HİLALİN GÜCÜ/ DEVLETİ KURAN İRADE
Emin IŞIKI 30 Nisan 2006
Sokak aralarında “Silivri… Kaymak!..” diye dolaşan yoğurtçunun Silivri’yi veya Silivri kaymağı satmadığını, sadece yoğurt sattığını herkes bilir. Önünde hamsi dolu tablasıyla balıkçı “Derya kuzuları bunlar… Derya kuzuları!...” diye bağırır. “Çengelköy bademi!...” diye satış yapan manav da badem, madem değil, sadece salatalık satmaktadır. Dut, kavun, karpuz satanlar da “Çay şekeri!... Bal Şekeri!..” diye satış yaparlar.
Çarşı ve pazarlara hemen hiçbir şey doğrudan doğruya kendi adıyla satılmaz.
Yemek isimlerine bakalım: Kabak veya patlıcan ezmesinin adı “Hünkar Beğendi”, zeytinyağlı patlıcan yemeğinin adı “İmam Bayıldı”dır. “Kadın budu” bir köfte çeşidi, “Hanım göbeği” ile “Dilber dudağı” da birer tatlı adıdır. Bir de “Ezo Gelin” çorbası vardır. “Ayşe Kadın” fasulyesinin kurusu da “Boncuk Ayşe” dir.
İnsan zekası bir takım anlamları daha güçlü anlatmanın yollarını arayıp bulmuş; bunun için benzetme (teşbih) ler yapmış, mecazlar kullanmıştır. Anlamları yalnız kelimelerle değil, bir takım işaretlerle, sembollerle ifade etmiştir. İnsanlar çok eski zamanlardan beri canlı ve cansız varlıklarda gördükleri bazı özellikleri, bir takım anlamlar için sembol (rezm) haline getirmiştir.
Mecaz ve semboller bütün dillerde, özellikle gelişmiş kültür ve medeniyet dillerinde çok sayıda bulunmaktadır. Bu sembol ve mecazların bazıları yalnızca o dile mahsustur, bazıları da müşterektir: Mesela, “Aslan” sözü hemen hemen bütün dillerde korkusuzluğu ve cesareti ifade eder. Bunların bir kısmı unutulmuş gitmiştir. Bir kısmı da şarkılarda türkülerde ve halk dilinde bütün canlılığıyla yaşamaktadır.
“Kalp veya yürek” göğüs boşluğumuzdaki malum organın Arapça ve Türkçe adlarıdır. Fakat, “Kalbsiz” ve “Yüreksiz” sözleri birbirinden çok farklı manaları anlatır. “Yüreksiz” derken birinin cesaretsiz ve korkak olduğunu anlatmak isteriz. Oysa “kalbsiz” merhametsiz ve acımasız demektir. “Kalbi var” sözü de onun kalbinden hasta olduğunu ifade eder. “Kansız” sözü aile şeref ve haysiyetini düşünmeden hareket eden soysuzlar için kullanılır. “Kalbime yara açtı” sözü ile “Kalbim parçalandı veya yüreğim parçalandı” sözleri de bize kalble ilgili herhangi bir hastalığı veya rahatsızlığı hatırlatmaz. “Kalbim fırladı, yüreğim ağzıma geldi, ödüm patladı, içim burkuldu, dilimi yuttum, ağzım bir karış açık kaldı, ciğer paresi, göz bebeği, göz ağrısı…” gibi deyimlerin hiçbiri bu uzuvların kendilerini değil, dolaylı olarak başka anlamları ifade eder.
Son yıllar da miting meydanlarında güvercin uçurtmak moda oldu. Güvercin çok eski çağlardan beri barış ve dostluk sembolüdür. Postacıların sembolü de güvercindir. Oysa yine güvercin cinsinden başka bir kuş olan “kumru” barışın veya haberleşmenin sembolü değil, baş başa verip sessizce sevişmenin sembolüdür. “Arpacı kumrusu” derken daha başka bir anlam, “kara kara düşünmek” akla gelir. “Manda” ağır hareketi, geç intikali, “Öküz” anlayışsızlığı ve tembelliği ifade eder. Aynı cinsin dişisi olan “inek” özellikle öğrenciler arasında çalışkanlığı anlatır. “Kedi” hırçınlığı, “köpek” saldırganlığı, “keçi ve katır” inadı, “koyun” uysallığı ve körü körüne itaatı ifade için kullanılır. Oysa, “kuzu” sevimli bir yavru anlamına gelir. “Ana yavrusu” yerine “Ana kuzusu” denir.
