Bir Tefekkür Âbidesi: Nevzat Kösoğlu
Dr. Mehmet GÜNEŞ 01 Ocak 1970
Kıble yürekli, Hilâl bakışlı, “Gül” gönüllü,
Turan düşünceli ve “Kitap Şuuru”na sahip;
Türk’ün yürek sesi, Türk Dünyası’nın ilim nefesi,
Türk milliyetçiliğinin son efsânesi, ülkücü hareketin bilgesi
ve bir Osmanlı çelebisi olan bu güzel insanın azîz hâtırasına…
İlim ve irfan dünyamızın; ilmiyle âmil, îmanıyla kâmil bir büyük âlimi daha Hakk’a yürüdü… Medeniyet iddiâmızın, millî kültür ve tarih şuurumuzun zihnî, fikrî ve felsefî koordinatlarını çok büyük bir vukûfiyetle ortaya koyan ve “Türk düşünce geleneğinin tâkipçisi olan”1 tefekkür âbidesi bir âhir zaman mürşidi daha Âlem-i Cemâl’e vuslat için gurûb etti… İnsânî, İslâmî ve millî değerlerimizi bir ömür baş tacı eden; bizim medeniyetimizin rûhu olan “Kitap Şuuru”yla, millî düşünce üslûbumuzun sosyolojik terkibini yapan ve “dünyaya söyleyecek sözü olan” bir büyük dâvâ adamı daha “dünya sürgünü”nü tamamladı ve aslî vatanına vâsıl oldu…
Türk-İslâm Dünyası’nın medeniyet tasavvurunun yeniden kıyama durması; muhteşem mâzîmizin yeni baştan hayat bularak daha ihtişamlı bir istikbâle taşınması için yarım asırdır göz nûru, akıl ve gönül teri döken bir münevverimiz daha -bizim ağabeylerimiz olan nesli “yetîm-i akran”, bizleri de yetîm-i âlim edipsefer eyledi rahmet-i Rahmân’a… Ve öksüz duygular hükümran oldu; kadim ülkücülerle birlikte yetim kalan zamana…
Zîrâ son devir düşünce burçlarımızın en önemli köşe taşlarından birisi olan “Bir Fikir Başbuğu” daha göçtü bu dünyadan… 10 Ekim 2013 günü, Türk milliyetçilik tarihine silinmez izler bırakan Nevzat Kösoğlu Ağabeyimiz de fâni âlemdeki son yolculuğuna çıktı, “İrciî” (Dön!) emr-i şerifi gelince semâdan… Îman, ihlâs ve idrâk numûnesi, ahlâk, fazîlet ve cesâret timsâli, tadına doyulmayan muhteşem bir rüyânın son cümlesi, Türk’ün yürek sesi ve Türk Dünyası’nın ilim nefesi olan çok önemli bir fikir adamı daha ayrıldı aramızdan…
Ve Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in “El-ulemâü veresetü’l-enbiyâ”2 (Âlimler peygamberlerin vârisidir.) diye ifâde buyurduğu âlimlerimizden birisi daha bâkî âleme şehbâl açtı... Bizler, bu büyük âlimi “gayb” etmemizle birlikte, bir âlemi daha yitirdik ve İslâm burçlarında bir büyük gedik daha açıldı. Fahr-i Kâinât Efendimiz bu mevzûda; “Âlimin ölümü, İslâm’da açılan bir gediktir. Gece ve gündüz birbiri ardınca geldiği sürece onu hiçbir şey kapatamaz.”3 diye buyurmuşlardır. İki Cihan Serverimiz, bir gün Ashâbıyla sohbet ederken onlara; “Cennet ağaçlarından bir ağaca rastladığınız zaman, onun gölgesinde oturun, yemişinden yiyin” tavsiyesinde bulunmuş, bunun üzerine bir sahâbî; “Ya Rasûlallah! Cennet ağacına hayatta ve dünyada iken nasıl rastlayabiliriz?” diye sormuş; Allah Resûlü (s.a.v.) de cevaben; “Bir âlime rastladığınız zaman Cennet ağaçlarından bir ağaca rastlamış olursunuz!” demiştir. Bu sebeple olsa gerek bizim ilim ve irfan hayatımızda bir gedik açılınca, bu onulmaz yara; “Bir âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.” hükmüyle târif edilmiştir.
