Din ve Milli Kimlik: Prof.Dr. Hasan Onat ile Söyleşi
01 Ocak 1970
"Din" ve "Milli Kimlik", mezheplerin toplumsal hayata, müslümanlara etkileri, Türk Müslümanlığı ve ilgili konular hakkında Sayın Prof.Dr. Hasan Onat'ın görüşleri. Konuyu enine boyuna ortaya koyan, çok ufuk açıcı, yol gösterici değerlendirmeler...
Sayın Hocam Milli kimliğin şekillenmesinde dinin yeri nedir? Mezhep benzeri yapıların buna katkısı var mıdır?
Kimlik tartışmaları doğrudan insanın varlık yapısı ile ilgilidir. M. Castells’in dikkat çektiği gibi “Kimlik insanların anlam ve tecrübe kaynağıdır.” İnsanın kendi varlığının farkında olması, “ben kimim?” sorusunu beraberinde getirmektedir. Bu sebepten insanı ve insanı inşa eden süreçleri anlayabilmek için en uygun başlangıç noktasının bireysel farkındalık olduğu akla gelmektedir. İnsan toplum içinde, yaşarken kendini ve kendi kimliğini inşa etmektedir. Kimliğin ne olduğunu konuşmadan, milli kimlikten ve kimliğin inşaında dinin etkisinden söz etmek pek mümkün olmaz.
Öncelikle kimlik tartışmalarında konunun doğru anlaşılmasını engelleyen bazı hususlara dikkat çekmekte fayda vardır. Annelik, babalık, sahip olunan meslek gibi toplumsal hayatın akışı içinde tanımlanmış olan birtakım roller, her ne kadar kimlikle irtibatlı iseler de, kimlik olarak değerlendirilmemelidir. Bir diğer husus, bütün türleriyle “kimlik”lerin, inşa edilmiş bir boyutu her zaman vardır. Ayrıca bireysel kimlik ile kolektif kimliğin birbirine karıştırılmaması, daha doğrusu özdeşleştirilmemesi lazımdır. Bir başka önemli husus da, kimlik tartışmalarının ayyuka çıkmasının, ciddi bir tehlike işareti olduğu gerçeğidir. Çünkü, varoluşsal tehditler “kimlik”le ilgili bilinçaltını harekete geçirir. Bu arada “milli kimlik”in, bireysel kimliklerin toplamı olmadığını da unutmamak lazımdır. Milli kimlik, elbette bireysel kimlikten bağımsız değildir; ancak içinde yaşanılan toplumun tarihi tecrübesiyle, kültürüyle, zafer ve travmalarıyla, umutlarıyla ve evrensel boyut taşıyan değerleriyle inşa edilir.
Kimlik esas itibariyle insanın kim olduğuyla alakalı soruya verdiği cevaptır; bu sebepten varoluşsal bir nitelik taşır. Hayat doğal akışını sürdürdüğü, insanların varoluşsal tehdit hissetmediği güvenli ortamlarda, insanlar birbirlerinin kimlikleri ile pek ilgilenmezler; kendi kimliklerini “öteki” üzerinden inşa etmek ihtiyacı hissetmezler. Ancak kimlik tartışmalarının öne çıkması, siyasetin kimlik üzerinden yapılması, temel hak ve özgürlüklerle ilgili sorunların olduğunu, bir tür tehdit algısının hissedildiğini gösterir. Adaletin hakim olduğu, temel hak ve özgürlüklerin güvence altında bulunduğu toplumlarda, kimliklere yönelik bir tehdit algısından söz etmek pek mümkün olmaz. Kimlik, her türü ve taşıdığı boyutlarıyla toplum içinde inşa edilir. Bugün Türk kimliği gereğinden fazla gündeme geliyor ise, kendini Türk hisseden insanların, bir tür erken uyarı sisteminin de etkisiyle, geleceklerine yönelik varoluşsal bir tehdit algıladığını söylemek pek yanlış olmasa gerektir.
“Ben Türküm” demek, kendisini Türk olarak tanımlamak, sadece soy sopla izah edilebilecek bir husus değildir. Türk kimliğini Türk milletinin binlerce yıllık geçmişinden, bu süreçte ürettiği değerlerden, sahip olduğu inançlardan soyutlamak elbette mümkün olmaz. Türklerin neredeyse tamamı Müslüman olduğuna göre, İslam da Türk kimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak mütalaa edilmek durumundadır. İslam, Hz. Muhammed’e gelen vahyin kurucu ilkelerinin ışığında, onun örnekliğinde oluşan bir dindir. Ancak Araplar dahil, Müslüman olan her millet, aynı peygambere, aynı kitaba inanmış olmalarına rağmen, anlayış planında, kendi kültürlerine ve değer sistemlerine bağlı olarak birtakım farklar yaratmışlardır. Türklerin İslam anlayışı denildiğinde akla İmam Azam Ebu Hanife’nin ve İmam Maturidi’nin gelmesi, tesadüflerle izah edilebilecek bir durum değildir. İslam’ın medeniyet dini olarak tarihe geçmesinde şeref payının Türklere ait olduğunu, medeniyet mayasını Türklerin çaldığını söylemek kadirşinaslık olacaktır. Her ne kadar Türk milletinin asırlarca pek umurunda olmamış ise de, medeniyetin kurucu isimleri olan büyük alimlerin arasında Türk asıllı olanların önemli bir yer tuttuğunu söylemek de yine kadir şinaslık olacaktır. Ebu Hanife’yi ve İmam Maturidi’yi zikrettik. Farabi, İbn Sina, Ahmet Yesevi, Biruni hemen akla gelen büyük kafalardır.
Türk milli kimliği gerçekten de tarihi derinliği olan bir kimliktir. Bu kimlik dini boyutunu Ebu Hanife’nin amel-iman ayrımında ve Maturidi akılcılığında bulmuştur. Bugün eğer Türkiye her şeye rağmen, halkı Müslüman olan diğer ülkelerden biraz daha farklı ise, bunun en mühim sebeplerinden birisi cumhuriyet, demokrasi ve laiklik ise, tarihten gelen sebep de Hanefi-Maturidi temelli din anlayışı ve köklü devlet tecrübesidir.
Türkler tarihleri boyunca farklı dinlere mensup olmuşlardır. Fakat Türk kimliğinin olmazsa olmazı haline gelen din İslam olmuştur. Bu süreçte birbirinden farklı iki unsurun çapraz etkisi olduğunu düşünüyorum: Birincisi zannedilenin aksine Türkler bir gecede Müslüman olmuş bir toplum değildir; Türkler’in İslamlaşma sürecinin direnişleri de içinde barındıran yoğun dönem yaklaşık dört asır sürmüştür ve hala da devam etmektedir. Diğer taraftan Türkler’in Horasan Maveraünnehir bölgesinde, yerleşik hayatta ve medeniyet tecrübesiyle İslam’la tanışmış olmaları, Türk inanç ve değerler sistemiyle İslam arasındaki yakınlık, İslam’ın diğer topluluklardan farklı anlaşılmasını ve yorumlanmasını beraberinde getirmiştir. Bugün bile, bütün olumsuzluklara rağmen, İslam’ın en iyi anlaşıldığı ve yaşandığı yerin Türkiye olduğunu söylemek abartı olmayacağı gibi, üzerinde kafa yormayı hak eden bir tespit olacaktır.
İslam’ın yayılma sürecinde Müslüman olan topluluklar, doğal olarak kendilerine ulaşan, kurumsallaşma imkanı bulabilmiş dini yorumlar ve anlayış biçimleri üzerinden İslam’la tanışmışlardır. Mezhep ve tarikat olarak isimlendirebileceğimiz bu anlayış biçimlerinin de, içinde yaşanılan ortamın ihtiyaçlarına göre ya insan davranışlarını düzenleyen fıkhi boyutu, ya inanç boyutu ya da ahlak boyutu ön plana çıkmıştır. Bazen bunların iç içe girdikleri, bazen de sadece birisinin ve ikisinin öne çıktığı görülebilmektedir. Bu bakımdan yeni Müslüman olan toplulukların din anlayışlarında, daha çok kendilerine sunulan İslam yorumları ve sahip oldukları inanç ve değerler sistemi belirleyici olmuştur. Türklerin en büyük şansının İslam’ın, Ebu Hanife’nin temsilcisi olduğu Ehlu’r-Rey çizgisindeki akılcı yönü ağır basan bir anlayış üzerinden İslam’la tanışmaları olduğunu düşünüyorum. Maturidiliğin, yer yer içi boşaltılmış olmasına rağmen, hala bir şekilde etkin olmasının, en azından unutulmamasının sebebinin Hanefi-Maturidi düşünce sistemi olduğu kanaatindeyim.
Günümüz Türk dünyasında mevcut din anlayışının milli kimlikle irtibatı tahlil edildiğinde, pek iç açıcı olmayan bir tablo karşımıza çıkmaktadır. İslam dünyasında yaşananlar, Müslüman olmayanlar bakımından İslam’ın şiddetle özdeşleştirilmesini kolaylaştırdığı gibi, Müslümanlar açısından da dinin birleştirici, sosyalleştirici gücünü oldukça zayıflatmıştır. Türkiye bile din eksenli “güven” duygusu çok düşük düzeydedir. Din, mevcut anlaşılma biçimi ve din diliyle siyaset dilinin özdeşleşmiş olması sebebiyle, maalesef birtakım ayrılıkçı duruşlara meşruiyet kazandırmaya başlamıştır. Türkiye’de bile din-kimlik ilişkisi, tahmin edilenden daha fazla sorunlu hale gelmiştir. Sorunların dinle irtibatının cesaretle tartışılamaması, sorunun vahametinin görülmesini engellediği gibi, sorunların gittikçe daha da derinleşmesine yol açmaktadır.
Türklerin dinle imtihanı tarihte olduğu gibi, bugün de gerçekten çok çetin geçmektedir. Bir yandan din denildiğinde akan suların durduğu; dini nitelikli hiçbir söylemin, dini nitelikli hiçbir davranışın eleştirel çerçevede anlaşılmak istenmediği görülmektedir. Türkler, içinden geldikleri Hanefi-Maturidi geleneğe aykırı olarak, dinle aklın birbirini tamamlaması gerektiğini, aklı olmayanın dininin de olmayacağını görmek istememektedirler. Bu durum, din istismarını kolaylaştırmakta ve uzun vadede milli kimliğin dinle ilgili boyutunun ciddi olarak tahrip olmasına yol açmaktadır. Milli kimliğin özünde olması gereken din-kimlik dengesi bozulduğunda milli kimlik de anlamını yitirmektedir. Irak’ta yaşayan, nüfusları hiç de küçümsenemeyecek oranda olan Türkmenlerin mevcut durumu, ne demek istediğimizi açıklayan bir örnektir. Türkmenlerin bir kısmı Sünni, bir kısmı ise Şiidir. Bu acı gerçek, Türkmenlerin Şii-Sünni çatışmasının da ötesinde, birbirilerini tüketmesine, Türkmen varlığının unutulmasına sebep olmuştur. Sünni Türkmenler, farklı dini grupların içinde birbirleri ile karşı karşıya gelmektedirler. Bu vesileyle bir başka tespitimizi de paylaşmak isteriz: Şiilik İran’da, Fars asıllılarda Farslılık bilincini diri tutarken, Türk asıllılarda Türklük bilincini minimize etmektedir.
İslam’ın asırlarca bayraktarlığını yapan, İslam medeniyetinin mimarlarından olan Türkler, bugün gelinen noktada, çarpık din anlayışlarının da etkisiyle, Türk milli kimlik bilincini yitirme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Belki de küresel kimlik krizinin etkisiyle, zaman zaman “önce Türk müsün, Müslüman mısın?” gibi sorular etrafında Türklük ve İslam’ın birbirinin alternatifi gibi sunulmak istendiği görülmektedir. Bu bağlamda Türklük’le ve Türk kimliği ile ilgili her türlü vurgu “ırkçılık” olarak damgalanabilmektedir. Hatta “milliyetçilik” bile ırkçılık sayılabilmektedir. Oysa bir gerçeği dile getirmek, bir hakkı teslim etmek olacaktır: Müslüman milletler içinde ırkçı olmayan tek millet Türklerdir. Bu millet sırf Hz. Peygamber’e saygısından dolayı Araplara özel bir saygı göstermiş; özellikle Hz. Peygamber’in soyundan gelenleri baş tacı etmiştir. Türklerin köklü devlet geleneği, değerler sistemi ve İslam’ın evrensel ilkeleri, onların ırkçı olmasına izin vermemiştir. Devlet geleneği var ise, hakim unsur, devletin bekası için diğer topluluklara üstten bakamaz; daha doğrusu onları aşağılayamaz. Bir kimsenin kendi soyunu sopunu sevmesi, başkalarını ötekileştirmediği, aşağılamadığı müddetçe kötü bir şey değildir. Milli kimliğin getirdiği bir sorumluluk olan milliyetçilik, farkılıklarla birlikte yücelme ve kendi değerlerini evrensel ölçekte inşa etmek anlamına gelmektedir. İslam, insanlar arasında üstünlük ölçüsü olarak “takva”yı, yani sorumluluk bilincini öne çıkartmıştır. Milliyetçilik kendisi kalarak medeniyet yolunda yarışmak şeklinde de anlaşılabilir.
Dinden bütünüyle bağımsız bir milli kimlik düşünülemeyeceği gibi, mezhep ve benzeri oluşumların dinin yerini alması da, yine milli kimliğin sağlıklı bir şekilde oluşmasına engel olur.
Peki Hocam şöyle bir şey ekleyebilir miyiz burada: Yani Türklük nesepten, soydan daha ziyade tarihi bir vaka olarak karşımıza çıkıyor diyebilir miyiz?
Elbette daha önce de ifade etmeye çalıştığım gibi, Türk kimliği, binlerce yıllık bir devlet geleneğinden, kültürden ve değerler sisteminden beslenerek inşa edilmiştir. Bugün de, geçmişte de kendisine “Türk” denilen bir topluluk hep var olmuştur. Türklük bu bakımdan tarihsel bir gerçekliktir. Türkler insanlık tarihinin en köklü milletlerinden birisidir. Ancak Türk kavramının tarihsel akışa bağlı olarak, zaman zaman farklı içerikler kazandığını da görmekte fayda vardır. Mesela 16. asırda bile Avrupa’nın pek çok yerinde Türk demek Müslüman demek oluyordu.