Bu sonuncu misalde de görüldüğü gibi, bir kelimenin mecazını ve sembolik anlamlı olanını kullanmak, çoğu kere aslını kullanmaktan daha güçlü ve daha kıvrak bir anlatım meydana getirir.
“Tilki” kurnazlığı, “Kurt” onurlu ve haysiyetli olmayı, bazen da çokbilmişliği ve tecrübeliliği ifade eder. “İçime kurt düştü” derken de (solucan cinsinden olan kurt) akla gelir ve şüpheyi anlatır. “Bülbül” ağzını tutamayan ve sır saklamasını bilmeyen geveze bir aşığı, “Gül” sevgiliyi, “Diken” ise sevenle sevilen arasındaki engelleri ifade eder. Karınca tutuculuğu, Arı tekniği dile getirir. Hiç de aptal bir hayvan olmayan “Kaz” akılsızlığı, “Ördek” beceriksizliği, “Kuğu” zerafeti, “Keklik” çevikliği ve kıvraklığı, “Karga” hem çirkinliği, hem ses çirkinliğini, “Turna” gurbetteki sevgiliden gelecek haberi, “Ceylan” güzelliği, özellikle göz güzelliğini, “Ay” ise yüz güzelliğini dile getirir.
“Defne” dalı savaş ilanıdır, Ültimatom anlamına gelir. “Zeytin” dalı barış çağrısında bulunmak demektir.
Renklerin de çeşitli anlamları vardır: “Beyaz” lekesizliği ve kusursuzluğu (kadın için iffet ve ismeti) ifade eder. “Yeşil” murada ermektir. “Siyah” yas ve matem alametidir. “Sarı” hastalık işaretidir. “Pembe” mutluluk demektir. “Mavi” güç ve siyasi iktidar sembolüdür. “Kırmızı” kan ve ateş rengidir. Sağlık ve sıhhat anlamına gelir. Savaşta cengaverliği, şiirde “aşkından yanıyorum” anlamına aşırı aşkı, dinde hakiki şehitliği ifade eder.
Sembollerin, yalnızca çeşitli dillere göre değil, aynı toplum içinde mesleklere ve komutlara göre de değiştiği, başka başka anlamlar için kullanıldığı görülür: Mesela; edebiyatımızda çok kullanılan ve uzun boylu, ince yapılı sevgiliyi sembolize eden “Selvi” kelimesi, dini (Tasavvufi) edebiyatımızda ahireti temsil eder. “Elif” harfine benzediği için de Allah’ın birliğini (tevhidi) remz için kullanılır. Aksine çam dalları en uçta “hac=salip” şeklini aldığı için Hıristiyanlarca çok makbul tutulur, yılbaşı ve Noel günlerinde evler tercihen o dallarla süslenir, donatılır. Haçı andırdığı için Türkler mezarlarına hiç çam dikmezler, hep selvi dikerler. Dini edebiyatta “Gül” Peygamber efendimizin sembol (remz) üdür. Ay ışığının en parlak olduğu on dördüncü gecesi dolunay (Bedir) da yine Allah’tan aldığı vahiy nurunu aynen yansıtan Peygamberimizi temsil eder. Kur’anı-ı Kerim’de Peygamber efendimizin pek çok vasfı ve sembolü vardır. Onun bir özelliği de (Sirac-ı Münir= nur veren kandil) dir. Din kitabımız olan Kur’an, mecaz ve sembollerle doludur. Sure evvellerindeki (Elif-Lam-Mim, Ta-Ha, Ya-Sin, Ha-Him, Sad, Kaf ve Nun) gibi harfler birer sembolden başka bir şey değildir. Ayrıca yine süre başlangıcında bulunan ve kasem (and) ile başlayan (Velfecri, Veşşemsi, Velleyli, Vadduha, Vettini) gibi kelimelerin kendi anlamlarının olduğu din alimlerince ifade edilmektedir.
İncir ağacı, Hz. Musa’ya gelen vahiy o ağaçta bir ışık olarak tecelli ettiği için, Musa dinini temsil eder. Oysa zeytin ağacı, Nur süresinin aynı isimle anılan Nur ayetinde de belirtildiği gibi, nurunu bütün cihana saçacak ve şarkı, garbı aydınlatacak olan İslamiyet’in sembolüdür. Yine Kur’an-ı Kerim’de (İbrahim Suresinde) Allah’ın birliği inancına dayanan İslamiyet kökü sağlam, dalları büyük gökleri tutmuş mübarek bir ağaç olarak sembolize edilmiştir. Tohumunu İbrahim Peygamber’in attığı bu ağaç Peygamberimizin elinde Kur’an gibi sağlam bir temele dayandığı için fırtınalara ve her türlü tabiat şartlarına karşı mukavemet eden şanı yüce bir ağaç olarak anlatılmıştır.