Gerçekten Nevzat Kösoğlu da; zihnimize, gönlümüze ve düşüncelerimize ilmi ve îmanıyla abdest aldıran, “yemiş” diye ifâde buyurulan eserlerinden ziyâdesiyle müstefit olunan ve gölgesinde oturulan “Cennet ağaçlarından bir ağaç”tı… Zîrâ Nevzat Ağabeyimiz; Dünya Türklüğü’ne, İslâm Dünyası’na ve insanlığa dâir; çok önemli fikirleri, büyük ideâllleri, hayâller ötesi hayâlleri olan ve “ilim adamı” sıfatının içini kâmilen dolduran çok müstesnâ bir âlimdi.
Çünkü o; âteşin bir îmana, engin bir tarih şuuruna, derin bir kültüre, entelektüel bir bakış açısına, çok geniş bir ufka sahip olan, inandığı doğruların -ne pahasına olursa olsun- sonuna kadar ardında duran ve “hiç bir kınayanın kınamasından korkmayan”4 muttakî bir mü’mindi.
Çünkü o; hayatı “Kitap”la yorumlayan, her işinde “Kelâm-ı Kadim”in hükümlerine uyan, bu toprakları bizlere vatan kılan Horasan erenlerinin izinden ayrılmayan, gâzî-dervişliğin gayret kuşağını daha delikanlı çağında kuşanan, hasta yatağında bile Türk-İslâm Dünyası’nın meseleleri ve milletin selâmeti için kafa yoran, Türk kimliğine ve Türk Dünyası’na dâir nitelikli fikirler ortaya koyan bir mefkûre sancağıydı.
Çünkü o; îmanla beslenen yüksek şahsiyeti, şahsiyetinden kaynaklanan vakur tavrı, tevazuu, kutsî ideâlleri, bağlı olduğu mukaddesleri, tefekkür dünyası, ilmi, asâleti, ahlâkı ve inancıyla düşünce hayatımıza turkuaz ışıklar saçan ve çoraklaşmış gönüllerimizi suya kavuşturan bir fikir vâhasıydı.
Çünkü o; “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” anlayışından ilham alan, her konuya insan ve îman merkezli bakan, “İnsanların en hayırlısı insanlara hizmet edendir”5 Nebevî düsturunu kendisine rehber edinen, Türkiye’yi bir dünya devleti, dünyanın siyasi merkezini de Türkiye yapma ülküsünü gerçekleştirmek için yıllar yılı fikir çilesi çeken, yüreği Turan coğrafyası için çarpan, gönlü İslâm Âlemi’ni ve bütün insanlığı kucaklayan ve “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol”an6 bir îman burcuydu.
Çünkü o; Anadolu Beylerbeyliği’nin dar penceresinden değil, Osmanlı Cihan Devleti’nin geniş ufuklarından dünyaya bakan, Türk tarihini ve Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi’ni günümüz şartları içinde yeniden ele alan; Yüce Dînimiz’in insanımıza bahşettiği îman ve Türk milliyetçiliğinin bu aziz millete verdiği heyecanla bizim Anadolu topraklarında yeniden bir medeniyet hamlesi başlatılacağımıza bütün kalbiyle inanan ideâlist bir Türk münevveriydi.
Çünkü o, “Bayrağın düştüğü yerden ayağa kaldırılması”, “Yitiğin kaybedildiği yerde aranması” ve Tevhîd Sancağı’nın “Evliyâ yurdu bu toprak”larda yeniden kıyama durdurulması gerektiğine bütün gönlüyle inanan, bu düşünceyi kuvveden fiile geçirebilmek adına, Türk kimliğiyle ilgili çok ciddi araştırmalar yapan, hasta yatağında bile Türk milliyetçiliği fikirler örgüsüne “akl-ı selîm, zevk-i selîm ve kalb-i selîm” gergefinde kavî ilmikler atmayı son nefesine kadar sürdüren büyük bir vatanseverdi.