Dün olduğu gibi bugün de Türkçe diye bir dil, Türk diye insanlık tarihinde iz bırakmış bir millet vardır. Türkçe, Türkçe konuşanlar pek farkında olmasalar da, bugün de bir dünya dilidir. Balkanlarda, Kafkaslarda, İran’da, Suriye’de, Irak’ta Türkçe ile iletişim kurabilirsiniz. Kırgız, Kazak, Türkmen, Özbek vb. toplulukların dili Türkçedir. Mısır’da, Çinde, Hindistan’da ne kadar Türk yaşadığı konusunda elimizde hiçbir veri yoktur. SSCB döneminde Türk akraba topluluklarının Türklük ile irtibatları kopartılmak istenmiş ise de, enkazın altından İslam ve Türklük çıkmıştır. Türklerin ırkçı olmayışları ve dini hassasiyetlerinin yüksek olması, bazen kendi dillerine, kültür ve değerler sistemine yeterince sahip çıkılmaması gibi bir sonuç doğurtmuştur. Buna rağmen, çekirdek Türklüğün etrafında, Türklerin ve kendisi Türk hissedenlerin tarihsel akışta inşa ettikleri kültür ve değerlerle bezeli, tarihi bir vakıa olarak, insanlığın akışına vurulan damga ile kendisini açık eden bir Türk kimliği mevcuttur. 1876 Fransız İhtilali’nden sonraki, tüm dünyada etkisi hissedilen gelişmelerin Türk kimliğinin yeniden inşaı bakımından da önemli olduğuna işaret etmekte fayda vardır. Osmanlı şemsiyesinden çıkan Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Macaristan gibi Balkan devletleri; Suriye, Irak, Suudi Arabistan gibi Ortadoğu’da; Mısır, Tunus, Libya gibi Afrika’da ortaya çıkan devlet veya devletçikler, ister istemez Türklerin kendilerine bakışını değiştirdiği gibi, Türklük ve milliyetçilik algılarıyla birlikte Milli kimlik algısını da değiştirmiştir. Osmanlı’nın son iki asrında Türkler, yavaş yavaş kendi köklerini aramaya başlamışlardır. Tanzimat sonrasındaki “Latin alfebesi”ne geçmek de dahil yapılan tartışmalar, Cumhuriyetin ilk on yılında yapılan ınkılapların mayasını oluşturmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, Türk Tarih Kurumu’nun, Türk Dil Kurumu’nun kurulması işte bu arayışların bir neticesidir.
Türklük elbette tarihi bir vakıadır. Ne var ki, Türkler’in kendi geçmişlerini kendilerinin araştırmaması, kendi tarihlerini, yaşanan gerçekliklerden çok, siyaset merkezli ve hamaset üzerinden inşa etmeleri, bugün bizi meşgul eden sorunların önemli bir kısmının en mühim sebebidir. İlk İslam ansiklopedisini yazanların gayri Müslimler olması gibi, Türk Tarihi ile uğraşanların önemli bir kısmı da Türk olmayanlardır. Mesela, Türklerdeki konar- göçer hayata yönelik vurgu, insanlık tarihinde en erken yerleşik hayata geçen, yazıyı kullanan, medeniyet yaratan milletin Türkler olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesine yol açmıştır. Türk dilinin anlam ve öneminin bugün bile yeterince anlaşılabildiğini söylemek pek mümkün değildir. Mesela günümüz Türkçesinde hala kullanılan 70 kadar kelimenin, okunabilen Sümer yazılı belgelerinde mevcut olduğu tespit edilmiştir. Bu durum bile, Türkçe’nin 5000 yıl öncesinde ne kadar etkin bir dil olduğunu göstermektedir. Kendi Türkologlarımızı, kendi Antropologlarımızı yetiştirebilirsek, sanıyorum kendimizle, kendi geçmişimizle ilgili pek çok algıyı değiştirmek zorunda kalacağız.
Türklükle ilgili iddiası olanlar, Türk olmaktan gurur duyduğunu söyleyenler bunun bir sorumluluk gerektirdiğini de bilmek durumundadırlar. Kendi geçmişini bilmeyen, kendi tarihini yazamayanlar, başkalarının gösterdikleri yolun dışına çıkamazlar.
Mesela Macarlar var hocam.
Bu alanda Macarların da olması bir şanstır. Macarlardan Türkolog çıkması kendi köklerindeki Türklük izinden ya rahatsız olmak ya da onu keşfetmek arzusuna yönelik olmalıdır. Bu sebepten Macar Türkologların Türk tarihinin anlaşılmasına ciddi katkı sağladıklarını düşünüyorum. Batılıların içinden yüzlerce oryantalist ve Türkolog çıkmıştır. Bizlerden, kendi geçmişimizle ilgilenenlerin önemli bir kısmı, biraz da Batı’nın etkisiyle, onların açtığı çığırda yürümüşlerdir. Batıyı, Batılıların Doğuyu araştırdıkları gibi araştıran, Batı uzmanı alimlerimizin mutlaka yetişmesi lazımdır. Kendi geleceğimizi kurmak ve özne olmak gibi bir niyetimiz var ise, bu ancak kendi geçmişimizi ve değerler sistemimizi doğru anlamakla ve hakikate uygun olarak kendi tarihimizi inşa etmekle mümkün olabilir. Maalesef biz Türkler, kendi geçmişini araştırmak yerine onu kutsallaştırmayı tercih ediyoruz. Maziye destan düzmek, hamaset ile yaklaşmak onu doğru anlamayı engeller. Bugün yaşadığımız sorunların önemli bir kısmının Türk tarihini araştıran antropologların, etnologların, Türkologların çoğunun yabancı olmasıyla da alakalı olacağı akla gelmektedir. Sanıyorum “el elin eşeğini türkü çığırarak arar” ifadesini hatırlamanın tam yeridir. Siz kendi geçmişinizi anlamak için emer harcamaz, kendi geleceğinizi kurmak için projeler geliştirmez iseniz, en iyimser ihtimalle, sizinle ilgili projelerin bir parçası olursunuz. En kötü ihtimal, sizin geleceğiniz, sizin dışınızdaki birtakım güç odaklarının ipoteğinde olacağı gerçeğidir. Burada çok net bir cümle kuracağım: Batı ve batılı bilim paradigması özellikle sosyal bilimlerde Batı söz konusu olduğu zaman birleştirici, batının dışındakiler söz konusu olduğunda da ayrıştırıcıdır. Bu tuzağa da dikkat etmek lazım.
Türklerin, geçmişte de, bugün de, Almanya veya İtalya’da örneklerini gördüğümüz bir şekilde ırkçı olmadıklarını söylemiştik. Kendi geçmişini doğru anlamamak ve kendi tarihini hamasetle, yaşanan gerçekliklerden uzak bir şekilde inşa etmek, toplumun geleceğini tehdit eden bazı sorunları beraberinde getirmektedir. Mesela bir şeye dikkat çekmek istiyorum: Beni korkutan; bir “Kürt düşmanlığı” üzerine gelişmekte olan “Türkçülüktür”. Buna dikkat etmek gerekiyor çünkü ben tepkisel olan hiçbir şeyin kalıcı, sağlıklı olacağına inanmıyorum. Irkçılık, anne sütüyle yeni nesillere aktarılır. Ve bu da bizde olmayan bir özelliktir. Ancak bunların olmaması olmayacağı anlamına gelmez. İşte o yüzden Kürt düşmanlığı üzerine inşâ edilmekte olan, gençler arasında yayılan bir Türkçülüğün son derece riskli, Türk tarihine de, Türk değerler sistemine de, İslam’a da aykırı bir şey olduğuna dikkat çekmek isterim. Dinin kimliğin şekillenmesindeki rolü Türk tarihini bir bütün olarak gördüğünüzde kendini gösterir. Fakat burada çift yönlü bir ilişki var. Devletin gücü azalınca din adına ayrılıkçı duruşlar artıyor; devlet güçlenince ayrılıkçı duruşlar azalıyor. Tek Tanrı/Gök Tanrı inancı İslam öncesi dönemde toplumsal açıdan sembolik bütünleştirici bir nitelik taşıyordu. İşte İslam’daki Tevhid gerçeği Gök Tanrı inancının yerini almıştır. Burada asıl sorulması gereken, bugün en büyük riskin bu bağlamda ne olduğudur. O zaman derim ki, dinin yerini mezhep, cemaat ve tarikat türü, alt kimlikle karşılanabilecek oluşumların alıyor olması, hem milli kimlik, hem de toplumun birlik-beraberliği, dirlik- düzeni açısından en ciddi sorunlardan birisidir. Şu anda Türkiye’de ve Türk dünyasında Türkleri bekleyen en ciddi tehlikenin dinin yerini bizatihi mezhep, cemaat ve tarikatların alması olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Din birleştirir ama dinin birleştirici vasfını siz cemaate, mezhebe, tarikata transfer ettiğiniz zaman bu sefer din, ayrıştırmaya başlar. Çünkü sadece o dar oluşumlar üzerinden dinin fonksiyonları etkili olmaya başlar ki bu şu an da gözle görülecek bir biçimde Türk dünyasını bekleyen en ciddi problemlerdendir.
Peki şöyle sorabilir miyiz: Sizce dinin yerini alan yapılanmalar dediğimiz “mezhep, cemaat ve tarikatlar” kimlik/milli kimlik inşâ edebilir mi?
Bir toplumda adalet yoksa, temel hak ve özgürlüklerle ilgili sorunlar var ise, din konusunda da birtakım ciddi sorunlar var demektir. Bunun en kolay görünür şekli, sonradan dinle ilgili bazı yorumlar doğrultusunda ortaya çıkan mezhep, cemaat, tarikat vb. oluşumların dinin yerini almaya başlamasıdır. Bu tür oluşumlar, esas itibariyle beşeridir; insanlar tarafından yaratılmıştır. Bunlar üzerinden asla toplumsal bütünlük sağlanamaz. Bunlarla milli kimlik asla inşa edilmez. Şöyle ki, bunlar aslında tüm toplumlarda benzerlerine rastlayabileceğiniz türde oluşumlardır. İslam söz konusu ise Peygamberin sağlığında mezhep yoktur, cemaat yoktur, tarikat yoktur. Öyle ise bu ne anlama gelir? Mezhep, cemaat, tarikat vb. dini oluşumların hemen tamamı Peygamberin vefatından sonra ortaya çıkmıştır. Bunların tamamı beşeri oluşumlardır. Daha önce de dikkat çekmeye çalıştığım gibi bunların hiçbirisi din ile yani İslam ile aynileştirilemez.
Bu bağlamda mezhep, cemaat ve tarikat yapılanmalarının da beslendiği, Kur’an’ın kurucu ilkelerinden oluşan, çekirdek / öz olarak bir “din” vardır. İşte kimliği oluşturan aslında temeldeki bu “öz”dür, çekirdektir. Din eğer bir bütün olarak, üst kurucu unsur olma fonksiyonunu cemaate, tarikata, mezhebe devrederse milli kimliğin oluşmasında tam tersi ayrıştırıcı etki yapmaya başlar ve milli kimliğin oluşmasını engelleyen bir faktör olur. Şimdi buradan şöyle bir sonuç çıkmaz: Mezhep, cemaat ve tarikat benzeri oluşumları yok edelim ki milli kimlik oluşsun. Hayır, eğer milli kimliği oluşturacaksanız; bu milli kimliğin oluşmasında dinin yeri, rolü sağlamca tespit edilmeli ve alt gruplara, beşeri oluşumlara kendisini dinin yerine koyma ya da din adına toplumu ayrıştırma fırsatı verilmemelidir. Bunun için de olması gereken; toplumun neyin “din”, neyin “din değil” olduğu konusunda sağlıklı bir bilgilendirme süreci yaşaması ve sağlıklı bir bilinç kazanmasıdır. Bu tür oluşumlar var mıdır? Geçmişte vardı, bugün de var. Burada tehlike veya sorun, bu oluşumların kendisinde değildir. Sorun, bunların dinin yerine ikame edilmesindedir.
Şimdi bunu biraz daha netleştirmek isterim. Mezhepler bir vakıadır. Özellikle fıkhi mezhepler üzerinden bakalım; Hanefilik üzerinden konuşalım ki konu daha kolay anlaşılsın: İmam-ı Âzam Ebu Hanife, bana göre İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük kafalardan birisidir. “Ben mezhep kuruyorum” diye ortaya çıkmamıştır. Büyük bir âlimdir. Yetiştirdiği öğrenciler vardır ve daha sonra onun öğrencileri Abbasi Devleti’nde önemli görevlerde bulunmuşlardır. Dolayısıyla Ebu Hanife’nin fikirleri hem kurumsallaşma imkanı, hem de toplumun en uç noktalarına kadar yayılma fırsatı bulmuştur. O yüzden de Hanefiliğin teşekkülü Ebu Hanife’nin vefatından çok daha sonradır. Peki, ne yapmıştır Ebu Hanife? Din ile ilgili kendi görüşlerini temellendirmiştir. Öğrencileri de o görüşler üzerinden yürümüşlerdir. Burada üç şey çok önemlidir: 1. Ebu Hanife'nin söylediklerinin bir kısmı o zaman da doğrudur, bugün de doğrudur. 2. Bazıları o zaman doğrudur ama bugün yanlış olabilir. 3. Bazıları da o zaman da yanlıştır, bugün de yanlıştır. Nitekim Ebu Hanife’nin zaman zaman öğrencilerinin itirazlarını haklı bulduğu, hatta onların görüşlerine katıldığı bilinmektedir. Burada dikkat çeken en mühim husus şudur: Ebu Hanife kendi söylediklerinin din olduğunu iddia etmiyordu. Fıkıh tabirini kullanıyordu. Fıkıh anlayış demektir; Ebu Hanife, dinden anlayabildiklerini öğrencileri ile paylaşıyordu. O zamanki koşullarda Ebu Hanife, insanların dinle ilgili sorunlarına, kendi içtihadıyla, düşünceleriyle, görüşleriyle çözüm üretti. Bunlardan kalıcı olan kabul görenler bugüne kadar ulaştı ve Hanefiliği şekillendirdi. Dolayısıyla Ebu Hanife kendi görüşlerinin din olduğunu iddia etmediği gibi talebeleri de onun görüşlerini din gibi algılamadı. Hanefi-Maturidi çizgiyi diğer mezheplerden farklı kılan hususlardan birisi işte bu gerçektir. Bu durum, mezhebin dinin yerini almasını uzun süre engellemiştir. Bu sebepten bizim sorunumuz Hanefilikle değildir. Hanefilik değişerek dönüşerek bugüne geldi; maalesef daha sonra bazı kimseler Hanefiliği de dinin/İslam’ın yerine ikame etmeye kalkıştılar. Bugün aslında İslam coğrafyasının şiddete evrilmesinde Hanefilik belki en az etkili olandır. Onun dışında fıkhi anlayışların bir şekilde dinin yerine ikame edilmesinin ciddi bir sorun olduğunu düşünüyorum. Daha açık bir ifade ile Müslümanların bugün en temel sorunlarından birisi “fıkhın dinleşmesi”dir. Bir süre sonra içtihat kapısının kapatıldığı iddiaları ortaya çıktı ve daha sonra da alimlerin görüşleri ve onların etrafında oluşan gelenekler dinin yerine ikame edilir oldu. Bu söylediğimin fıkıh bağlamında en açık kanıtı nedir? Edille-i erba, edille-i şer’iyye de denilir. Bunlar aslında fıkhın kaynaklarıdır. “Kuran, sünnet, icma, kıyas”, Fıkhın ilkeleridir. Siz bunları dinin kaynağı olarak alırsanız fıkhı dinleştirmiş olursunuz.