Osman Gazi’nin rüyasında gördüğü çınar ağacı Osmanlı devletinin güç ve otorite sembolüdür.
Bilindiği gibi Mir’ac gecesinde Peygamber efendimize Cennette süt ve şarap ikram edilmiş, Peygamber efendimiz “süt”ü alıp içmiştir. Cebrail aleyhisselam ise “İçtiğin bu süt, senin dininin ve ümmetinin fıtratı asliyesi (yaratılışının öz mayası).dır” diyerek kendini tebrik etmiştir.
Hıristiyanlıkta şarap Hz. İsa’nın kanını temsil eder. Şaraba ekmek banıp yemek Hz. İsa’nın kutsal ruhaniyetinden feyiz almak anlamına gelir. Şarap misal verilebilir. Onsekizinci yüzyıl başlarında (1717-1722) yılları arasında bir süre yurdumuzda kalmış olan İngiliz elçisinin eşi Lady Montaqu (Leydi Mondekü) ele geçirdiği bir Türkçe muhabbetnameyi İngilizceye tercüme edip İngiltere’deki bir hanım arkadaşına gönderirken mektubunda şu açıklamayı yapmak lüzumunu duyuyor:
“Gördüğünüz gibi, bu muhabbetname bir şiirdir, fakat bizde ki bu tarz şiirlerden çok güzeldir. Türkçe de bu çeşit mısralardan bir milyondan fazla var. Renk, çiçek, ot, meyva, taş, tüy hemen hepsinin özel bir anlamı ve karşılığı var. İşte böylece Türkler hiç kağıt ve mürekkep kullanmadan küfür, azar, sevgi, dostluk, hatta haber ve havadislerle dolu mektuplar gönderebiliyorlar.”
Ankara Savaşı /1402) öncesi Timur ile Yıldırım Beyazıt’ın karşılıklı olarak birbirlerine bir takım elçi ve namelerle birlikte bazı hediyeler de gönderdikleri tarih kitaplarında geçmiştir.
Hediyelerin de, hareketlerin de kendine göre anlamları vardır. El, Kol, kaş,göz hareketlerinin de birer sembolik değer taşıdığı unutulmamalıdır.
Görüldüğü gibi dilimiz sembollerle doludur. Biz farkında olarak veya olmayarak bir takım anlamları sembollerle ifade edip duruyoruz. Dil dediğimiz şey de zaten sembolik bir icattır. Biz varlıklara bazı isimleri veriyoruz, ondan söz ederken, o varlığın kendisini değil adını kullanıyoruz, yalnızca ismini söylemekle yetiniyoruz. Halbuki dilini bilmediğimiz yabancı bir ülkede alış veriş yaparken, eşyanın o dildeki adını bilmediğimiz için doğrudan doğruya eşyanın kendisini gösteriyor “bundan, bundan…” demek zorunda kalıyoruz.
Duyumların, olayların ve eşyaların sesli sembollü yerine çizgili semboller ifade edilmesi başka bir soyut düşünce ürünü olan yazıyı meydana çıkarmıştır.
Büyük bir ihtimalle yazı da dil gibi, önce müşahhas (somut) şekillerle ortaya çıkmış, giderek eşyadan soyutlanarak bugünkü şeklini almıştır. Eski Mısır yazısında görüldüğü gibi anlamlar önce resimlerle ifade edilmiştir. Yine çok eski bir yazı türü olan Çin yazısı da aslında resimlerden stilize edilmiş şekildedir.
Buraya kadar eşyadan manaya yükselişin çeşitli yönlerini anlatmaya çalıştık... Bayrağı ve bayrakta ki sembolik manayı iyice anlatabilmek için buna ihtiyaç vardı.
Türk bayrağının, rengini şehitlerin kanından aldığını, savaş alanındaki kan gölüne yansıyan gökteki ay, yıldızın da sonradan bayrağa konduğunu biliyoruz.
Fakat bayrak hakkında bu bilgi, bayrağın taşıdığı kutsal anlamı, o anlamdaki sembolizmi, ondaki derinliği ve yüceliği anlatmaya yeter mi?
