır. Ona karşı çıkan ve Batı tarihinin kanla yazılmış bütün sayfalarını dolduran da devlet karşısında ayrı bir flama, ayrı bir bayrakla konumlanmış sınıflı yapılardır.
O yüzden de Batı demokrasilerinin temellerinde var olan asıl şey, toplumun genlerine kadar sirayet etmiş tarihsel çatışma ve kavgaların yarattığı korku ve travmadır. Bütün kaygı, kaybedildiği anda bilinçdışında saklı o kaçınılmaz korku ve dehşet döngüsünün tekrar geri dönebileceğini çağrıştıran genetik koşullanma, bilinçdışına kadar sirayet eden korkudur.
Türk toplumunda ise her şey devlet temelinde belirlenmiş, her şeye hâkim rengini devlet vermiştir. Sınırları eski dünyanın bir ucundan diğerine, Uzak Asya’da Mançurya’dan Batı’da Macaristan düzlüklerine kadar uzanan Büyük Bozkır’da başkası da beklenemezdi. Burada da kural tıpkı okyanusta olduğu gibi işlemiştir.
Buranın denizleri kumlar, gemileri develer ve adaları da vahalardı. Burada her şey bireysel ve ayrı gayrı olanı ölümcül bir sonun beklediği, birlikte olanı da yaşamsal değerde bir istikrar ve refahın beklediği bir döngüde belirlenmiş, her şeye rengini bu vermiştir. Türk Tarihi o yüzden siyasal örgütlenme ve kamusal olanın birey çıkarıyla aynı, tersi durumda ise kargaşa ve kavganın her yanı sardığı belirsiz bir kaosu çağrıştırır.
İki örnekten birinde bireysel ve toplumsal yarar sınıf bilincinde, diğerinde ise ulus ve devlet bilincinde şekillenmiş, o şekilde anlam kazanmıştır. Bu iki tarihsel sürecin demokrasi ve kuvvetler ayrılığına ilişkin yansımaları ayrı bir tartışmanın konusu olduğu için şimdilik meselenin bu yanına girilmeyecektir.
Fakat sadece şu kadarı söylenebilir ki, bizim girdiğimiz tarihsel süreç gücün tek bir merkezde, devlette toplanmasıyla sonuçlanırken; Batı’da bu süreç, gücün farklı ellerde toplanmasını güvenceye alan anayasaya dayalı kamusal ve sivil kurumların doğmasına yol açmıştır.
Ulus Çağı’yla birlikte Batı’da ulusal kurumlar ve ulusal bütünlük tek bir çatı, devlet çatısı altında toplanmayı idealize ederken, oradaki gelenek; devletin bizatihi kendisinden gelebilecek muhtemel ihlalleri önleyecek tarihsel birikime sahip olduğu için, süreci daha sağlıklı biçimde atlattı. Bizde ise uluslaşma süreci devlet ve soyut bir kavram olarak ulusun kutsanmasıyla başka bir yere evirildi.
Ulus versus Ulus
Görüldüğü gibi kimliklerin ulus çatısı altında belirlenmesi de her yerde aynı sonuçları vermiyor. Birinde geçmişin çağrıştırdığı tarihsel birikim başka bir şeyi, diğerinde başka bir şeyi çağrıştırdığı için aynı kavram her yerde farklı sonuçlar veriyor. Birinde ulusun kendisi kendi kendini dengeleyecek demokratik mekanizmalar geliştirirken, diğerinde aynı süreç ulus adına ulusun üstünde ulusçuluk yaparak yeni tiranlar inşa edebiliyor.
Bizde Türkçülük tartışmaları ilk olarak sahaya sürüldüğünde bunun siyasal sonuçlarına odaklanmak yerine, meseleyi etnik bir temele indirip o şekilde anlamaya çalışan çoğu aydın, kavramın ortaya atılma gerekçesinin aslında bir demokrasi meselesi, bir çağa ve çağın getirdiklerine uyum sağlama süreci olduğunu anlayamadı.
Bugün de durum o günkünden farklı değil. Türkçülük dendiğinde Gökalp; bir tür şovenizm, kitleye tapınma veya ideolojik bir araç, siyasal bir manipülasyonu kastetmiyordu elbette. O siyasal bir örgütlenme biçimi olarak imparatorluktan ulus devlete geçişin programını yazarken, ulus kavramını; kapalı cemaat yapıları yerine açık toplumsal yapılara geçişin şekli olarak görüyor, buna dair ilk sistematik yazıları yazıyordu.