Çünkü o; ihtiyar dünyanın içtimâî ve siyâsî meselelerine, günümüzde yaşanan küresel problemlere karşı; “Önce îman, ahlâk; sonra kültür ve medeniyet” diyerek “insan merkezli” ve “inanç mihverli” millî çözümler üreten, “Millî kültür hareketimiz tabii ve zarûrî olarak Kur’ân’dan başlayacaktır.”7 hükmünü ortaya koyup, hâdiseleri “millî bünyemizin en dokuyucu unsuru olan ‘Kitap’ şuuru”8yla, “îman ve amel” mihenginde değerlendiren ilim ve kültür sahibi bir düşünce evliyâsıydı.
Çünkü o; semâvî sevdâlardan beslenen, yüreği hayâllerin çok ötelerine yaslanan, “Ülkü denen nazlı gelin”in aşkıyla kirpikleri ıslanan, ve “Huma kuşu” gibi hep “yükseklerden seslenen” bir âhir zaman dervişi; “Gül” gönüllü ve Turan düşünceli bir “Yesi Güvercini”ydi.
* * *
O, varlık sebebimiz ve hayat gâyemiz olan Müslümanlığımızla, hayatın gerçeği olan Türklüğümüzü aynı dâire içinde yorumlayan; tevârüs edilmiş bir asâletin ve unutturulmak istenen bir medeniyetin bütün güzelliklerini yüreğinde duyan, “Türk’ün Müslümanlığını yaşayabilsek, kimliğimizle birlikte iki dünyamızı da kurtarırız, hiç şüpheniz olmasın…”9 diyen, “Türk’ün ruh köküne bağlı” nesillerin yetişmesi için, -bir sürü sağlık problemine rağmen- durup dinlenmeden çalışan, kalbi “din ü devlet, mülk ü millet” diye çarpan, millet ve devlet sevdâlısı olması hasebiyle; yaşama zevkini düşünmeyen, yaşatma aşkına gönül bağlayan bir “Mektep Adam”dı.
O; tarihî mefâhirimize, tevârüs ettiği mukaddesâtımıza ve irfânî müktesebâtımıza bir ömür hizmet eden; dilimizle, tarihimizle, kültürümüzle, millî kimliğimizle ve medeniyetimizle her zaman övünen; “Kıblesi ne olursa olsun, her îman bir medeniyetin motor gücüdür.” 10 ve “Her medeniyet açılışı, yeni bir îman hamlesinin veya tâzelenmesinin eseridir” 11 diyen; kültür ve medeniyetlerin rûhî temellerinde inanç, içtimâî temellerinin ise bu inanca bağlı ahlâk nizâmı olduğunu sık sık dile getiren ve “Dindarlık gayreti ile de olsa, Türk’ün Müslümanlığını, yaşama üslûbunu bozmayalım. Her cemiyet kendi üslûbunda güzeldir.”12 diyerek millî üslûbun önemini bütün eserlerinde vurgulayan, “ibâdât ü taât üzre” yaşayan, söylediklerini icraatlarıyla “ete-kemiğe büründüren”, yazdıklarını yaşayan, yaşadıklarını yazan ve tebliğini en güzel bir biçimde temsîl eden “Kıblesi düzgün” bir dâvâ adamıydı.
O; ârafta kaldığımız ve fikir fukaralığına dûçâr olduğumuz şu günlerde, Türk-İslam Medeniyeti’nin ferah fezâ ikliminden ilhâm alarak fikir susuzluğumuzu gideren, kalem ve kelâmındaki Kur’ânî ve Tûrânî rahmet yağmurlarıyla çöle dönmüş gönüllerimizi yeşerten, sosyal ve siyâsî meseleleri irdelerken Batılı kavram ve paradigmalarla değil, bize âit medlûl, mazmun, mefhumlarla fikir yürüten bir düşünce mîmârıydı.