Diğer taraftan siyasi-itikadi mezhepler boyutuna bakarsanız, siyasetin din anlayışında belirleyici olmasının, dinin itikadi boyutunu da etkilediğini acı bir şekilde görebilirsiniz. İşin gerçeği, Kur’an ortada dururken, Hz. Peygamber “en güzel örnek” iken, itikatta bağlayıcı olacak bir mezhepten söz etmek pek mümkün değildir. Buna rağmen, Müslümanlar itikat alanında da pek çok mezhep yaratmayı başarmışlardır.
Mezheplerin yerini ve konumunu doğru belirleyebilmek için şu gerçeklerin bilinmesi ve doğru anlaşılması gerekmektedir: İslam’a göre iman bireyseldir, sorumluluk da bireyseldir, cennete de hak eden gider. Bu sebepten, itikatta mezhep olmaz, olmaması gerekir. Çünkü Hz. Peygamber bile yeni bir iman esası getiremez. O, doğrudan Kur’an’a uymak zorundadır ve Kur’an’la mukayyettir. Fıkhi anlamdaki anlayış farklılıklarına dayalı gelenekler oluşmuştur, oluşabilir. İnsanlar bu gelenekleri hazır bulabilirler. Fıkhi mezhepler dinin yerine konulmadıkça bir zenginlik olarak anlaşılmalıdır. İnsanlar annelerini, babalarını seçmedikleri gibi, içine doğdukları gelenekleri de seçememektedirler. Bu bakımdan mezhepleri anlamak, insanların kendi kültürlerini, kendi düşünme sistemlerini anlamak anlamına da gelmektedir. Tekrar ediyorum, itikatta mezhep olmaz. Her Müslüman birey kendi inancını doğrudan Kur’an’ın kurucu ilkeleri ekseninde kendisi kurmak, inşa etmek zorundadır. Bir başka deyişle, Kur’an’da belirtilen iman esasları Tevhid, ahiret ve nübüvvettir. Bir insan bu temel iman esaslarına bilerek, kendi hür iradesiyle inanırsa, Müslümandır ve İslam dairesi içerisindedir. Bu sebepten “hak mezhep”, “batıl mezhep” kavramlarının da yanlış olduğunu ifade etmek durumundayız. “Dört hak mezhep” ifadesi en yanlış ifadelerden birisidir. Bakın dört hak mezhep diyeceksiniz; Hanefilik, Şafilik, Malikilik, Hanbeliliği ortaya koyacaksınız. Bunun dördüncü asırdan itibaren kurumsallaştığını, bu kavramın oluştuğunu unutacaksınız ve ondan sonra milli birlikten söz edeceksiniz… Ne kadar büyük çelişki bu, bunu görebiliyor musunuz? O yüzden de ısrarla diyorum ki; bu fıkhi mezhepler bir gelenek oluşturmuştur. Bize düşen onları anlamaktır ama unutmayalım bunlar beşeri geleneklerdir. Bu söylediklerimden çıkan sonuç mezhep, cemaat, tarikat vb. oluşumların adı ne olursa olsun hiç bir şekilde İslam diniyle özdeşleştirilemeyeceği gerçeğidir. O zaman karşımıza şöyle bir gerçek daha çıkar: Bu tür oluşumların beşeri oluşumlar olduğunu anladığınız zaman, ne o mezhebe mensup olanlar kendi görüşlerini dinin yerine ikame edebilirler; ne de birileri, farklı mezheplerden dolayı başkalarını İslam’ın dışına itebilir. Aslında bu dikkat çektiğimiz hususlar Müslümanların başını ağrıtan tekfir mekanizmasının da ilacıdır. Zira İslam dünyasındaki çatışmalar mezhepler üzerinden meşrulaştırılmaktadır. Müslümanlar farklı Müslüman grupları kolaylıkla tekfir edebilmektedir. Burada da meşruiyet, çarpık mezhep anlayışından kaynaklanmaktadır. Eğer biz, mezheplerin beşeri oluşumlar olduğunu düşünebilirsek, burada esas olanın Kur’an’daki kurucu ilkeler ve “İslam ortak paydası” olduğunu insanlara anlatabilirsek, o zaman farklılar zenginlik olarak anlaşılma imkanı bulur. Şu anda yapamadığımız şey işte budur. Şayet mezheplerin, cemaat yapılanmalarının ve benzerlerinin milli kimliğin oluşumuna katkısı isteniyorsa ya da milli kimliğin oluşumunda zarar vermesi, hasar yapması önlenmek isteniyorsa yapılacak tek şey, bu tür oluşumların asla dinle özdeşleştirilmemesi gerektiğidir. Tekfir mekanizmasının önüne de ancak böyle geçebilirsiniz.
Önemine binaen tekrar etmek istiyorum: Bir insan kim olursa olsun, hangi mezhepten, hangi meşrepten olursa olsun; Kur’an’a, belirtilen temel iman esaslarına inanıyorsa o insan Müslümandır ve İslam dairesi içindedir. Bu temel ortak payda bilinci kazanılırsa, bunun üzerine bir insanın Şii veya Sünni olması, farklı tarikatlardan, mezheplerden olması ciddi bir sorun teşkil etmez. Çünkü tekfir mekanizması işlemez olur; ötekileştirme pek kolay olmaz. İşte o zaman da farklılıklar zenginlik olarak anlaşılabilir. Herhangi bir mezhebe “hak mezhep” dediğiniz andan itibaren hem o mezhebin “beşeri oluşum” olduğu gerçeğini gözardı etmiş oluyorsunuz, hem de diğer mezheplerin “batıl” olduğunu söylemiş olursunuz. Her mezhep, bir de hadisi kullanarak, sadece kendisinin hak mezhep olduğunu, sadece kendisinin “fırka-i naciye” olduğunu iddia etmeye başlar. Aslında bu farkında olarak ya da olmayarak o mezhebin kendisini dinleştirmesidir. Bakın, Kur’an asırlar öncesinde Müslümanları nasıl uyarıyor; bu muazzam bir uyarıdır. Ayet diyor ki: "Dinlerini parça parça yapanlar gibi olmayın. Her hizip, her topluluk sadece kendi sahip olduğuyla, kendisiyle övünür."[1] Hakikaten müthiş bir uyarıdır, bu… Eğer şu anda biz, dini gruplara bir bütün olarak bakarsak; mezhep, cemaat, tarikat yapılanmalarının manzarası, Kur’an’ın bizatihi eleştirdiği bu manzaradır. Herkes o meşhur 73 fırka hadisindeki[2] “kurtuluşa eren fırka”nın kendisi olduğunu iddia ediyor. Ben de diyorum ki, şu anda Müslümanların bu mevcut manzarası görme engellilerin fil tanımına benziyor. Filin hortumunu tutan diyor ki fil boruya benzer, kulağını tutan diyor ki fil yelpazeye benzer, filin bacaklarına dokunan diyor ki fil sütuna benzer, “Hasan Onat” da diyor ki filin hortumunu boruya, kulağını yelpazeye benzetebilirsiniz; ama fil ne sütuna, ne boruya, ne de yelpazeye benzer. Müslümanların İslam’a yaklaşma, İslam’ı anlama biçimleri tam da böyledir; herkes kendi tuttuğu yeri “gerçek İslam” zannediyor. Hak mezhep - batıl mezhep kavramları bu algının çarpıklığını kolaylaştırıyor. Bizim ana kaynağa giderek yani Kur’an’daki kurucu ilkeleri esas alarak, bir “İslam anlayışı” inşa etmemiz gerekiyor ve bu anlayış ancak Kur’an’ın kurucu ilkeleri ekseninde peygamberin örnekliğinde inşa edilirse, siz İslam’ın 14 asırlık süreçte değişerek, dönüşerek bugüne nasıl geldiğini de anlayabilirsiniz. Müslümanların bu gelenekte bilim alanında ve diğer alanlarda beşer olarak yaptıkları katkıları da görebilirsiniz. Bu süreçte ortaya mezhep vb. oluşumların beşeri oluşumlar olduğu gerçeğini de anlayabilirsiniz.
Kısaca ifade etmek gerekirse, mezhep, cemaat ve tarikat gibi beşeri oluşumları din ile özdeşleştirmek hem İslam’a aykırıdır, hem de dinin milli kimliğin oluşumda birleştirici, bütünleştirici işlevini büyük ölçüde ortadan kaldıran bir sonucu beraberinde getirir. Dini bu tür beşeri oluşumlar üzerinden okumak ve anlamak, sonuçta her türlü ayrılıkçı duruşun din üzerinden meşruiyet devşirmesini kolaylaştırır. Dinin gelenekle bütünleşmesine, daha doğru bir ifade ile geleneğin dinlemesine sebep olan hususların başında da, dinin temel özelliklerinin birtakım beşeri oluşumlara kaydırılması olduğunu tespit etmek mümkündür.
Böylece hocam özellikle doksan ve sonrası karşılaştığımız bir vaka olarak etnik milliyetçiliklerin de önüne geçmiş oluyoruz değil mi? Yani bir kimlik parçalanması olarak gördüğümüz etnik milliyetçiliklerin de.
Şimdi onun önüne geçilebilir mi onu bilmiyorum. Onu düşünmek lazım, ona ayrı bir açıdan belki bakmak gerekir. Sadece ayrılıkçı duruşların dinden meşruiyet devşirmesini engellemiş olursunuz. Yani İslam’ın kurucu unsurlarını öne çıkarttığınız zaman birtakım ayrılıkçı duruşlar dinden beslenerek kendilerine meşruiyet alanı açamazlar, olabilecek şey budur. Aslında etnik milliyetçiliğin ve onun önüne geçebilmenin yolu, belki burada dinden de yararlanarak “insanın bizatihi değer olduğu” gerçeğini bilinç düzeyine taşımaktır. Kendisinin dışındaki toplulukları aşağılama, değersizleştirme, ötekileştirme olmadığı müddetçe etnik milliyetçilikten söz etmek biraz zor olur. İslam ortak paydası bilinci diri olursa, farklı etnik gruplar bile hayırda yarışmaya başlarlar. Temel hak ve özgürlükler güvence altında ve adalet devletin dini olursa, özgür bir ortamda insanlar yaratıcı yetilerini etkin kılabilirler. Üretmek için yarışan, özne olmayı başarabilen insanlar birbirleri ile uğraşacak zaman bulamazlar.
Türkler arasında etnik milliyetçilik olarak tavsif edilebilecek eğilimlerin güçlenmesi, en başta Türklerin ve Türk değerler sisteminin aleyhine bir durum olacaktır. Zaten var olan kimlik krizini daha da derinleştirecektir. Bunun bir adı da kimlik parçalanması olabilir.
İnsanların farklı kimliklere sahip olmalarına rağmen güven içinde bir arada yaşayabilmeleri, varlıklarına yönelik bir tehdidin olmamasına ve insanların kendilerini özgürce ifade edebilmelerine bağlıdır. İnsanın öfkesi her ne sebeple olursa olsun haksız yere engellendiği ve adam yerine konulmadığının anlaşıldığı anlarda kabarmaktadır. Benim sıklıkla dile getirdiğim bir söz vardır: Allah’ın affetmeyeceği tek günah şirk, insanın affetmeyeceği tek davranış onuruyla oynanmasıdır. Kimlikle ilgili her türlü aşırılığın arka planında “onurla oynama”nın yattığını görmek mümkündür.
Burada kast ettiğim; aslında asimilasyon değil aksine o farklılığın o bütünlük içerisinde bir zenginlik olarak kendini var etmesi, değil mi Hocam? Yani kimse ana gövdeden ayrılmayacak, onun ayrılmasını engelleyeceğiz fakat bir zenginlik olarak o farklılığın o bütünlük içerisinde yer almasını sağlayacağız.
Bakın, burada aslında çok basit bir kural var, İslam bunu ortaya koymuş. Kitabında diyor ki Cenab-ı Hakk: “Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Sizi kabilelere, şubelere ayırdık ki "li teârafû" birbirinizle tanışasınız, birbirinizle -bunu Elmalılı Hamdi Yazır çok güzel bir anlam veriyor- iyilik yolunda, medeniyet yolunda yarışasınız diye.”[3]. Yani insanlar, hiçbirimiz; kendi etnisitesini, soyunu, aidiyetini seçmedi; öyle bir şansımız da yok. Fakat Kur’an’ın bu uyarısı son derece önemli. İnsanın bir soyunun sopunun olması, ülkesinin olması son derece doğaldır. Soyundan sopundan dolayı siz bir başkasını aşağılama hakkına sahip değilsiniz. Buradaki kritik eşik nedir? Siz kendinizin, kendi soyunuzun, -örnek üzerine konuşalım- Türk olmaklığınızın bir ayrıcalıklı vasıf olduğunu düşünebilirsiniz, bununla övünebilirsiniz de. Ama bu durum size Türk olmayanı aşağılama hakkı vermez. Kritik yer burasıdır, işte. Cenab-ı Hakk tüm insanları en temelde topraktan yarattığını söylüyor. Kadınla erkeği aynı özden yarattığını söylüyor. Benim şöyle bir tespitim var: Toprak insanı eşitler, hem başlangıçta hem bitişte. Bu; yaratılış bakımından herhangi bir üstünlük -bırakın soy sop arasında olmasını- kadınla erkek arasında dahi yoktur, demektir. Bu gerçeği göremediğimiz müddetçe, farklılıkları zenginlik olarak algılayamayız.
Cenab-ı Hak ardından aynı ayetin devamında diyor ki: "Sizin Allah katında en değerliniz en muttaki olanınızdır."[4] Buradaki takva, Allah korkusu demek değildir. Takva, özü itibari ile “sorumluluk bilinci”dir. Takva aslında değer üretmektir. Cenabı Allah açıkça demek istiyor ki; siz, varlığınızın farkına vardığınız kadar, değer üretebildiğiniz kadar, insan olabildiğiniz kadar kıymetli olabilirsiniz. İnsan olmak, insan olarak doğmanın, sadece biyolojik olarak var olmanın çok ötesinde bir hadisedir. İnsan kendi varlığının farkında olarak yaratıcı yetilerini etkin kılabildiği, enerjisini emekle salih amele dönüştürebildiği ve değer üretebildiği kadar insan olabilir. Her insan, kendi hür iradesiyle, kendi emeğiyle, aklını etkin kullanarak insanlığını gerçekleştirebilir. Kur’an’daki “ahseni takvîm”[5], insanın en iyiyi gerçekleştirme potansiyeline de işaret etmektedir. Burada belki işaret etmemiz gereken husus, insan için mükemmelliğin hiçbir zaman söz konusu olamayacağı gerçeğidir. İnsan-ı kamil, mükemmel insan değil; iyilik, güzellik ve doğruluk yolunda, her geçen gün daha iyi olan insan demektir. Siz kendinizi inşa edebildiğiniz kadar insan olursunuz. Yaratıcı yetilerini etkin kullanabildiğiniz kadar mutlu olabilirsiniz. Hayatın anlamı insanın yaratıcı yetilerinde gizlidir. Hadise budur bence.
