Bir Fetih Hikayesi (*)
Ahmet BUĞRA 05 Haziran 2006
Ne zaman mayıs gelse, kendimi çok farklı his iklimlerinde bulurum. İstanbul’da oturmayan bir İstanbul âşığı iseniz, mayıs gözünüzde daha bir başkalaşır. İstanbul sizin için bir Leylâ, mayıs ise Leylâ’ya kavuşma demidir. Mayıs denince akla İstanbul, İstanbul denince de cennetmekân Fatih Sultan Mehmed Han gelir. Bu mübarek şahsiyetin Konstantiniyye’yi İstanbul yapma gayretlerini her hatırladığınızda, bir hükümdârın Peygamber (sas) aşkı ile nasıl yanıp tutuştuğunu bütün benliğinizle hissedersiniz. Fâtih, İstanbul için çok az insanın yapabileceği bir gayret içine girmiştir. Bunun esas sebebi, Âlemlerin Efendisi’nin (sas) müjdesine nail olabilmek, O’nun (sas) beşaretini verdiği, o ulu kumandan pâyesine erişebilmektir.
İsterseniz;
‘Mazinin bahçesinden bizlere can gibidir,
İstanbul saatleri cennetten an gibidir.
Bu garip sana müştak, gönlü sana meftûnken,
Firâkın nağmeleri kalbde hicran gibidir.’
kabilinden, mazinin o dâsıtânî bahçesine doğru hayalî bir seyahate çıkalım. Fetih öncesi dönemde Peygamber (sas) aşkıyla yanan Mehmed Han, Edirne Sarayı’ndaki odasına her çekildiğinde, Konstantiniyye’yi İstanbul yapmak için derin düşüncelere dalıyor, yüreği dilhûn, gözleri ceyhun sürekli bu gâyeyi gerçekleştirebilmeyi düşünüyordu.
Büyük Sultan, yine böyle odasına çekilip gözyaşlarına teslim olduğu bir demde, gözleri ufuklara dalmış, Leylâ’sını arayan Mecnun misâli Konstantiniyye’ye seslenir:
Kalbimi çalan şehir, bir işveli yâr olur,
Aramıza girenin cümlesi ağyâr olur.
Estirdin bahtımıza hasretin meltemini,
Hicranın esintisi ateşlerden har olur.
Yok cihanda bir eşin, âşıklar sana meftûn,
Bu vuslat yangınıyla hazanlar bahar olur,
Firâkında her saat, dilhûn eder gönlümü,
Şu dünya sarayları koca bir mezar olur.
Bütün dünya olsa da mülk-ü Osman içinde,
Lâkin sen yoksan eğer, arz-u semâ dar olur.
Fâtih ruhlu neferler hem ne yiğit erlerdir,
Başlarında bulunan bir ulu serdar olur.
Şol müjdeni getiren o ay yüzlü Resul’dür.
Yokluk O’nda tükenir, cümle yoklar var olur.
Mehmed Han, bunları der ve gözyaşları içinde dua dua yalvarmaya başlar. Onun bu hicranlı inlemeleri, odasının dışında da duyulur. Muhafızlar telâşlanarak hemen Akşemseddin Hazretleri’ne haber verirler. Akşemseddin Hazretleri, odaya girer girmez Mehmed Han’ın secdede gözyaşları ile Rabb’ine inleyerek yalvardığı manzarayla karşılaşır. Sultanın bu hâli, büyük âlimin de hislenmesine sebep olur. Talebesi, ne kapısının açıldığını, ne de hocasının kendisini izlemekte olduğunu fark etmiştir. O, şu an, başka dünyalarda, başka iklimlerdedir. Neden sonra kendine geldiğinde hocasının varlığını fark eder. Lâkin ayağa kalkacak dermanı bulamaz. Akşemseddin Hazretleri, talebesinin koluna girerek onu sedirin üstüne oturtur. Derdinin ne olduğunu sorar ve kendisine anlatmasını ister. Sultan yine duygulanır, hocasının ellerine kapanır, Akşemseddin, büyük bir şefkatle talebesini bağrına basar. Mehmed Han’ın gözyaşları yine bir sel olmuş, akmaya başlamıştır. Bu yürek yangınıyla, hocasına içindeki büyük aşkı itiraf eder:
Nice zamandır ağlarız,
Gülmek diler bu gönlümüz.