O; Türkiye’nin ve Türk Dünyası’nın yarınlarına dâir ümitlerini hep diri tutmaya gayret gösteren; “Dünya ahvâli iyi okunup, hakkıyla yönetilebilirse, aziz Türk Milleti’nin hükümranlık günleri yeniden başlar”13 diyen, rahmetli Dündar Taşer’in “Türk tarihinin sarkacı yükselişe geçmiştir; bunu artık kimse geri çeviremez” vecizesini sık sık tekrar eden, Türk Milleti’nin îmanına ve irfânına sonuna kadar güvendiği, dünyada yaşanan gelişmeleri derin bir tarih şuuruyla değerlendirdiği ve büyük bir inançla “Mâzi, istikbâlin süvârisidir.”14 dediği için gelecekten ümitvâr olan büyük bir Türk milliyetçisiydi.
O; ömrünü, Türk Milleti’nin yeniden tarihî mefâhiriyle buluşmasına, Türk kültürünün ihyâsına ve İslâm Medeniyeti’nin yeniden inşâsına adayan, “Yaslı, yaralı Türklerin” dinmeyen sızısını, bitmeyen derdini, azalmayan çilesini yüreğinde duyan, nabzı Türk Dünyası’nda vuran, yüreği bütün Osmanlı coğrafyasını kucaklayan, güçlü bir Türkiye ve Türk-İslâm Dünyası hayâlini kuran; îmanla ideâlin, inançla asâletin, gönülle aklın, ruhla bedenin terkibini yapan “Yavuz” tavırlı, “Yunus” gönüllü bir Osmanlı çelebisiydi.
* * *
O; milleti; “Aynı dili konuşan, aynı dine inanan, aynı bayrağın altında, aynı geleceği paylaşmak arzusunu taşıyan insan topluluğu” 15 olarak gören; Türk’ü bir “ırk” adı değil; bir kültür mensûbiyetinin ismi olarak târif eden, “Türk olmak, doğuştan olmaktan daha fazla bir şeydir; bir idrâktir, bir heyecandır, bir cehttir, bir eğitim sürecidir.”16 diyen, bu sebeple “Türk”ü bir etnik kimlik olarak aslâ görmeyen Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör ekolünün son halkası olan bir sosyal bilimciydi.
O; Türk Milleti’ni; Anadolu’ya bin yıldır hükmeden Selçuklu ve Osmanlı’nın tarihî tecrübesi ve vatan coğrafyası içinde mayalanan, İslâm Medeniyet dairesinde ve aynı zaman ikliminde bir arada bulunan, hep birlikte aynı geleceğe ve hedefe yönelen insanların kültür ve kimlik müştereklerini ifâde eden, ortak yaşama irâdelerinin bir tezâhürü olarak hayat bulan, tarihî gelişim sürecini tamamlamış sosyolojik şuura sahip bir topluluk olarak târif etmiş; Türk milliyetçiliğini ise; bir mensûbiyet şuuru, bir kültür meselesi ve toplumları millet yapan değerler manzûmesi olarak görmüş, farklılıklarımızı İslâm kardeşliği ve müşterek vatan içindeki kültürel zenginlik olarak değerlendirmiş olan fâzıl bir âlimdi.
O; “Türk Milleti’nin tarihin hiçbir döneminde sömürge olmadığı için, Türk milliyetçiliği anlayışının da kimseyi ötekileştirmediğini, bu yönüyle Batı’daki nasyonalizmle eş anlamlı olmadığını” ifâde eden ve “menfî milliyetçilik” olan “ulusalcılık”ı şiddetle reddeden bir “aksakal” dı. O; “Batılı toplumlarda özellikle günümüz Avrupa’sında milliyetçilik kelimesinin yüksek sesle söylenmediğini; çünkü milliyetçiliğin iki hastalıklı tezahürü olan Nazizm ve Faşizm’i Batı Kültürü’nün ürettiğini ve bunun bedelini de insanlığın çok ağır bir şekilde ödediğini.”17 ifâde eden ve yüreği bu topraklar için çarpan bir Anadolu insanıydı.