Hocam dinin/mezhebin milli kimlik inşa edip etmediği konusunda şöyle bir eleştiri getirilmektedir: Balkanlar örneği verilirken Hırvatların, Sırpların ve Boşnakların aslında aynı kökten/ırktan olduğu, aralarındaki farkın inançlardan kaynaklandığı özellikle vurgulanır. Çünkü ulusal kimliklerini Hırvatlar Katoliklik, Sırplar Ortodoksluk, Boşnaklarsa önce Hristiyanlığın Bogomil mezhebi sonra ise çoğunlukla İslam’ı kabulleri üzerinden oluşturdukları savunulur. Yoksa bunlar arasında kültürel olarak din soyutlandığında hem dil, hem de yemekleri bakımından çok fazla farklı olmadığı göze çarpar. Bu anlamda mezhepler veya dinlerin keskin bir şekilde ulusal kimlik inşa edebileceği yorumu kabul edilebilir mi bu Balkanlar örneği üzerinden?
Dinin bir tür paradigma işlevi görmesi, sadece din-kimlik ilişkisindeki belirleyici olmasını değil, hayatın bütün alanlarında dinle ilgili farklılıkların hemen görünür olmasını, dinsel kodlara sahip görüş, düşünce ve ideolojilerin toplumun kılcal damarlarına kadar sirayet etmesini sağlamaktadır. Normal zamanlarda dikkat çekmeyen dinsel farklılıklar, sorunlu zamanlarda bırakın görmezlikten gelinmeyi, ısrarla göz önüne çıkartılmaya çalışılır. Algı yönetimi açısından en kullanışlı enstürman dindir. Balkanlardaki, özellikle Müslüman Boşnakların yaşadığı trajedi, din farklılığı üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
Din bir tür paradigma işlevi gördüğü için, hem insanın yarattığı kültüre damgasını vurur, hem de kimliğin kurucu unsuru olarak etnik aidiyetlerin önüne geçebilir. Ancak din kimlik ilişkisinde, dinin belirleyiciliği, devlet yapısına, geleneklere, ekonomik duruma, içinde yaşanılan ortama ve insanların beklentilerine göre değişmektedir. Balkanlarda olup bitenlerin, yaşanan trajedinin, uluslar arası bir boyutunun olduğunu, orada yaşananlara uzun süre seyirci kalındığını düşünürsek, orada hesap içinde hesap / hesaplar olduğunu da fark ederiz. Bazı kimselerin “Türk fesi” giydirilip, “Türk” diye hunharca öldürülmesi, özellikle Müslüman Boşnakların bir tür soykırıma tabi tutulması, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur… Her ne kadar o bölgedeki etnik yapıyı, mevcut kültürü, bunların birbirleri ile irtibatını çok iyi bilmiyor isem de, bildiğim gerçek, daha önce barış içinde yaşayan insanların, özellikle din farkını öne çıkartarak birbirlerini boğazlamaya kalkışmalarıdır. Bu durumun, biraz da Avrupa’nın “öteki” ile, farklı dinlere mensup insanlarla bir arada yaşama tecrübesinin olmayışı ile ilgili olması mümkündür. Evet, Avrupalılar, farklı dinden, farklı kültürden kimselerle, yani kendilerince “öteki” sayılanlarla bir arada yaşamayı yeni yeni tecrübe etmeye başladılar. Bunun ne kadar kalıcı olacağını, -ümit var olmak biraz zor ise de- zaman gösterecektir. Siyasette yabancı düşmanlığını esas alan eğilimlerin gittikçe güçlenmesi pek hayra alamet değildir.
Bir hususa daha işaret etmek gerekmektedir: İspanya’da Müslümanlara reva görülen işkenceler, engizisyonlar; Almanya’da Hitler’in yaptıkları, Avrupalıların bilinçaltını biraz dışa vurmaktadır… İşin ilginç yanı, işkence edilenlere, öldürülenlere “iyilik” yapıldığının ifade edilmesidir. İşkenceyi ve ölümü her ne sebeple olursa olsun meşrulaştırmak, her türlü işkenceden, her türlü ölümden daha kötüdür. Her ne ise… Yaşananlar aynı zamanda dinin çift yönlü kesen bir kılıç gibi olduğunun da bir göstergesidir. Din insanı hem vezir eder; hem de rezil eder. Hem insanı insanlığın zirvesine taşır; hem de “esfeli safilîn”[6] (aşağıların en aşağısı) konumuna düşürür. Dinin böyle bir özelliği var. Benim burada dikkat çekmek istediğim ana nokta, kimliklerin oluşmasında dinin etkisini göz ardı edemezsiniz; ama unutmayın, din dediğiniz şey de o kültürün içerisinde sizin anladığınız kadardır. Daha açık bir ifadeyle, dinin kurumsallaşması beşer ürünüdür. Din, toplumların gelişmişlik düzeyine göre kurumsallaşır ve belirleyici olur. Gelişmemiş toplumlar her şeyi dinleştirirler. Sizin kendi tercihleriniz de, sizin bu bağlamda dinden elde ettiklerinizle, ona bağlı kalarak ürettiklerinizle şekil alır. Ben burada iki şey görüyorum: Devlet güçlü ise dinin birleştirici vasfı daha bir ortaya çıkıyor; ama devlet zayıfladığı zaman din, ayrılıkçı duruşlara daha çabuk meşruiyet kazandırıyor. O olayda da benim çıkartabileceğim şey budur. Bir de mesela Sırplarla alakalı ta Sırpsındığı Savaşı’na giden bir bilinç tazeleme ya da yeni bir kimlik inşa etme sürecinin yaşandığını biz gördük. Bosnalılara karşı, oradaki Müslümanlara Osmanlı fesi giydirip Türk diye onların öldürülmesi çok mühim bir bilinçaltı meselesidir. Yani kritik safhalarda insanlar hafızalarını tazeleme adına da kimlikle ilgili yeni kapılar aralayabilirler.
Miloşeviç, Boşnaklara katliam yaparken “Türklerden intikamımızı şimdi alıyoruz” diye özellikle belirtmiş hocam.
Evet, ben de onu hatırlıyorum. Bu aslında kimlik inşa etmede bir tür imgelemdir. İşte oradaki tabutlardaki kemiklerin Sırplar arasında bölge bölge dolaştırılması gibi bir olayla, o anki psikolojiyi geçmişle temellendirerek bir yanardağın aktive edilme çabası ortaya koyuluyor. Ama şunu da unutmamak lazım; bizim kimlik dediğimiz olgular, yanardağlar gibi ne zaman aktif olacağı kestirilemeyen şeylerdir. Potansiyel boyutu vardır, bir de aktif boyutu vardır. Benim korkum ne? Önceki sorularınıza referans verecek olursam, Türklerle ve Türk kimliği ile ilgili bu aşağılamalar bilmiyorum, nerede nasıl patlayacak...
Yani bir "Türk sorunu" var diyorsunuz…
Yani benim şahsi kanaatim Türklükle/Türklerle ilgili yerli yersiz hatta Türklerin dilinden dökülen, düşen kendi kendini aşağılama, Türklüğe hakaret vb. şeylerin bir gün müthiş bir patlamaya yol açabileceğini düşünüyorum ama sonucunu kestirmekte zorlanıyorum. Daha önce de ifade etmeye çalıştım: Her şeyin “kimlik” üzerinden konuşulması pek hayra alamet değildir.
Yani bu gerilim aşılamazsa, Türklerin algıladıkları varoluşsal tehdit kontrol edilemezse, insanlar kendilerini şiddet yoluyla ifade etmeye kalkışabilirler.
Şöyle bir gerçek var; binlerce yıllık bir Türk geleneğinden damıtılarak ayakta kalmayı başarmış, en olumsuz koşullarda bile dipdiri kalmış; fakat şu anda bastırılmış bir bilinç var. Ve bu nerede nasıl kendisini açığa vuracak? İşte onu kestirmek zor. Mevcut koşullarda din, sadece ve sadece “ben Türk'üm” diyenlerin sorgulama süreçlerini akamete uğratıyor ve onları firenliyor. Belki de, kolektif bilinçaltı, henüz varoluşsal bir tehdit algılamıyordur. Belki de “bıçak henüz kemiğe dayanmamıştır.” Türklerle ilgili yaratılan bir tür “suçluluk” duygusunun da, fedakarlık limitlerini genişlettiği düşünülebilir. Özellikle Türklere, kendini Türk hissedenlere yönelik ciddi bir algı yönetimi uygulandığı da dikkatlerden kaçmamaktadır. Herkesi sonsuza dek kandırmanın pek mümkün olmayacağı kanaatindeyim. Belki de birilerinin benim Maturidilik vurgumdan rahatsızlık duymasının sebebi bu olabilir diye düşünüyorum. İslam’ın mevcut anlaşılma biçimi, sağlıklı sorular sorulmasını, eleştirel düşüncenin gelişmesini engellemektedir. Bunun kıyamete kadar böyle gideceğini sanmıyorum. Bu millet aklını başına almazsa, bilginin gücüne sahip olamaz ve özne olma imkanını bütünüyle yitirir. Bu ise artık Türklerin tarih sahnesinden bütünüyle çekilmeleri, yani yok olmaları anlamına gelir. Ben Atilla İlhan’ın dikkat çektiği bir “dip dalga”nın gittikçe geliştiğini fark edebiliyorum. Bu millete sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Maturidilik vurgunuzu, Türkçü kesimler bile dini kaygılardan iler gelen entelektüel bir operasyon şeklinde okuyabiliyor. Hatta köklerimizi kasten görmezlikten gelerek, Matüridilik çıkışınızı bir nevi “İslamcılık yapıyoruz” şeklinde algılıyorlar.
Burada ilginç ve tehlikeli bir çelişki seziyorum ve gerçekten anlamakta zorlanıyorum. Hem Türküm diyeceksiniz, Türkçülük yapacaksınız; hem de Maturidilik vurgusundan rahatsız olacaksınız, bu ne yaman bir çelişki. Demek ki bazı Türkçülerin beyinlerine bu Eş’ari zihniyet öylesine kök salmış ki Maturidi’nin adından bile rahatsız oluyorlar, tuhaf bir şey gerçekten. Halbuki Türk düşüncesini, Türk din anlayışını anlamak için Maturidi’yi anlamak zorundasınız. Bunun ötesi yok. Şu andaki bu çok yönlü din anlayışının kök hücreleri Maturidi gelenektedir. Kimse kusura bakmasın, hala bunca tahribata rağmen Türkiye bir devlet geleneğini iyi kötü koruyabiliyorsa, bu kadar tahrike, tedhişe rağmen hala şiddete bütünüyle savrulmamışsa, hala Türkiye’de bir iç savaş yaşanmıyorsa bunun arkasında Maturidi geleneğin çok ciddi katkıları vardır. Demek ki akılcı damar hala kurutulamamış. Onu Türkler kurutursa bundan sonra da dünyada da artık mezar beğensinler, başka bir sonuç beklemesinler.
Ben Maturidilik’ten söz ederken, Maturidi’nin de bir insan olduğunun, doğruları ve yanlışlarının farkındayım. Maturidiliğin yeniden diriltilmesi gibi bir iddiada da bulunmuyorum. Diyorum ki, madem geleneği bu kadar kutsuyorsunuz; işte geleneğin özünden, kirlenmemiş, yıpranmamış bir değer… Maturidi’nin bazı görüşleri, birtakım sorunlarımızın çözümünde bize ışık tutabilir. Maturidilikten üretilebilecek bazı ilkeler hem Şii yayılmacığının önüne geçilmesini kolaylaştırabilir, hem de IŞID belasının sonlandırılmasını sağlayabilir. İmam Maturidi gelip de bizim sorunlarımızı çözecek değildir. Onun bugüne ışık tutan görüşlerinden yararlanarak, sorunlarımızı biz çözmek durumundayız. Bu bakımdan Maturidilik vurgusu İslamcılıkla irtibatlı olarak yapılmadığı gibi, benim korkum, Maturidi düşüncenin siyasiler tarafından kirletilmesidir. Türkiye’de dinin en azından sosyal gerçeklik olduğunu anlayamayanların da, Maturidi akılcılığının, onun Diyanet-Siyaset ayrımının dini sorun olmaktan çıkartacağından korktuklarını sanıyorum. Maalesef Türkiye’de herkes, özellikle de birtakım güç odakları sorunlardan beslenmektedir. Bu bakımdan kimse, hiçbir sorunun kalıcı olarak çözümlenmesinden yana değildir.
Hocam Maturidilik denince aklıma şöyle bir soru geldi, onun öğretileriyle bağlantılı olarak: Sizce Türklerin devlet, teşkilat vb. kurumsal yapılarında din-dünya ayrımı olduğu görüşüne tarihsel süreç açısından nasıl yaklaşabiliriz?