Irmak misâl gözyaşını,
Silmek diler bu gönlümüz.
Var mıdır ki yazımızda,
Bilmek diler bu gönlümüz.
Muştuların en hasını,
Bulmak diler bu gönlümüz.
Şol Bizans’ın kal’asını,
Almak diler bu gönlümüz.
Akşemseddin, ellerinde yetişmiş olan talebesinin, Peygamber (sas) müjdesine nâil olabilmek için yanıp tutuştuğunu görünce, bütün kalbiyle Rabb’ine hamdeder. Akşemseddin’in hocası Hacı Bayram-ı Veli, Mehmed Han daha beşikte iken, fethin onun eliyle müyesser olacağını bildirmiştir. Akşemseddin, talebesindeki bu azim ve inancı görünce, hocasına olan sevgisi daha bir ziyadeleşir. Fakat hocasının beşaretinden Mehmed Han’a bahsetmez; çünkü bunun ne yeri, ne de zamanıdır. Ancak ona nasihat etmeyi de ihmal etmez:
Arayan bulur sultanım,
Lâkin hâlis niyet gerek.
Yazılmışsa alnınıza,
Hakk’tan bir inâyet gerek.
İhlâs olsun tek yoldaşın,
Hızır Nebi hem hâldaşın,
Elbet cehl ile savaşın,
Kavgada cesaret gerek.
Hakk’a dayan var yoluna,
Bakma sağına soluna,
Varınca Urum eline,
O demde dirayet gerek.
Yaman iştir, bin bir zahmet,
Zahmet çeken bulur rahmet,
Böyle müjdeliyor Ahmed,
Dilde Hakk’tan âyet gerek.
Hocasının sözleriyle, ne yapması gerektiğini gâyet iyi anlayan Mehmed Han, kısa sürede hazırlıklarını tamamlar. Edirne’den İstanbul’a ordusuyla hareket eder. Ordugâhını Maltepe sırtlarında kurmuş ve kutsî müjdeye ulaşmak için bütün varlığıyla olağanüstü bir gayret içine girmiştir. Aklın sınırlarını zorlayan savaş taktikleri uygulamış, o zamana kadar görülmemiş yeni silâhlar yapmış, hattâ bugün dahi kullanılan havan toplarının plânını bizzat kendisi çizmiştir. Sultan Mehmed, bir ara savaşın bütün şiddetiyle devam ettiği bir hengâmda ordugâha hâkim bir tepeden, hocası Akşemseddin’e Ordu-yu Hümâyûn’u göstererek şöyle seslenir:
Sıra sıra neferlerim dizilir,
Ordugâhım iki günde gezilir,
Şu dünyada böyle çeri görülmez,
Önümüzde nice düşman bozulur.
Burçlar kadar kule diktik,
Şahi misâl toplar döktük,
Derya üstü durur ammâ,
Karadan gemi yürüttük,
Biz bu yolda her tedbiri almışız,
Ne olursa Hakk’a teslim olmuşuz,
İçmek için ol şehadet şerbetin,
Bir ulu meydanda cenge dalmışız,
Aman Hocam, himmet eyle,
Nasip midir bize söyle,
Yangın yeri şu sinemiz,
Söndür onu bu müjdeyle.