İnsan düşüncesi manevi anlamdaki yücelik kavramıyla maddi anlamdaki yükseklik kavramı arasında bir ilişki, bir paralellik kurar. Kutsal saydığı ve saygı duyduğu manevi değerleri yüksekte tasavvur eder. Manevi değeri yüce olanın mekan bakımından da yerinin yüksekte olmasını arzu eder.
Onun içindir ki, işlemeli Mushaf (Kur’an) çantasını yükseğe asarız veya kütüphanemizin en üst rafına koyarız. Ezanı yüksek bir yer (minare) den okuruz. Ve bayrağı yüksek bir yere çekeriz.
Niçin?
Çünkü o, başta milletimizin istiklal ve hakimiyetini olmak üzere, inandığı ve uğrunda can verdiği ne kadar kutsal değerleri varsa hepsini sembolize eder.
Bu anlamda her bayrak kendi milletine göre kutsaldır. Hıristiyan milletlerin bayraklarında Haç şeklinde semboller yer almıştır. Müslüman milletin bayraklarında da genellikle hilal görülmektedir. Haç’ın ne anlama geldiğini biliyoruz. Hazreti İsa’nın çarmıha gerilerek haç şeklinde şehit edildiğine inandıkları için Hıristiyanlar o sembolü benimsemişlerdir. Hilal’in de Müslümanlarca bir sembol olarak kabul edildiğini biliyoruz. Ancak bunun sembolik değeri nereden gelmektedir? Dolunay (Bedir) ayın on dördüncü gecesindeki haliyle daha parlak olduğu halde niçin ayın en az ışık verdiği ay şeklinde zayıf şekli sembol seçilmiştir?
“Hilal” eğer haçta olduğu gibi doğrudan doğruya şekilden alınan bir sembol olsaydı, ayın on dördüncü gecesindeki en parlak haliyle dolunay şeklini sembol olarak kullanmak daha uygun olurdu. Oysa “Hilal” şekli dolayısıyla değil, ismi dolayısıyla sembol olmuştur.
Bu anlamı da “Allah” isminden almıştır.
Bilindiği gibi Arapça aslında “Hilal” kelimesinde bir “He”, bir “Elif” ve iki tane “Lam” bulunmaktadır.
Bu harflerin ebced hesabıyla rakam değeri de
“He” ……………………..=5
“Lam”…………………….=30
“Elif”……………………..=1
İkinci “Lam”…………… =30
Toplam olarak =66’dır.
“Allah” kelimesi deyine bir “Elif”, “iki “Lam” ve bir “he” ile yazılmaktadır. Bu harflerin de değeri yine ecbed hesabıyla aynıdır. Bunlar da altmışaltı (66)’ dır. Her iki kelimeyi meydana getiren harfler değişmediği için bunların rakam olarak değeri de değişmez. Aynı harfler her iki kelimede de aynıdır., sadece yerleri değişiktir. Yani biz “Hilal” yazarken “Allah” isminin harflerini kullanıyoruz.
Madem ki, her iki kelimeyi meydana getiren harflerin kendilerinde ve rakam olarak değerlerinde bir değişiklik yoktur, öyleyse bu iki kelimeyi bilhassa sembolik olarak birbirinin yerine kullanmak mümkündür. O halde bayrak üzerinde Allah yazacak yerde, aynı isimle eş değerli olan “Hilal”i koymak hem daha anlamlı, hem de inançlarımıza daha uygundur. Çünkü inancımıza göre “Allah”ı sembol olarak bile ifade etmek mümkün değildir. Aksi halde putperestlerin düştüğü hatayı tekrarlamış oluruz. Oysa İslamiyet putperestliğin her çeşidini yıkmak üzere gelmiş bir dindir.
İşte bu sakıncalardan dolayı “Allah” ın zatı ve ismi tenzih edilerek, o ismin harf ve ebcedi bakımdan eş değerlisi olan “Hilal” sembol yapılmıştır. Madem ki, sembolik bir anlam taşıyacaktır, o halde hilal yazmaktansa hilalin şeklini yapmak arasında hiçbir fark yoktur. Aksine sembol olarak Hilal şekli daha uygun, daha anlamlıdır.
Böylece Hilal’in sembol olarak seçilmesin de şu mantık silsilesi görülmektedir.
Allah (ismi)------- Hilal (ismi)------- Hilal (şekli).
Allah’ın birliği (tevhit) inancı ve inancın La ilahe illallah (Allah’tan Başka Tanrı Yoktur) formülüyle ifade edilen manası, böylece “Hilal” şeklinin içinde sembol olarak ifadesini bulmuştur.