Ben kendi okumalarım ve birikimin doğrultusunda, soru ile ilgili iki tespitte bulunabilirim: Dün yeni bir kitap okudum, orada da “Batı denince akla akıl gelir, doğu denince de akla duygu gelir.” diyordu. Acaba öyle mi? Ne zamandan beri batı deyince akla akıl geliyor? Ben bu soruları çokça sordum kendime. Tespitim Batı kafasının hala magic ve mitologic bir kafa olduğu şeklindedir. Batıda aydınlanma, aklın Kilise’nin ipoteğinden kurtarılmasıyla gerçekleştiği için tepkisel bir sekülerleşme söz konudur. Batı tipi sekülerleşme tepkiseldir. Ve ben bunun hala Batı düşüncesinde bütünüyle hakim olduğunu düşünüyorum. Batı kilisenin alanını daraltarak akla alan açmıştır ve bu çerçevede sekülerlik ve rasyonalite yakalanmıştır. Doğrudur ama her ikisinde de tepkisel boyutun belirleyici olduğu kanaatindeyim. Diğer taraftan İslam’ın çokça akla vurgu yapmasına rağmen Müslümanlarda da 14 asırlık süreçte sadece Hanefi-Maturidi damarda aklın çok belirleyici olduğunu görebiliyorum. Onun dışında da, akla vurgu yapılmış, ama yeterince etkili ve kalıcı olamamış. O zaman bu sorunun cevabını vermek için yeniden soralım: Hanefi-Maturidi damardaki bu akılcılığın kökü ne? Buna iki izah tarzımız olacak: Ya Kurandaki akılcılığın, akla vurgunun iyi anlaşıldığını söyleyeceksiniz, ya da İslam öncesi Türk akılcılığının etkilerini arayacaksınız. Benim tespitim her ikisinin de etkili olduğu doğrultusunda. Türkler Müslüman olunca daha önceki devlet geleneklerinde, daha önceki hayatlarında var olan o doğal sekülerleşme -sekülerleşme tabirini kullanmak ne kadar doğru bilmiyorum- olgusunu bırakmadılar. Burada doğal sekülerleşmeden kastettiğim şey, hayatın akışı içinde dinin hak ettiği yerde durmasıdır, hayatın tümünün dinleşmemesi algısıdır. Böyle bir algının var olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Aslında bu sağlıklı akılcılığa da zemin hazırlıyor. Bunun en somut iki temsilcisi İmam-ı Âzam Ebu Hanife ve İmam Maturidi'dir. İmam Maturidi birinci asırda Mürcie ile başlayan tartışmaları olgunlaştırmıştır. Ebu Hanife’de mesela şöyle çok net bir cümle var: “Bir insan, namaz kıldığı için mümin olmaz. Mümin olduğu için namaz kılar.” Buradan çıkan sonuç nedir? Ebu Hanife'de amel ve iman birbirinden ayrıdır. İman ediyorsanız onu hür iradenizle birey olarak gerçekleştirirsiniz. Bu Maturidi’de daha net ifadesini bulur: "İman dışarıdan herhangi bir baskının olmayacağı bir yerde tahakkuk eder. İşte orası da kalptir, oraya hiçbir baskı tesir etmez." Maturidi diyor ki: Allah vahiy göndermemiş olsaydı bile, insan aklıyla Allah’ı bulabilirdi. Maturidi’ye göre akıl, gönül, kalp, fuat akıl anlamındadır; anlama ve kavrama ile ilgili düzeyleri ifade eder. Gerçekten müthiş bir yorum. Ebu Hanife’nin amel-iman ayrımı, Maturidi’de daha da berraklaşıyor: “Diyanet ayrıdır, siyaset ayrıdır.” Söylemek istediğim şey tam olarak şudur: Erken dönemde Müslümanlar arasında tartışılan amel-iman ayrımı, imanda eşitlik meselesi, büyük günah işleyenin durumunun Allah’a havale edilmesi gibi konular, Maturidi tarafından sistematik bir şekilde olgunlaştırılmıştır. Ve bunun beraberinde doğal olarak, dinin alanıyla dünyanın alanının birbirinden ayrılması gelir. Hakeza amelle imanın farkını görebilme hususu, o farkındalık, büyük ölçüde bu Hanefi-Maturidi çizgide varlığını bulmuştur. İslam öncesi Türk dünyasındaki köklerden de beslenerek bu damar harika bir olgunluk çizgisi yakalamıştır. Buradan hareketle şöyle bir cümle kurayım: Bugün de şayet Türkiye din ile, laiklik ile ilgili “din-devlet ilişkisi”, “din-siyaset ilişkisi” ile ilgili sorunların üstesinden gelecekse, gelmek istiyorsa; bunun yolu ne Selefi savrulmadır, ne de Hanbeli hatta Eşari çizgidir. Bunun yolu, bence, kendi kültür köklerimizden beslenerek Maturidi’nin “diyanet-siyaset ayrımı” diye somutlaştırdığı o yaklaşım tarzını bilinç düzeyine taşımaktır. Daha açık bir ifadeyle; bizim, İslam’ın erken döneminde tartışılan “amel-iman ayrımı” vb. gibi o gelenekte üretilen fikirlerden beslenerek, “din ve devlet ayrımı” da denilebilecek ama kökte batı tipi tepkisel olmayan daha olumlu bir şeye ihtiyacımız var. Adına sekülerleşme denir mi, denmez mi; onu tartışmak lazım ama böyle bir zihniyet ve anlayışa ihtiyacımız var çünkü başka şekilde bizim savrulmadan kurtulma şansımız yok diye düşünüyorum.
Türk devlet geleneğinde din ve devlet arasında bir dengenin hep mevcut olduğu kanaatindeyim. Maturidi’deki diyanet-siyaset ayrımının, amel-iman ayrımından beslendiği kadar, Türk devlet geleneğindeki din-devlet dengesinden de etkilendiğini söylemek mümkündür.
Az önce de vurguladınız. Hem İslam’a soğuk bakmayan laik çevrelerde hem Türkçü düşünceyi öne çıkaran gruplarda; hem modernist İslamcılarda hem de -sizin de başını çektiğiniz- akademisyenlerimizde Maturidiliğin ön plana çıktığı bir vurgu var. Bunu tv programlarında, yurdun değişik yerlerindeki panellerde görebilmekteyiz. Özellikle son zamanlarda daha çok arttı, bu ilgi. Fakat biliyoruz ki Türklerin devletleşme ve bürokratikleşme sürecine baktığımız zaman, Türklerin İslam’a girmeye başladığı andan itibaren alırsak büyük devletler arasında Selçuklular, Osmanlılar ama özellikle Selçuklular; Şafi-Eşari çizgide gidiyor. Osmanlı medrese eğitiminde fıkhı hariç tutarsak yine Şafi-Eşari öğretilerde ilerlemiş. Sadece başı sıkıştığı zaman Hanefi-Maturidi çizgiye kayıyor veya o vurguyu öne çıkartıyor.
Maturidi’ye ve Maturidi düşünceye ilginin gittikçe arttığının ben de farkındayım. Her nereye gitsem bu konudaki ciddi sorularla karşılaşıyorum. Pek çok yerden Maturidi ve Maturidi düşünce ile ilgili konferans teklifleri alıyorum. Maturidi gibi bir düşünür Batı dünyasında çıkmış olsa idi, emin olun, onunla ilgili onlarca, yüzlerce doktora tezi yapılmış olurdu. Biz henüz Te’vilat’ın tercümesini bile tamamlayamadık.
Hanefi-Maturidi anlayış, tabir yanlış değilse, Türklerin bilinçaltına yerleşmiştir. Maturidi akılcılığı, keşif, karemet ve ilhamın bilgi kaynağı olarak kabul edilmemesi, hem idarecileri, hem de sufileri hep rahatsız etmiştir. Bu doğrultuda Selçukluların Nizamiye Medreselerinde Şafii düşünceyi öne çıkartmayı tercih etmesi, Türkler’in Şafii mezhebini benimsemesi gibi bir sonuç doğurmamıştır. Osmanlı devleti de, tehdit algıladığı zaman Maturidiliğin desteğine sarılmıştır. Selçuklu ve Osmanlı tebasının içinde elbette Şafii mezhebine mensup olan Müslümanlar da vardır. Ancak Ahilerin Şafii olduklarına dair, en azından benim belleğimde bir kayıt olmadığını belirtmeliyim.
Osmanlı, 16. asra kadar normalde medreselerin ve resmi kurumların dışında kendi halkının din anlayışına müdahale etmemiştir. Osmanlı’nın böyle ilginç bir tarafı vardır ve bu görülmelidir. Osmanlı Sünniliğini, Çaldıran Savaşı sonrasında yaşadığı kırılmaya bağlı olarak yeniden okumak gerekir. Onun öncesinde, çok yönlü beslenen Ahmet Yesevi ve Yesevilik üzerinden gelen bir damar vardır, Maturidi-Hanefi bir damar vardır. Maturidi’den biraz daha bağımsız olarak Mısır’da gelişen ayrı bir Hanefi damar vardır. Bunları yan yana getirirseniz burada aslında Türklerin din anlayışında belirleyici olan akılcı bir yapının varlığı hemen kendini ele verir. Ve geleneğin akışı içerisinde bu varlığını korumayı bilmiş, Türkler. Bugün de bu yapı var. Yani Osmanlı’nın, kendi medreselerinde Selçukluların Nizamiye Medreseleri ile birlikte başlayan Eşari-Şafi düşünceyi biraz daha öne çıkartma çabasına girmiş olmasına rağmen, bunun çok da başarılı olduğunu ben şahsen söyleyemiyorum. En azından şunu kimse yok edememiş: Anadolu insanına gittiğiniz zaman, onlar hep “Amelde mezhebim Hanefilik, itikatta mezhebim Maturidilik" der ve demiştir. Her ne kadar ben, “İtikatta mezhebim, Maturidilik’tir.” ifadesine itiraz etsem de, bu cevabı sorunuzdaki yargının çok da doğru ve sabit olmadığına örnek olarak sunmak isterim. Benim itirazımı da anlamışsınızdır çünkü hakikaten itikatta mezhep olmaz. Lakin burada kastedilen; Maturidiliğin yaptığı işin yeni bir itikat mezhebi kurmak olmadığıdır. Maturidi, o bölgede Hanefiliği yeniden diriltmiştir, İmam-ı Azam’ın görüşlerini yeniden sistematize etmiştir. Maturidilik de değişerek, dönüşerek, farklılaşarak sonraki nesillere ulaşmıştır. Akış içinde kurumsallaşma devam ederken büyük değişiklikler de olmuştur. Mesela Maturidi haklı olarak taklidi imanı caiz görmez; ama daha sonraki Maturidi kelamcılar taklidi imana kapı aralamışlardır. Kabul edelim, bunlar var. Bizim Müslüman gelenekte Maturidi akılcılığı Türkler arasında gerçekten kabul görmüştür. Bu, yer yer Ahmet Yesevi’nin ahlak temelli din anlayışıyla beslenmiş ve bugüne kadar gelmiştir. Bu anlamda siyasilerin elbette düşünen, eleştiren, düşündüğünü olduğu gibi dile getiren insanlardan haz etmemesi yeni bir hadise değildir. O yüzden de Maturidi gibi bir adamın öne çıkmaması, çıkarılmaması anlaşılabilir. Ama günümüzde bu, bizim için büyük bir avantaj sağlıyor. Maturidi düşünce kirlenmemiş bir düşüncedir. Maturidilik kendisine uzanacak kabiliyetli, düşünme kapasitesi yüksek kafaları bekliyor. Ve bugün ben bir maturidicilik yaratılsın istemiyorum, öyle bir derdim yok. Maturidi’nin hatasız olduğunu da asla söylemedim hatta ona da sert eleştirilerim vardır. Fakat Müslümanların bugünkü açmazları sadedinde diyorum ki; madem geleneği bu kadar önemsiyorsunuz, buyrun, geleneğin içinden size Maturidi gibi bir kafa! Gelin, onu anlayalım. Anladığınız zaman Maturidi sorun çözmeyecek, Maturidilik de sorun çözmeyecek ama Maturidi’nin bilgi birikimi ve açtığı ufuk bizim sorunları çözmemizde bize destek olacaktır. Benim aslında söylemek istediğim, dolayısıyla burada kirlenmemiş muazzam bir zemin var. Biz buradan hareketle, sorun olarak ortaya konan laiklikle alakalı tartışmalara gerçekten de daha kalıcı, hem de tüm İslam coğrafyasına örnek olacak bir çözüm getirebiliriz. Şu anki sıkıntımızda biz laikliği batılı seküler Fransız tipi bir tepkisel boyutuyla Türkiye’ye taşıdık. Bu taşımaya taraf olanlar da onu ithal bir değer olarak gördü, karşı olanlar da. Halbuki Cumhuriyetin başlangıç sürecinde, Batı’nın laiklik tecrübesinden yararlanarak kendi kültür köklerimizden beslenme imkanı bulsaydık, bence şu an Türkiye çok daha farklı bir yerde olurdu.
Aslında buna Mustafa Kemal de olumlu bakıyor değil mi Hocam?
Deneme yapılmadı mı Hocam? Sizin de çok iyi bildiğiniz üzere Maturidi-Hanefi çizgiyi daha çok ön plana çıkarıyor, Mustafa Kemal ve kurucu kadro.
Cumhuriyeti kuran iradede Maturidilikle ilgili bir farkındalık olduğunu söylemek mümkün görünüyor. Ancak devletin din anlayışının bütünüyle Hanefilik-Maturidilik üzerine kurulmak istendiğini tespit edebilmek peke kolay değil. Atatürk, en azından bir sosyal realite olarak dinin anlam ve önemini biliyor; bu gerçeği şöyle ifade ediyor: “din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur.” Mustafa Kemal İslam’ın temel niteliklerinin de farkında olarak şöyle der: “Bizim dinimiz, en akılcı ve en doğal bir dindir. Ancak ondan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olabilmesi için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygun düşer.” Atatürk’ün şu sözleri, onun hassasiyetinin ve ileri görüşlülüğünün bir kanıtı olarak alınabilir: “Din ve mezhep hiçbir zaman politika malzemesi olarak kullanılamaz.”
Cumhuriyet’in kuruluş döneminde bir tür “mezheplerüstü yaklaşım” denilebilecek bir politika izlendiğini, Hanefi-Maturidilğin bir vakıa olarak görüldüğünü söylemek mümkündür. Elmalılı Hamdi Yazır’a Kur’an tefsirinin tahsisatı meclisten çıkartılarak yaptırılması önemli bir husustur. Ancak devletin de, din ve laiklik konusunda pek çok yanlışları vardır. Mesela tekke ve zaviyeler kapatıldı ama alternatifi oluşturulamadı ve tarikat faaliyetleri yeraltına çekildi. Laikliğe taraf olanlar da, karşı olanlar da ona ithal bir değer gözüyle baktılar. Oysa laikliğin insanlığın ortak tecrübesinin bir ürünü olduğu, kendi kültür köklerimizden beslenerek yeniden inşa edilebileceği tartışılabilirdi. Ondan sonra da laiklik, maalesef, Türkiye'de sağlıklı bir kültürel zemin bulamadı. Mesela ezanın Türkçeleştirilmesi; bunu hala savunanları anlamakta zorlanıyorum. Türkçe ibadet tartışmaları. Benim şahsen bunu da anlamam mümkün değil. Bu tartışmaları yapacaksa dindar insan yapmalıdır ki bir anlamı olsun. Dini hassasiyeti yüksek, dini anlamak ve yaşamak için özel çaba sarf eden, namazını kılan, orucunu tutan insanlar bu tür tartışmaları iyi niyetle yapabilirler ise, işte o zaman fayda hasıl olur. Bu tür tartışmaların din ile uzaktan yakından ilgisi olmayan insanlar tarafından yapılması da, toplumun din alanında sağlıklı düşünmesinin önündeki en ciddi engellerden birisidir.
Şiddetli bir tepkiye de neden olabiliyor karşı tarafta.