Akşemseddin Hazretleri, talebesinin dünyadan ziyâde âhirete müştak olduğunu ve sadece şehadet istediğini görünce daha bir aşka gelir. Ama bilir ki fetih de, şehadet de tedbir ile değil takdir iledir. Tedbir kula, takdir ise Allah’a aittir. Yapılması gereken; bütün hazırlıkları en mükemmel hâliyle yerine getirmek, ondan sonra da Yüceler Yücesi’nin önünde divan durmaktır. Ve bunu talebesine şu şekilde nasihat eder:
Ey Sultanım,
Ey Oğul,
Din-i Mübîn içindir gayretin,
Her hâlinden bilirim.
Cesaretin Hamza misâl,
Gözlerinden görürüm.
Eğer benden can istersen,
Tasalanma, veririm.
Şehadet gâyesine,
Ardın sıra gelirim.
Lâkin bu iş mânâ işi,
Madde ile olmaz ancak,
Dua gerek, ihlâs gerek, aşk gerek,
Hakk’ın dergâhında inleyerek,
Günler geceler geçirmek gerek.
Oğul!
Sen doğduğunda,
Hocam Bayram-ı Veli,
Bir müjde vermişti ikimize,
Sorduğunda Murad Han’ım,
Fetih müyesser mi diye?
Nasip değil bize, lâkin
Mevlâm nasip buyurmuş,
Şehzâde ile köseye,
Demişti.
Murad Han ki bu yüzden,
Seni bugün için yetiştirmişti.
Oğul,
Dersin ki,
Ben fetih isterim.
Her fetih de bir fâtih ister.
Sen Fâtih ol ki,
Fetih de senin olsun.
Bil ki her kişi Fâtih olmaz,
Er kişi Fâtih olur.
Sanma ki düşmanın sadece taş, topraktır,
Taş, toprak olur ufalır,
Toprak, suya karışır gider.
Ay, güneş doğar batar,
Güneş, gece olur örtülür,
Asıl fetih ne bu ne o,
Asıl fetih, içindedir.
En büyük düşmana karşı zaferdir.
Uhud’daki müşrikten de,
Bizans’tan da
Büyük düşmana…
Önce onu yen ki içinde,
Gerçek Fâtih olasın.
Fethi taşta, toprakta değil,
Önce içinde bulasın.
Oğul,
Sen bir şehri kuşatırsın,
Nefis de seni kuşatır.
Konstantin’i yenmek kolay,
Bizans taş ve toprak,
Lâkin nefsi yenmek zordur.
Bizans’ı yensen de, yenilsen de,
Ya şehitsin ya gazi,
İkisi de kârdır.
Nefse yenilirsen amma,
Kalbin taş, gözün kördür,
Elinde tuttuğun kordur.
Bunu böyle bil ve önce nefsini yen,
İşte o zaman doğru der,
Ben asıl Fâtih’im diyen.
Uğrun açık,
Bahtın ak,
Kılıcın keskin,
Gazan mübarek olsun.
Mehmed Han’ın, seçilmiş askerleriyle, 6 Nisan günü başladığı Konstantiniyye Kuşatması, 29 Mayıs 1453 tarihinde ‘İstanbul’un Fethi’ ile neticelenir. Sultan, seçilmiş ordunun seçilmiş kumandanı olarak Ayasofya’da iki rekât şükür namazı kılar ve Rabb’ine gözyaşları ile hamdeder. Mehmed Han, sadece Konstantiniyye’yi İstanbul yaptığı için değil, dünyanın bütün nimetleri ayağının altında serili olduğu hâlde, inancında asla bir zaaf göstermediği için “Fâtih” olmuştur. Şehadet isteğine o zaman kavuşamamış; ama 1481 yılında zehirlenilmek suretiyle şehit edilerek, hem şehitlik hem de gazilik rütbeleriyle, müjdesine nâil olduğu Âlemin Yaratılış Gâyesi’nin (sas) huzuruna varmıştır. Allah, O’ndan ve seçilmiş askerlerinden ebeden râzı olsun ve bizleri şefaatlerine nâil eylesin. Ruhları şâd olsun.
* Hikâye, fetih üzerine hayalen senaryolaştırılmıştır. Bu eserdeki diyaloglar tamamen hayal ürünüdür.