Bildiğiniz gibi bazı İslam ülkelerinin bayrağında, özellikle Suudi Arabistan devletinin bayrağında böyle bir sembole gidilmeden doğrudan doğruya kelime-i tevhid’in kendisi yazılmıştır.
Ancak bir takım manaların sembol ile ifade edilmesi, doğrudan doğruya ifadesinden daha derin ve daha anlamlı olduğu da bir gerçektir. Bütün üstün ve ince zekalar bir takım manaları sembollerle ifade ederler:
Büyük yazarlar, büyük mütefekkirler duygu ve düşüncelerini basit ve katı kelimelerle değil, ince sembollerle ifade yolunu seçerler. En çok sembol kullananlar (Fuzuli ve Mevlana gibi) en büyük, en güçlü ve kalıcı eserler vermiş olanlardır. Şeyh Galip de Hüsn-ü Aşk adlı eserinde aşk ile güzelliği ve bunlar arasındaki ilişkileri bir takım sembollerle ifade etmiştir.
Biz konumuzdan uzaklaşmayalım ve yine konumuza dönelim. Bayrağımızdaki ikinci sembolü, yıldızı anlatmaya çalışalım:
Hilal’in kucağındaki yıldız, hilalde olduğunun aksine doğrudan doğruya şeklinden ötürü yer almıştır. Ancak bu şekil yine Arapça “ Muhammed” yazının şeklidir. Peygamber efendimizin ismi yazıldığı zaman Birinci “mim” in başı, “ha” harfinin dirseği, ikinci “mim” in kıvrımı ve “dal” harfinin alt ve üst kanadı beş tane çıkıntı meydana getirir ve tam bir yıldız şeklini alır. Zaten İslam’ın temel şartları da beş tanedir.
Hilal Allah inancını, yıldız Peygamber’e bağlılığı dile getirir.
Allah inancı, amentü ile bildirilen iman şartlarının temeli olduğu için iman esaslarının hepsi bu sembolle ifadesini bulmuş olur. O zaman Hilal iman şartlarını, yıldız da İslam’ın şartlarını remz olarak dile getirir ki, bayraktaki bu iki sembolde, ay ile yıldızla İslam dini bütün yönleriyle ifade edilmiş olur.
Claude Farrere (Klod Farer) dilimize “Türklerin Manevi Gücü” adıyla çevrilen eserinde (s.36) hilal şekli üzerinde durarak bu şeklin Türklerin hayatında nasıl bir önem taşıdığını anlatmaya çalışır:
“En mükemmel gemiler, yarım ay şeklinde amiral gemisinin etrafına sıralanmıştı.
Evet yarım ay, yani hilal şeklinde… Ve hilal şekli gerçekten Müslüman, gerçekten Türk olan herkesi heyecandan titretmeye yeter!..” diyerek Türk toplumunun hayatında örf ve geleneklerin ne kadar köklü bir yeri olduğunu anlatır.
Hilal şekli sadece bayrağımızda değil, kandil geceleri yapılıp dağıtılan ay çöreğinde de görülür. Bu çörek özellikle kutsal kandil geceleri dolayısıyla yapılır. Camide ve kışladaki ders nizamı da, Mehter takımının nöbet vurma sırasında aldığı şekil de hep hilal şeklidir.
“Lale” kelimesi de “Allah” ve “Hilal” kelimelerinin yazıldığı harflerle yazılır. Öyleyse onun da tarihimizde, hayatımızda sembolik bir yeri olmalıdır. Zaten öyledir; Osmanlılar, dini konuda “Hilal” i sembol olarak kullanmayı daha uygun görmüşlerdir. Minarelerine diktiği “Hilal” sembolünü kışlalar ve saraylar için (saygıdan dolayı olacak) kullanmamaya, özel itina ve dikkat göstermişler, onun yerine başka bir sembolü “lale”yi kullanmayı tercih etmişlerdir.
Bu kadar ince düşüncelerden hareket eden ve kutsala saygıyı tül tül, dantel dantel ruhlara işleyen o büyük atalarımız, Allah adını bayrak ve minarelerle göklere kazımaya çalışırlar:
“ Gök nura garkolur nice yüzbin minareden”
“ Şehbal açınca ruh-i revan-ı Muhammedi”
“ Ervah cümleten görür Allahü Ekber’i”
“ Akseyleyince arşa lisan-ı Muhammedi.”