Pek tabii. Yani bu tür tartışmaları yapana kadar tartışılması gereken birçok mühim mevzular var. Yani Anadolu insanı ezanın Türkçe olup olmadığını sorgulamıyor ki ezanı zaten Türkçe kabul ediyor. Bunun örneklerini pek çok kişi yaşayıp görmüştür, ben de gördüm. Mesela Kulaklarımla şahit olduğum bir anımı paylaşayım: Suudi Arabistan’da iki Karadenizli “Burada sanki her şey daha Türkçe gibi; ezan bizim ezan, Fatiha bizim Fatiha, şu Araplar bir de alışverişte Türkçe konuşsalar ne güzel olacak.” diye konuşuyorlardı. Bizim insanımız bunları kendisinin bir parçası olarak algılamış. Bu konularda yapay sorun üretmenin toplumu tanımamazlıktan başka bir izahı olacağını düşünmüyorum.
Demin bir sorumuzdaki düşünceye siz katılmadınız. Tarihi süreç içerisinde bizde yani Türk milletinde Maturidiliğin ve o bilincin arka planda olduğunu söylediniz. Peki şöyle bir soru geliştirilebilir mi karşıt cevap olarak? Türklerin devletleşme sürecinde her ne kadar Maturidi çizgiyi bir yere kadar kullandıktan sonra bırakıp sadece zaman zaman ona başvurduğu bir vakaysa da, Şafİ-Eşari anlayışın daha çok ön plana çıkması halkın gündelik yaşamında da görülmüyor muydu? Eşari teolojide Tanrı hakkındaki tasavvurat bir nevi Tiranlık gibi. Yani tasarruf hakkında sorgulanamaz ya da şartlara ve bir usule göre hareket etmek zorunda olmayan, istediği şekilde cezalandırıp istediği şekilde ödüllendiren bir tasavvurdaki Tanrı düşüncesi insanlarımızın dünya ve hayat görüşlerini de etkilemiyor mu? Bu da bizim devlet anlayışımızı ve devleti kutsallaştırışımızı belirlemez mi? Hal böyle olunca sizin sık sık akademik panellerde örnek verdiğiniz şekilde, Ashab’ul-Hadis ekolü takipçilerin Müslüman belleklerin içerisinde dini ve onun kontrol ettiği ‘yaşamı ölülerin hakimiyeti üzerine kurması’ gerçeği önümüzde durmuyor mu?
Bu konuşmalarımız ya da benim maturidilik vurgum, Eşariliği kötüleme üzerine değildir. Ne var ki burada yani şimdiki Müslüman dünyada iki gelenek oluşmuş: Akla daha çok değer veren Hanefi-Maturidi gelenek, nakle daha çok değer veren Eşari-Şafi-Hanbeli gelenek. Bunu görelim. Malesef bu geleneklerin tutunmasında ve aklın mahkum edilmesinde, İslam dünyasının yetiştirdiği “akl”a en büyük vurguyu yapan Mu’tezile’nin akılsızlığı çok belirleyici olmuştur. Yani Mu’tezile’nin “Kur’an‘ın mahluk olup olmadığı” tartışması etrafında kendisi gibi düşünmeyenlere zulmetmesi Karşı Mihne sürecini yaratmıştır. Karşı Mihne süreci ise Mu’tezile ile birlikte ‘akl’ı mahkum etmiştir. Bunları görmek zorundayız yani tutup da bunları bilmeden Selçukluların Nizamiye medreseleri üzerinden, Osmanlı üzerinden Maturidiliğin gözardı edilmesini bütünüyle izah etmek doğru değildir. Lakin bizim tespitimizde Osmanlı’nın Şii dünyayla ne zaman başı derde girse, aklına Maturidilik gelmiş, bunu görebiliyoruz aslında. Çünkü Maturidiliğin olduğu yerde, insanlar azıcık da olsa sorguladıkları için, Şiilik fazlaca tutunma imkanı bulamıyor. Şafii-Eş’ari kültürün baskın olduğu yerlerin Şiileşmesi hep daha kolay olmuştur. Fakat işte burada -ne bileyim mezhep çatışmaları denebilir mi buna- İran ile Osmanlı ilişkilerinin ideolojik zemine kayması durumu söz konusudur. Bunları ayrıca değerlendirmek lazım. Onun için ben Selçuklu ve Osmanlı üzerinden bu tür bir okumayı, hele hele bugün Eşarilik ile Maturidilliğin, Hanefilik ile Şafiliğin karşı karşıya getirilmesini doğru bulmuyorum. Peki nedir bunlar diye soracak olursanız? En başta ısrarla bir şey söyledim; bütün bu oluşumlar adı ne olursa olsun –Hanefilik, Şafilik, Eşarilik, Maturidilik olsun- beşeri oluşumlardır, nokta! Buna rağmen bir mezhepler tarihçisi olarak şu tespiti yapabilirim: Şimdi biz mezhepleri “kader meselesi” ile ilgili anlatmaya çalışırken bir uca Cebriye’yi diğer uca Mu’tezile’yi yerleştirdiğimizde Maturidiliğin Mu’tezile’ye, Eşariliğin de Cebriye’ye daha yakın olduğunu söyleriz. Hatta Eşari’ye “mutavassıt Cebriye” de denilebilir. Sorunuzu bağlayacak olursam, sorunuzdaki düşünce bir mümkünlük arzetmektedir. Zira İslam coğrafyasındaki devletlerin de, özgür iradeden daha çok kaderciliği desteklediğini biliyoruz ki kaderciliğin mümessili Cebriye mezhebinin en mühim destekçisinin de Emeviler olduğunu zaman zaman ben de anlatmaya çalışıyorum.
Hocam demin değindiniz ama isterseniz biraz daha detayına inelim. Türk milletine bakıldığında tarihte İran’ı ve hinterlandını Şialaştırıyor, Safevi üzerinden ama geri kalan Türk dünyası diğer Tatarlar ve Türkmenlerin kurduğu devletler eliyle Sünnileşiyor. Sizce bunun yapılması bir seçilmiş travma veya zafer algısının eseri midir?
Şimdi önce bu soruyu cevap verilebilir hale getirmemiz gerekiyor. Türkler hiçbir yeri Sünnileştirmediler ama bizim Kızılbaşlar Safevilerin egemenliğinde coğrafyayı zorla Şiileştirdiler, önce tespiti böyle yapmamız gerekiyor. Çünkü hatırlayın bugünkü İran coğrafyasında Akkoyunlu, Karakoyunlu, onun öncesinde Selçuklular vardı. Ve Selçuklular Sünniliği esas alan bir yapıya sahipti ama Selçuklular Sünniliği esas almasına rağmen İmamiye Şiası’ndan olanlarla çok da iyi geçindiler. Onlar devlet karşıtı ya da terör oluşturan mesela Nizari İsmailileriyle yani Haşhaşilerle mücadele ettiler. Evet, bunlar var. Şimdi burada bir tespitte bulunalım. Gerek Selçuklu gerek Osmanlı, kendisine yani devlete karşı çıkmayan topluluklara yönelik, onları asimile etme, sindirme gibi bir süreç içerisine kolay kolay girmemiştir. Eğer öyle olsaydı, Osmanlı şemsiyesinin altından topluluklar ne kendi dillerini konuşabilirler, ne de kendi devletlerini kurabilirlerdi. İngilizlerin “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” algısını, sömürge haline getirdikleri, gittikleri her yere kendi dillerini ve kültürlerini götürdüklerini düşünecek olursak, Osmanlı Devleti’nin ne yapıp yapmadığını daha iyi anlayabiliriz. Bunu görmemiz ve hakkı teslim etmemiz gerekir. Dolayısıyla burada bizim Sünnilik dediğimiz oluşum, Türklerin Müslümanlaşma süreci içerisinde kendiliğinden gelişen bir hadisedir. Yani bir bölgeyi Sünnileştirme - Şiileştirme benim şahsen şu ana kadarki okumalarımın bana söyletebileceği bir şey değildir. Osmanlı bulunduğu ortamda gittiği yerde insanları Sünnileştirmedi. Ne oldu insanlar Osmanlı Devleti’nin, Osmanlıyı oluşturan insanlarının din anlayışlarından etkilenerek o çizgideki İslam yorumunu benimsediler ama burada kritik nokta şurasıdır: Şimdi seçilmiş travma ifadesi benim de bazı yazılarımda kullandığım bir ifadedir, Vamık Volkan’dan mülhem olarak. Mesela Çaldıran Kızılbaşlar için bir seçilmiş travmadır. Peki şöyle bir bakalım İran coğrafyasında 16. asırdan önce durum neydi? Selçuklular hakimdi, dedik ve Selçuklular Sünni yapılanmayı öne çıkaran bir devletti ama kendi hinterlandındaki diğer farklı mezheplere mensup oluşumlarla da devlet karşıtı ya da terör odağı olmadıkları müddetçe sorun yaşamadı. Ufak tefek sürtüşmeler oldu belki ama genel tablo bu şekildedir. Şimdi o bölgede daha önce iki yerde Şiilik vardı; Kum’da ve Meşhed’de. İmamiyye Şiası içinde erimiş olsa da İsmaililerin kalıntıları da vardı. Yani Selçukluların döneminde de, daha sonra da Çaldıran öncesi orada bir Erdebil Tekkesi var. Erdebil Tekkesi (Safevi Tekkesi) Şeyh Safi’nin kurduğu bir tekke. Şimdi biz bu olayları anlarken, bir şeyi unutuyoruz: Sufi yapılanmalarda mezhep unsuru çok öne çıkmaz. Yani farklı mezheplere mensup insanlar da o Sufi cazibe merkezlerinde kendilerine yer bulabilirler. Örnek mi istiyorsunuz, alın size Bektaşilik! Bakın, Kızılbaşlık soy sürer ama Bektaşilik öyle değildir. Kızılbaşlık’ta onun niye öyle olduğunu ayrıca izah etmek mümkün ama Bektaşilik’de Sünni de Bektaşi olabilir, bir Kızılbaş da. Hatta istiyorsa bir Şii de Bektaşi olabilir, hiç bir engeli yoktur. Nitekim Bektaşiliğin biz Osmanlı’nın onca ‘katı Sünni’ diye itham edilmesine rağmen Bektaşi Ocağı’na özel ihtimam gösterdiğini biliyoruz. Yeniçeri ocağının kaldırılmasına kadar Bektaşiliğin Osmanlı tarafından korunduğunu biliyoruz. Yeniçeri Ocağı’nın 94. bölüğünde daima bir Bektaşi babasının olduğunu, Yeniçerilerin Hace Bektaş Veli’yi pir kabul ettiklerini biliyoruz. Dolayısıyla bunları doğru okuduğumuz zaman mesele anlaşılıyor.
Konumuza dönelim, burada Erdebil tekkesi Şeyh Safiyüddin tarafından kuruluyor ve benim bir şekilde mezhepler üstü diyebileceğim anlayışa uygun bir yaklaşım içerisinde hareket ediyor. Ancak Akkoyunlu ve Karakoyuunlu devleti yıkılma sürecinde iken Tekke merkezde Şiileşmeye başlıyor ve burada Şeyh Cüneyt ile birlikte merkezdeki Şiileşmenin ilk tezahürlerini görebiliyoruz. Daha sonra Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar, - hala tekke şeyhidir dikkat edin- ilk defa 12 dilimli bir taç[7] giydiriyor kendi müridlerine. Bu tacın rengi kırmızı olduğu için Erdebil tekkesine mensup olanlara Kızılbaş denilmiş; tarihimizde ilk defa “Kızılbaş” adı, bir boy adı olmanın ötesinde belirli bir topluluğun adı ve alemi olmuştur. 16. asırda Kızılbaş demek Erdebil tekkesi müridi ve Türk olmak demektir. Ve orada bir Şah İsmail karizması yaratılıyor ve bu gerçekten olağanüstü bir karizmadır. Bu karizma Çaldıran’da Yavuz’un karizmasıyla karşı karşıya geliyor ve orada Şah ve Safevileri yeniliyor. Aslında bu nedir? İki Türk devletinin savaşıdır. Safevi devletini kuran irade Türk iradesidir; kuranlar da Türklerdir. Devletin kuran Türk boyları Tekelü, Varsak / Farsak, Arapgirli, Badıllı (Beğdili), Bayat gibi isimler taşımaktadırlar. Bunlar Safevi Devleti’ni kuran iradedir. Çaldıran’daki bu mağlubiyet maalesef orada çok ciddi bir kırılmaya yol açıyor. İşte İran’ı Şiileştiren bizim Kızılbaşlardır. Önceleri sadece Tekke merkezinde var olan Şiileşme, Çaldıran sonrası Safevilerin resmi ideolojisi haline gelir, çok kan atkıtılır ve İran, Azerbeycan gibi bölgeler tabir yanlış değilse “zorla” Şiileştirilir. Bu süreçte Lübnan’dan, Cebel Amul bölgesinden gelen/getirilen Şii Mollalar insanlara Şiiliği anlatırlar.
Çaldıran sonrası Safevi devletinin egemenlik alanında yaşayanlar üç seçenekle karşı karşıya kalmışlardır: Ülkeyi terk etmek, ölümü tercih etmek, Şiileşmek. İşin gerçeği, sadece Çaldıran’da değil, Çaldıran sonrası bütün bölgede ciddi bir travma yaşanmıştır. Şii zihniyette sorgulama süreçlerinin sağlıklı işlemeyişinin, özellikle Ahbari anlayışı benimseyenlerde kaynak kritiğinin önemsenmemesinin en mühim sebeplerinden birisinin bu zoraki Şiileşme/Şiileştirmeye bağlı travma olduğunu söylemek pek yanlış olmasa gerektir. Herhangi bir görüşü veya ideolojiyi hayatta kalmanın karşılığı olarak kabul edenler, onu sorgulamaktan hayatları pahasına kaçınırlar. Macarların Katolikliği sorgulamaktan ısrarla kaçınmalarının böylesi bir tarvma ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Safevilerle birlikte Şiilik adeta resmi mezhep haline gelmiştir. Bugünkü İran’da Şiiliği diri tutan kesimin daha çok Türkler olduğunu tespit etmek mümkündür. Özellikle Kerbela ile irtibatlı olarak düşünürsek, Türklerin Şiileşmesinde temel belirleyicinin seçilmiş travma olduğunu söyleyebiliriz.
Yeri gelmişken, önemli olduğunu düşündüğüm bir hususa dikkat çekmek istiyorum: Şiilik, Sünnilik meselesi ne Arapların, ne de Farsların esas meselesidir. Türk dünyasını göz önüne alacak olursanız, bu meselenin esasında Türklerin en mühim meselesi olduğunu kolayca görebilirsiniz. Irak’ta gittikçe buharlaşan yarısı Şii, yarısı Sünni Türkmen varlığı, sözlerimizin kanıtı olarak alınabilir. IŞID katliamlarından en fazla etkilenenler Şii Türkmenler oldu; hiç kimsenin kılı kıpırdamadı.