O; kültür ve medeniyet konularındaki tahlilleri, tespitleri, teşhisleri, teklifleri; sosyal olaylar karşısındaki büyük düşünme ufkuyla günümüz meselelerine sosyal gerçeklere uygun rasyonel çözüm yolları gösteren, en zor sosyal meselelerde ve en çetrefilli konularda bile çok sağlıklı ve önemli hükümler veren, çok çarpıcı değerlendirmeler yapıp çok net yorumlar ortaya koyan ve millî düşüncenin fikrî muhtevâsını yükselten sıra dışı bir erbâb-ı kalemdi.
O; “Kültür, maddesi ve üslûbuyla hayatın bütünüdür.” 18, “Kültür, hayatın maddesinden çok üslûbudur.”19, “Her kültür, tabii olarak bir kimliktir.”20, “Bir kültürün bütün kavramları îmanla şekillenir ve içerik kazanır.”21, “Hayatı, yâni kültürü yapan şey ise amellerimizdir; amellerimiz, anlam kazanan bütün eylemlerimizdir.. ..Îman ile amel arasındaki ilişki, toplum hayatının tarihî gelişmesini, yâhud medeniyetin seyir çizgisini belirler. Îman güçlü olduğu sürece ameller ölçülerine uygun olarak tecellî eder; sosyal gerilim artar. Îman zayıfladıkça ameller ölçülerinden sapmaya başlar; sosyal gerilim düşer.”22 diyen; “Her kültürün, îmanın şiddeti ile belirlenen ve tezâhürleri farklı olan ‘kuruluş’, ‘olgunluk ve durgunluk’ ve ‘soğuma’ diye üç ana safhadan geçtiğini”23 çok geniş îzahlar ve ilmî değerlendirmelerle dile getiren bir bilge insandı.
O, kültürü; “Toplum hayatının belli bir îman çevresinde gerçekleştirilmesi”24 olarak târif eden, İbn Haldun’un kullandığı “asabiye” kavramını, millî kültür vasatında temellendiren, “Millî kültürün, belli bir toplumun bir îman manzûmesi çerçevesinde, maddesi ve üslûbu ile gerçekleştirdiği hayat”25 olduğunu ve “Millî kimliği, millî kültürün oluşturduğunu” 26 söyleyen, “Millî kimlik, bir millî kültüre mensûbiyetin ifadesidir. Bu mensubiyetin yarattığı gerilimler de milliyetçilik duygusunu meydana getirir.”27 hükmünü çok veciz bir biçimde bütün eserlerinde dile getiren ve “Milliyetçilik duygusu; bir âileye, bir şehre mensûbiyet duygusu gibi doğal bir duygudur.” 28; “Milliyetçilik; ‘bir mensubiyet asabiyesine sahip olmaktır’ bir duruştur, milletinden yana tavır koymak, milleti için, milletine göre düşünmek ve milleti millet yapan değerleri savunmaktır.”29 diyen bir ilim adamıydı.
O; “En çorak gönülleri yeşertecek bir ses yağmuru yâhut ışık seli, bir demet çiçek, bir top gül”30 diye târif ettiği türkülerimizi çok seven; “Türküler; tarihimizdir, coğrafyamızdır; bizim en derin mâcerâmızdır.”31 diyen, gençlere hitap ederken; “Türk kalmak için, Türk olmak için türkü söyleyin. İçerde, dışarıda, yabancı kültürler karşısında en büyük gücümüz budur. Büyük lafları, ‘millî’ vesaireleri bir kenara koyun; küçük işlerle uğraşın, küçük şeyleri kurtarın, derinden, inceden bir türkü tutturun. Türk olmak için de, Türk’ü anlamak için de durmayın türkü söyleyin.”32 tavsiyesinde bulunan, “Eğer yarın, o Mahşer Günü’nün kalabalığında milliyetinizden insanları özlerseniz, türkü söylemeye başlayın.”33, “Mahşerde bile türkülerle birbirimizi tanıyacağız.”34 sözünü sık sık tekrar eden, “Bilin ki, türkü bilmeyenin kimliği yabancıdır; türkülere düşman olanlar var ise düşmanlarımızdır.”35 ve “‘Huma kuşuuu...’ diye başlayan biri, bizden başka kim olabilir?”36 sözünü dile getiren; Türk’e, türküye ve Türkiye’ye kara sevdalı olan su katılmamış bir dadaştı.