Aradan şu kadar yıllık bir zaman geçmesine rağmen ulus kavramı hâlâ dar bir iktidar elitinin tekelinde iktidarın devamı için manipülatif ve ideolojik bir araç olarak kullanılırken, toplumsal hareketlenmeler de hâlâ eskiden kalmış kapalı cemaat yapılarını yapısallaştıran bir istikamette ilerliyor.
İşin daha da tuhafı, sözüm ona eskiye ait “feodal” (!) davranış biçimlerini küçümsemeye dayalı bir gelenekten gelme iddiasındaki Türk ve bilhassa Kürt Solu, siyasal bir çözüm biçimi olarak ortaya atılan Türkçülük kavramını en ağır ithamlarla suçlarken, mesele Kürt, şu-bu vs. kimliklere gelince, bunları savunmayı bir demokrasi ve insan hakları meselesi olarak ortaya atmakta hiçbir sakınca görmüyor.
Oysa ister Türkçülük isterse başka başka bağlamlarda ortaya atılsın, her kavram kendi bağlamında anlam kazanır ve ona göre şekillenir. Gökalp’in ortaya attığı kavram, bizatihi demokrasinin kendisi, çağdaş devlete ulaşmanın bir aracı olarak yeni yurttaş tanımının merkezi, kültürel ve siyasal bir içerik olarak kullanıma girerken; bunun mütemmim cüzlerini kasten atlayarak başka bir mecraya aktaranlar da bu süreci bilerek ve isteyerek sekteye uğratıyorlar.
Bunlar bazen kendilerini Milliyetçi ve Türkçü, bazen de Sosyalist ve Anti-Türkçü bir kimlikle tanımlıyor olabilir. Her iki cephede de açık ve demokratik yapılarla tarihsel olanın yanında değil de karşısında olan bir grup, her şeyde olduğu gibi burada da meseleyi dar politik menfaatlere kurban ediyor, bilerek süreci sekteye uğratıyor olabilir.
Hal böyle olunca, o dönemde tasarlanan ‘ulus’ kavramı demokrasi ve açık toplumun en kullanışlı bir aracı, kurumsal bir bütünlük olarak kullanılmak yerine, bizatihi çatışma ve ayrışmaların kaynağı, kendisi haline gelebiliyor. O zaman da tıpkı Ali Şeriati’nin “Dine Karşı Din” şeklinde kullandığı formülasyona benzer biçimde bugün de “Milliyetçiliğe Karşı Milliyetçilik” şeklinde tuhaf bir manzarayla karşı karşıya geliyoruz.
Sona Doğru
Bugün, kimlik denilen şey bizim gibi sosyal bilimcilerin kafalarında tasarladıkları kısmî modeller içinde değil, önümüzde akıp duran ve büyük kısmını devlet ve büyük şirketlerin belirlediği rasyonellik ve zorunlu nedensellik zincirleri, geriye kalan diğer bir kısmını ise yerel ağlar ve sosyal medya bileşenlerinin belirlediği uçsuz bucaksız bir evrende yeniden tanımlanıyor.
Fakat her ne olursa olsun binlerce yıllık etkileşimlerin yarattığı o büyük hatıra, doğrudan doğruya olmasa bile dolaylı ve dolaysız yollardan bilişsel alanımızı hâlâ belirlemeye devam ediyor. Bilişsel alanın dışı, bilinçdışı ise büyük ölçüde ve doğrudan doğruya zaten o alanın etkisinde, o bağlamda şekillendiği için her ne olursa olsun bu büyük bağlamı aradan çıkarmak oldukça zor görünüyor.
Büyük bir geleneğe sahip olmak iyidir iyi olmasına da, onun tortularını temizlemek de bir o kadar zordur. Her biri artık taştan birer fosil haline gelmiş ölü hücreler ve onların bıraktığı atıklar, zaman gelir çevre kirliliği olarak önümüze dikilebileceği gibi bazen de coğrafyanın bizatihi kendisi olarak hayatımızı belirlemeye başlayabilir.
Yaşadığımız süreçlere bir de bu gözle bakmakta büyük fayda var.