Türkiye açısından Irak’taki Türkmen varlığı Türkiye’nin elini güçlendirecek önemli bir faktör olabilirdi. Maalesef Türkiye, Irak’taki Türkmenler için, üzerine düşen sorumlulukları gereğince yerine getirebilmiş değildir. Türkmenler Araplar ve Kürtler arasında her geçen gün daha fazla erimektedirler. Mezhep farklılıkları, Türklerde, Türklüğün de, İslam’ın da önüne geçebilmektedir. Bunun için yapılacak ilk iş, Türklere mezhebin, cemaatin ve tarikatın din olmadığını, dinin anlaşılma biçimi ve beşeri bir oluşum olduğunu anlatmak gerekmektedir. Dinden meşruiyet alan örgütlü yapılar ve siyaset, her zaman ayrıştırır.
İslam dünyasında domino tesiriyle yayılma ihtimali bulunan mezhep çatışmasını sadece Türkiye önleyebilir. Türkiye’de nüfusun çoğunluğu Sünni anlayışı benimsemesine rağmen, kendisini Caferi, Alevi olarak tanımlayan vatandaşlarımız da vardır. Mezhep, cemaat, tarikat vb. bütün bu oluşumlar -adı ne olursa olsun- beşeri oluşumlardır. Türkiye’nin din adına; Şiilik-Sünnilik, Alevilik-Sünnilik ya da hortlatılmak istenen Şafilik-Hanefilik, Eşarilik-Maturidilik vb. ikilemler eksenin bir çatışma sürecine girmesi istenmiyor ise, yapılması gereken zaman geçirmeden din alanında sağlıklı bir aydınlanma gerçekleştirilmesi ve mezhebin din olmadığı gerçeğinin insanlara anlatılmasıdır. İşte o zaman “İslam ortak paydası” bilinci ortaya çıkar, o zaman farklılıklar zenginlik olabilir.
Hocam bir makalenizde Çaldıran Savaşı sonrasında kırılma yaşayarak, sınırın ötesinde İran’da kalan Türklerin Şialaştığını, Anadolu’da kalanlarında Kızılbaş kaldığını söylemiştiniz. Bildiğiniz üzere Türkiye’de Türk kimliği İslam’ın Sünniliği üzerine kodlanmış bir şekilde algılanıyor. Mesela buna rağmen söz konusu Azerbaycan olunca “iki devlet tek millet” şeklinde sloganlaşan bir yakınlıkla onlara kardeşçe kucağımızı açabiliyoruz ama Alevilerimize karşı bu tutumu sergileyemiyoruz. Yani Şii Azerbaycan kardeşimiz iken, Alevilere barış ve hoşgörü edebiyatı yapılmaktan ileri gidilmiyor. Malesef toplumumuz samimi değil ki gerçekte bir Alevi-Sünni kutuplaşması var. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bakın burada birkaç tane yanlış var: Bir kimse “Ben Aleviyim” ya da otantik tabiri kullanalım “Ben Kızılbaşım” diyorsa bana göre Türktür. Kızılbaşlığın menşei olan Safevi / Erdebil Tekkesi bir Türk Tasavvuf ekolüdür. Safevi devletini kuranlarda muhtelif Türk boylarıdır. Avşarların doğudakileri diyor ki “ben kürdüm”, batıdakiler diyor ki “Ben Türküm”. Hakeza Karakeçililerin bir kısmı Kürt bir kısmı Türk kimliğini benimsiyor. Benzer örnekleri var. Bunları ben araştırdığımda şu gerçekle karşılaştım: Evet, Safevi topraklarındakiler zorla Şiileştirildi. Peki Anadolu topraklarındaki Kızılbaşlar ne oldu? Osmanlı onlara en azından Bektaşiler içindeki Babagan kolunu, Çelebiliği işaret ediyor. Safevilerle irtibatı olanlara ise göz açtırmıyor. Burada gerçekten çok sıkıntılı süreçler yaşandı ve Anadoluda’ki Kızılbaşlara adeta üç seçenek sunuldu: 1.Osmanlı’nın istediği tercih olan, onları Bektaşi tekkesiyle irtibatlandırmak. 2. Bir kısmı onlardan bağımsız ocaklar olarak varlığını sürdürmek. Bugünkü Tunceli / Dersim yöresindekiler de aslında onlardır. Yani Dersim’i anlamak istiyorsanız bu bağımsız ocak seçeneğini görmemiz lazım. Bağımsız ocakların varlığını sürdürmesi dikkat çekicidir. 3. seçenek, Osmanlı’nın Kürt beylerine tanıdığı ayrıcalıklar vardı. İşte, bazı Kızılbaşlar da Kürtlerin arasına kaçtılar. Orada Türkçeyi unuttular ama Kızılbaşlıklarını da devam ettirdiler. Bugün Kürt Alevisi dediklerimizin önemli bir kısmının orijinali Türk’tür. Ben bunu bir cemle ilgili bir bant dinlerken farkettim. Kürtçe ile sürdürülen bir cem töreni; dua kısmına gelince duaların Türkçe yapıldığını gördüm. Şaşırdım duanın tamamen Türkçe olduğunu görünce. Acaba ne var bu işin içerisinde diyerek biraz okumalarımı ilerlettim. Gördüm ki Osmanlı’nın Kızılbaşlara kötü davranması bazı Türkleri Kürt boylarının gölgesine sığınma durumuna bırakmış ve bunun doğurduğu sonuçlardan birisi de bu. Ve o yüzden cümleyi tekrar ediyorum: bir insan “Kızılbaşım” diyorsa istisnalar elbette olabilir ama O bir Türk’tür. Burada Yusuf Halaçoğlu Hocanın söylediği, bazı Ermenilerin kendileri Alevi gibi gösterdikleri iddiasının yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. Elbette tehcir sırasında gitmemek için Kürtlerin arasına katılan aileler oldu ama bunların sayıca az olduğu biliniyor. Tutup da “Kürt Alevilerinin hepsi Ermenidir” gibi bir ifadeyi kullanmayı da ben tarihi hakikate uygun bulmuyorum. Bunu da bu vesileyle ifade etmiş olayım.
Önyargı var o zaman değil mi Hocam?
Gayet tabii. Bir de Kürt kavramı bizim tarihimizde sadece bir etnik grup için kullanılmaz. Mesela Erzincan yöresinde Kürt demek Alevi demektir. Etnik açıdan bakılmaz, o bölgede böyle bir mahalli kullanılışı var bazı kavramların. Dolayısıyla kendi kültür köklerimize gittiğimiz zaman Zazaların da Kürt olmadığını, “Kürt Alevisiyim” diyenlerin de önemli bir kısmının kendilerinin aslında Kürt olmadığını bildiklerini görmek lazım. Bunlar bir tespittir nihayetinde, kimsenin etnik aidiyeti aslında bizi ilgilendirmez ama Alevilik söz konusu olunca ve ben de bu kadar emek verince bunları söylemek durumundayım.
Ben Türk dış politikasının hala rayına oturduğunu düşünmüyorum. Malalesef dış politika ile iç politika iç içe girmiş durumda. Hatta dış politika iç politikanın bir malzemesi olarak tüketiliyor. Cumhuriyetin kuruluşunda başlangıçta Atatürk’ün, ilginç sayılacak bir biçimde "Yurtta sulh cihanda sulh" ifadesinin içerisinde Türk dünyasıyla ilgili bir projesi vardı. Ben bunun çok çarpıcı bir örneğini İran’da İsfahan’da yakaladım. Bir profesör son derece güzel bir Türkçeyle, Türkiye ile ilgili o kadar sağlıklı bir değerlendirme yaptı ki çok şaşırdım. Sonra öğrendim ki bu, Atatürk’ün açtığı okullarda Türk dünyasından çocukları buraya getirip burada okutma çerçevesinde eğitim gören yaşlı hocalardan birisiymiş. Çok mutlu oldum doğrusu. Burada Türk dünyasıyla alakalı cumhuriyetin başlangıcında o zor koşullarda bazı şeyler yapıldı. Ama sonra çok ciddi sağlıklı bir proje üretilmedi. Şu an gerçekçi olalım Türkçülük yapanların da böyle bir projesi yok. Zaten Ümmetçilik yapanlardan bir şey beklemek zor. Ama şartlar nereye götürecek bizi, şimdilik bilemiyorum. Fakat bu bağlamda biz ilgilenmesek bile bir Türk varlığı var ve Türk dünyasındaki insanların gözü de Türkiye’de. Bu gerçek ortada, bunu görmemiz lazım. İran’a gittiğimde de bunu gördüm ben, Kazakistan’a gittiğimde de, Kırgızistan gezimde de... Oralarda 70 yıl o insanlara denilmiş ki, “Sen Kazaksın”, “Sen Türkmensin”, “Sen Özbeksin”. Bu politika etkili olmamış değil ama araştıran insanlar bir Türklük ortak paydasının olduğunu görebiliyorlar ve gözleri de Türkiye’de. Burada yapılacak iş, hamaseti bir tarafa bırakmaktır. Azerbaycan söz konusu olduğu zaman “iki devlet tek millet” deyip, Türkiye söz konusu olunca Alevileri görmezlikten gelmek gibi ikilemlerden kurtulmak lazım. Biz bu ülkede Alevi-Sünni, Türk-Kürt birlikte yaşamak zorundayız ama bir Türk vakıasını da görmezlikten gelmek mümkün değildir. Yani Türklerde bir suçluluk duygusu yaratarak orada bir travmaya yol açılırsa zannediyorum bunun bedeli daha ağır olur. Burada bir sıkıntı var, kabul edelim. Din adına başka etnik unsurları öne çıkartmak, Türklerin onuruyla fazla oynamamak gerekir diye düşünüyorum. Bu da benim naçizane kanaatim.
Gözlemlerimize göre İran’ın bölge politikasına konuştuğumuz minvalde yaklaşacak olursak, devrim ihracı politikasından vazgeçmiş gibi görünse de, halihazırda Hz. Ali ve Ehl-i Beyt kültüne sahip olan grupları, Alevi-Bektaşi grupları veya Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi ön planda olan Sufi grupları Şialaştırma politikası güdüyor, İran. Siz bunu nasıl görüyorsunuz?
İran’ın devrim ihracı politikasından vaz geçtiğini söylemek pek mümkün değildir. Tespit edebildiğim kadarıyla İran, yeryüzünün neresinde Şii anlayışa sahip bir Müslüman var ise, öncelikle kendisini o Müslümandan ve Şiilerin yaşadığı her yerden sorumlu hissetmektedir. Türkiye’den bazı Alevi-Bektaşi ileri gelenlerini, gruplar halinde İran’a götürdükleri, gezdirdikleri ve ağırladıkları bilinmektedir. Maalesef, İran, Şiileri İran’la bütünleştirme, Şiiliği yayma politikalarını ısrarla sürdürmektedir. Ben Arnavutluk’taki faaliyetlerine biraz şahit oldum. Küçücük yerde üç adet vakıf kurmuşlar; özellikle Arnavut asıllı çocukları İran’a getirerek eğitiyorlar, hatta evlendiriyorlar. Israrla Bektaşilerin aslında Şii oldukları şeklinde bir propaganda yürütüyorlar.
İran’ın uluslar arası ilişkilerin merkezine “Şiilik”i alması, Ortadoğu’daki gerilimin ve çatışmaların sebeplerinden birisidir. Iran-Suudi Arabistan arasındaki nüfuz çekişmesi Yemen’de, Suriye’de, Irak’ta Müslüman kanı akmasının sebeplerinden birisidir. İran Vehhabilik ve Selefilik üzerinden Suudileri diğer Sünni dünyadan tecrit etmeye çalışırken, Suudi Arabistan da Rafizilik ve sahabe düşmanlığı üzerinden, diğer Müslümanların desteğini kazanmaya çalışmaktadır.
İran’da yaşayan Müslümanların önemli bir kısmının Türk orijinli ve Şii olduğunu düşünecek olursak, Şiilik-Sünnilik meselesinin aslında Türklerin bir meselesi olduğunu daha iyi kavrayabiliriz.
Dikkat edildiğinde günümüz seküler aile yapısına mensup Alevilerde nesilden nesile geçişte ateizm inancı yükselirken, bunun tam aksi istikametinde Sünni bir aileye mensup seküler bireylerde deizme yönelim artmakta. Siz bunu neye bağlıyor ve nasıl yorumluyorsunuz?
Alevi-Bektaşilerin 40-50 yıl önce yaşadıkları bir sorunun farklı bir versiyonunu Sünniler yaşamaya başlamıştır. Eğer size din olarak sunulanların rasyonel temelleri yok, ya da belirsiz ise, düşünmeye, sorgulamaya başladığınız zaman ya o inanç sisteminin dışına çıkarsınız, ya da inancınızı sorgulamaktan vaz geçer, kelimenin tam anlamıyla dogmalaştırırsınız. Alevi-Bektaşiler Cumhuriyetle birlikte çocuklarını okutmaya başlamışlardır. Bu durum gençleri sorgulama süreçlerinin içine çekmiş, sonuçta köyden kente göç olgusunun da katkısıyla gençlerin ateizme ilgisi artmıştır.
Maalesef Sünni gelenekten gelen liseli ve üniversiteli gençler arasında deizme ilginin, hatta yönelimin gittikçe arttığı benim de tespitlerim arasındadır. Bu durumun elbette küresel ölçekte etkili olan postmodern süreçlerle ilgili olduğu kadar, dindarlığın gittikçe bilgi ve akıl temelli olmaktan uzaklaşmasıyla ve dindar ailelerdeki din adına yapılan baskıyla da ilgili olduğunu düşünmekteyim.
Özellikle 70’lerden sonra cemaat yapıları dünyada ve Türkiye’de yavaş yavaş yaygınlık kazanmaya başladı. Türkiye’de de sivil toplumdan milliyetçiliğe, İslamcılık anlayışından liberalizme değin birçok alan malum cemaat yapılanmaları ve anlayışınca şekillendirilmeye çalışıldı ve geldiği nokta da maalesef önümüzde duruyor. Siz bu duruma en başından beri karşıydınız. Neden yanlış da olsa Türkiye’nin böyle bir tercihi oldu ve bu durumdan en az zararla nasıl çıkabiliriz?
Türkiye’nin muhtelif sorunlarını doğru anlayabilmek için onüç milyon kilometrekarelik bir alandan, yediyüzseksenbin kilometre kareye sıkışan, Anadolu’ya sorunlarıyla birlikte gelen bir toplumdan söz ettiğimizi unutmamak gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı’nın külleri üzerinde yükselirken, öncelikle bir varlık-yokluk sınırında yaşamayı tecrübe etmek zorundaydı. Cumhuriyeti kuran iradenin din karşıtı olduğunu söylemek doğru olmaz. Fakat ınkılaplarla birlikte atılan pek çok adımın, yapılan pek çok işin toplum tarafından nasıl algılandığını da düşünmek zorundayız. Hayati önem taşıyan Tekke ve Zaviyelerin 1925 yılında kapatılması, alternatifi geliştirilemediği için, tarikat faaliyetlerinin yeraltına kaymasına sebep olmuş; aradan geçen 90 yılın sonunda Türkiye bir anlamda tarikat cennetine dönüşmüştür. Laiklik uygulamalarındaki yanlışlıklar, laikliğin din düşmanlığı şeklinde anlaşılmasını beraberinde getirmiştir. Ezanın Türkçe okunması, Ezanın sözlerinin Türkçe olduğunu düşünecek kadar içselleştiren bir toplumda ciddi yaralar açan bir yanlıştır ve savunulması mümkün değildir.
Devletin yanlışları, aydınların sorumsuzluğu, siyasetin her şeyi ahlaksızca kullanan ve tüketen tutumu ve din dili ile bütünleşen şiddet dili, Türkiye’yi yönetilemez hale getirmiştir. Din, eninde sonunda bumerang gibi döner, kendini kullananları vurur. Dinin yanında durarak onu kullanmakla, karşısında durarak onu kullanmak arasında hiçbir fark yoktur.
Din alanındaki bilgi boşluğu din istismarını kolaylaştırdığı gibi, cemaat ve tarikat yapılanmalarının meşruiyet kazanmasını da kolaylaştırmıştır.
Türkiye’de sadece ekonomi değil, gerçekten de her şey kayıt dışıdır. Oysa Osmanlı kelimenin tam anlamıyla bir kayıt devletiydi. Ben Türkiye’nin yönetilebilir bir ülke haline gelebilmesinin öncelikle adaletin hayatın bütün alanlarında tekrar kurucu ve belirleyici unsur haline gelmesine bağlı olduğunu düşünüyorum. Devletin dini adalettir. Devlet, adaleti hakim kılmak, hukuku işletmek, insanları güven içinde yaşatmak için vardır. Devletin bekası adaletle ve işlerin ehline tevdi edilmesiyle sağlanır.
Türkiye’deki dini nitelikli örgütlü yapıların hiç birisinin hukuki temeli, mevcut yasalara göre meşruiyeti yoktur. Toplumsal hayat da, özellikle örgütlü yapı bağlamında mutlaka kayıt altına alınmalıdır. Bunun için zaten dernekler ve vakıflarla ilgili kanunlar vardır ve bunların günün koşullarında yeniden gözden geçirilmesi gerekebilir. Ayrıcı Batı’daki NGO’nun karşılığı olarak kullanılan “Sivil Toplum” kavramının da yeniden tanımlanmasına, gelişmiş ülkelerinden tecrübelerinden yararlanarak bu alandaki gerekli yasal düzenlemelerin yapılması ihtiyaç vardır. Adı ister tarikat, cemaat olsun, kim örgütlenmek istiyorsa, bu üç alanda yerini belirlemek, amacını, tüzüğünü, yönetmeliğini hazırlayarak hukuki yerini ve meşruiyetini kazanmak ve kayıt yaptırmak zorundadır. Devlet sadece işleyişin hukuka uygun olup olmadığını denetler.
Devlet, bütün örgütlü yapılara eşit mesafede olmak, insanları istihdam ederken, liyakati ve ehliyeti esas almak durumundadır.
Kısaca söyleyecek olursak, elbette bu sorunların üstesinden geleceğiz ve bu millet yeniden özne olacaktır. Bunun için de kendi kültür köklerimizden beslenen, tepkisel olmayan, Batı standartlarının ilerisinde bir demokrasiye ve laikliğe ihtiyacımız vardır.
Hain darbe girişiminden sonra her tarafta milli iradeden ve milletten bahsedilir oldu; ama bir türlü bunun ismi konulamadı? Hangi millet sorusunun cevabı havada bırakıldı. Buna rağmen içi boş bir milliyetçilik de el altından sürekli pompalandı. Bu durumun Türklüğe karşı oluşan önyargılardan dolayı olduğunu kanaatine varabilir miyiz? Eğer böyleyse bunun önüne nasıl geçilebilir?
Burada iki hususa işaret etmekte fayda vardır: Birincisi, Türklük ve Türk milliyetçiliği ile ilgili her şey, ya hamaseti aşamamakta, ya da sadece siyasete hasredilmektedir. Türklük de, Türk milliyetçiliği de ne partilere bırakılabilir; ne de siyasete kurban edilebilir. Ziya Gökalp’ten sonra bu işin teorisi ile uğraşan pek çok isim olmasına rağmen, konunun tarihsel, anropoljik ve felsefi temellerinin yeterince aydınlatılabildiğini söylemek biraz zordur. Bundan sonra Türklük bilincinden, Türk milliyetçiliğinden söz edebilmek sadece hamaset ve siyasetle olacak bir iş değildir; işin içine bilgi ve bilimsel zihniyet mutlaka girmelidir. “İçi boş milliyetçilik”in pompalanmasının da, benimsenmesinin de büyük ölçüde felsefi temellerin ve tarihsel köklerin boşlukta olmasıyla ilgili olduğu kanaatindeyim. İkincisi, Türklere yönelik, sun’i olarak yaratılan suçluluk duygusu ve öğrenilmiş çaresizlik, ufuk daralmasına ve akıl tutulmasına sebep olmakta; özellikle din alanında eleştirel düşünce, tutum ve tavırların gelişmesini engellemektedir.
Ülkemizin ve devletimizin gerçekten çok zor bir süreçten geçtiği açık seçik ortadadır. Bu devlet Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Bu millet de, her ne kadar birileri telaffuz etmekte zorlansa da, Türk Milletidir. Türklüğe karşı, önce Türkler kendi önyargılarını kırmalıdırlar. Siz kendinize saygı duymaz iseniz, hiç kimse size saygı duymaz. Bunun için İslam ve Türklüğün birbirinin alternatifi olmadığının, Türk olmanın utanılacak bir şey olmadığının bilinmesi gerekmektedir. Bilgi özgürleştirir. Türkler kendi geçmişlerini, insanlığa kazandırdıkları değerleri, sahip oldukları hasletleri bilinç düzeyine taşıdıkları zaman, hem özgüvenlerini yeniden kazanırlar, hem de akıl tutulmasından ve öğrenilmiş çaresizlikten kurtulabilirler.
Atatürk Cumhuriyeti kurarken “muasır medeniyet seviyesi” diye bir hedef göstermişti. Bu Batı’ya, Batı medeniyetine bir eklemlenme değil, kelimenin tam anlamıyla din, dil ve tarih ayağı olan bir medeniyet projesiydi. Yedi düvele karşı verilen İstiklal mücadelesi, hem “mağlup medeniyet travması”nın aşılmasını sağlamış hem de bu millete muazzam bir özgüven kazandırmıştı. Maalesef Cumhuriyet’in yeni bir toplum yaratma projesi, kendi geçmişimizle ve kök değerlerimizle barışma hamlesi yapılamadığı için başarısız olmuştur.
Alevi kökenli vatandaşlarımızın DHKP-C, TİKKO; DEV-SOL, MLKP gibi devrimcilik maskesi altında köktenci gruplara dahil olmadaki kolaylığı, inançsal bakımdan ateist ve politik bakımdan aşırı sol çizgi sebebiyle açıklanırken, bu tutum Sünnilerde ise Cihadist-Selefi köktenci örgütlerde karşılığını bulmaktadır. IŞİD, El-Nusra gibi örgütlerin Türkiye’de bu şekilde beslendiği hepimizin mâlumudur. Siz bunu nasıl yorumluyor ve bunun önüne nasıl geçilebileceğini düşünüyorsunuz? Türk Milletinin selameti açısından cemaat veya dini motifli illegal örgüt yapılarına karşı nasıl önlem alınmalı. İnsanlar ideolojilerini öğrenmek, dinlerini yaşamak için bu yapılara muhtaç mıdır? Devlet bu alanda yetersiz mi kalıyor?
Bu soruya, her iki kesimde de farklı görünmesine rağmen, esasta benzer sonuçlar ortaya çıktığı için, arkaplanı anlaşılır kılacak üç farklı açıdan cevap vermek gerekmektedir: Birincisi ve bana göre en mühimi, hem Alevi, hem Sünni kesimdeki savrulmanın ana sebebi, din alanındaki derin bilgisizlik, iman ve aklın birbirinin alternatifi olarak algılanması ve dinin, din anlayışının talepleri ile hayatın gerçeklerinin örtüşmemesidir. Din anlayışınız çarpık ise, bu çarpıklık, hayatın bütün alanlarını ciddi olarak etkiler. İnanç temelleriniz rasyonel değil ise ateizme de, radikalizme de, hatta şiddete de kolayca savrulabilirsiniz. Üstelik de insanı “nesne” konumuna indirgeyen “ezilmişlik” ilk önce insan onurunu ve aklı, sağduyuyu etkisiz hale getirir. Şu anda sadece Türkiye’de değil, İslam coğrafyasının hemen her yerinde görülen acı hadiselerin arkaplanında küresel ölçekte etkin olan kimlik ve anlam krizinin etkilerini tespit etmek mümkündür. Bu tür krizler, kendini daha çok temel aidiyetler ve kimlik üzerinden açık eder. Bunun dinle bağlantılı tezahürleri ya ateizme kaymak, ya da dini bir tür ideolojiye indirgeyerek, her şeyi dinleştirerek dinin temel işlevlerini, insan hayatına anlam kazandıran boyutunu etkisi hale getirmektir.
İkincisi, mevcut haliyle Müslüman kültür şiddet üretmekte, kendisini nesne konumuna indirgemiş insanlara meşruiyet kazandırmaktadır. Din bir tür paradigma işlevi gördüğü için, dindarımızda da, din karşıtımızda da benzer tezahürlerin görülmesi; tepkiselliğin, eleştirel duruşu hakim kılamamanın, akıldan kaçmanın, ön yargılara ve malumata mahkum olmanın, yüzeyselliğin hemen fark edilmesi bir tesadüf değildir. Ölümün, her ne sebeple olursa olsun, bu denli yüceltilmesi, insanın yaşama sevincini de, kökü fıtratta olan anlam arayışını da etkisiz hale getirir. Oysa İslam hayatı ve barışı esas alan bir dindir. Mevcut din anlayışı, insanı görülemez hale getirdiği için, bu kültürün içinde yetişen dindarımız da, dinsizimiz de “insan”ın başlı başına bir değer olduğunu anlamakta zorlanmaktadır.
Üçüncüsü, özgürlük bilincini yitirmiş, yaratıcı yetileri dumura uğramış insanlar evrensel Yaratma sürecine enerjilerini Salih amele dönüştürerek katılamazlar. Onlara sadece “tüketicilik” kalmıştır. Üretmeksizin tüketmek, eninde sonunda insanı “nesne” konumuna indirger. Beşeri yaratıcılığın zirvesinde bilim ve san’at vardır; sporu da eklemek mümkündür. Müslümanlar olarak bilim ve san’at’ta yokuz; kendi değerlerimizi evrensel ölçekte yeniden üretemiyoruz. Geriye tek şey kalıyor: Her şeyi tüketerek, yakarak, yıkarak, yok ederek, öldürerek, kendi kendimize var olduğumuzu kanıtlamak. ..
Bir başka hususa da işaret etmek gerekmektedir: Müslümanların bir bütün olarak temel sorunu bütün boyutlarıyla özgürlük sorunudur. Önce hantallaştırdığımız İslam’ı, sonra da kendimizi özgürleştirmek zorundayız. Özgürlük ve ezilmişlik, Müslüman insanı, her şeyin siyasi gücü elde etmekle çözüleceği gibi bir yanılsamanın içine sürüklemiştir. Unutmamak gerekir ki, siyaset sorun çözmenin belki en etkili ama, yollarından sadece birisidir. Siyasi gücü elinde bulunduranlar, bilimin sesine kulak verdikleri zaman, sorunlara kalıcı çözüm üretebilirler. Biz, siyasilere minnet duymak zorunda değiliz. Onlar bizim gibi sıradan insanlara hizmet edebildikleri kadar, özgürlük ve güven ortamı yaratmadakı katkı ve başarıları kadar değerli olabilirler. Ne var ki, az gelişmiş, ya da gelişmemiş ülkelerde siyasi güce bir şekilde kavuşanlar, kendilerinde bir tür tanrısal güç vehmetmektedirler. Bu görülmeyen, fakat hayati önem taşıyan bir sorundur…
Türkiye’nin kaderi, bir milyar altıyüz milyon Müslümanın kaderidir. Biz nice badireler atlattık; bu milletin bekasını tehdit eden bu tür sorunların üstesinden de gelmek zorundayız. Bunun için hukukun işlemesi, adaletin hayatın tüm alanlarında etkili olması, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi, her şeyin, ama her şeyin kayıt altına alınması gerekmektedir. Geriye sadece çalışmak ve üretmek kalır… Kendi değerler sistemimize uygun, köklerimizden beslenen, tepkisel olmayan, adına ne derseniz deyin bir sekülerleşmeye / laikliğe ihtiyacımız vardır. İnsanlığın tecrübesinden yararlanarak, kendi köklerimizden beslenerek bunu gerçekleştirebileceğimizi düşünüyorum. Maturidi’ye sıklıkla vurgu yapmamın sebeplerinden birisi budur. Bana göre din ticaretini önlemenin başka yolu da yoktur. Temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan, adaleti devletin dini kılan, insanı yüceltmek için var olan bir devlet, sorunların üstesinden gelebilir.
İslam’ın bir din olarak egemenlik iddiası yoktur; İslam siyasi meseleleri insanın sorumluluğuna bırakmıştır. Bunun için İslam devleti olmaz. Bunun için halifelik dini bir sistem değil; beşer ürünü bir oluşumdur. Bu yaklaşımın hem şiddetin din adına meşrulaştırılmasının önüne geçeğini, hem de Müslümanların birbirleri ile uğraşmak yerine, enerjilerini bilime, san’ata ve değer üretmeye harcamaya yönelteceğini; yeni bir medeniyet bilincini tetikleyeceğini düşünüyorum. Bunun için de, elbette eğitime, üretime önem vermek bir zorunluluktur. Ama önce insan anlayışımızı yeniden İslam’a uygun hale getirmek, İslam’ı bir tür siyasal ideoloji gibi algılamaktan kurtulmak gerekmektedir. Devlet, dininin adalet olması gerektiğini, sadece ve sadece “insan” için, insanlar tarafından yaratılmış olduğunu bilsin yeter…
Yukarıdaki söyleşi İhtimal Dergisi'nde yayınlanmıştır. Sayın Prof.Dr. Hasan Onat'ın nazik izniyle bu sayfada da yayınlanmaktadır. Değerli Hocamıza içtenlikle teşekkür ediyoruz.
https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/soylesiler/item/623-din-ve-milli-kimlik-prof-dr-hasan-onat-ile-soylesi