O; 1969 yılında yazdığı “Fetih ve Zaman” isimli denemesinde Fatih Sultan Mehmet Han’la sohbet ederken, hâl-i pür melâlimizi; Âlem-i İslâm’ın zamanda fetretidir bu; yıkık mâbetlere döndü gönlümüz.” diyerek çok çarpıcı bir cümleyle dile getirmiş; 28 yaşında iken yazmış olduğu ve zamana hükmetmek isteyen gençler tarafından tekrar tekrar okunması gereken bu makalede, o; “Mekânın cennet olsun Hünkârım, Feth-i Mübîn’den bu yana beş yüz on altı yıl oldu. Her yeni gün dünya daralıyor; eloğlu, göklerden, şimdi zamanı gönlünce kesip biçiyor. Görünürlerde yokuz henüz. Nice zamandır, yıllar uzun, öyle uzun geliyor ki bize… Zaman fiilimizi aştı çoktandır; zamanı yapan biz değiliz artık. Dışımıza taştı, zaman dışımızda akıyor ve köpürüp kabaran dalgaları Hünkârım, uzaktan, itilmiş, yılgın seyretmek, sonsuzu kıran yabancı darbeler altında ezilmek öyle zor, öyle zor ki…”37 cümleleriyle, Fetih Rûhu’ndan uzaklaşmanın bir neticesi olan ve hüzünlü zamanlarda yaşadığımız mahzûn duygularımızı dilendirmiştir.
O; Güneydoğu’daki gelişmelerle âlâkalı bir röportajında; “Özerklik ve iki dil bu konudaki nihâî noktadır.” demiş; “Dil ikileşsin, devlet, bayrak ikileşsin dendiği zaman, hiç kimse kusura bakmasın, eskilerin tabiriyle orada kılıç oynar. Bir devlet bunu kimseye veremez; Osmanlı’nın en düşkün zamanlarında, yıkılırken bile bu verilmedi. Sen, ondan bayrağını istiyorsun, işte orada kılıç oynar.”38 diyerek tarihî, sosyolojik ve fiilî gerçekleri dile getirmiştir. O; bölücülerin hainliği, “Meclise alınan eşkıya uzantılarının” azgınlığı, “tarihle yüzleşiyoruz” angutluğu, yılan gibi tıslayıp “T.C.” tâbirini nefretle kullananların alçaklığı, iktidar sahiplerinin aymazlığı, devlet adamlarının vurdum duymazlığı ve icraat makâmında bulunanların idrak noksanlığı karşısında; “Hazmedemiyoruz Efendim!” başlıklı ‘Bir millî deklarasyon’ mâhiyetindeki yazısıyla Türk Milleti’nin yürek sesi olmuştur. Bu makâlede Nevzat Kösoğlu; “millet olmanın”, “devlet adamlığının”, “tarih şuurunun” ve “otoriteyi tesisin” ne demek olduğunu herkese öğretmiş, devlet îtibarını ayaklar altına alanlara ve olaylar karşısında sâdece “gülümsemekle yetinenlere” çok önemli dersler vermiştir. Okumayanlar tarafından mutlaka tamamının okunması gereken bu makâlede Nevzat Kösoğlu;
“…Devletimize “hastir” çeken o terbiyesiz belediye başkanının görüntüsünü unutamadık. Biz o şehitleriz, yetmiş milyonuz efendim! Toprağın altındakileri saymıyorum. Hala yerinde oturan o adama diz çöktürmedikçe; bu hesap her zerresiyle alınmadıkça, vebali size çok ağır gelir efendim, kaldıramazsınız! Unutuldu sanmayın; millet unutmaz. Devlete, ‘tarihle yüzleşiyoruz’ adı altında günde kırk kere özür diletiyorsunuz ve on bin kişilik bir yerleşimde elli bin kişinin mağaralara doldurularak yok edildiğini söylüyorsunuz! Millet sayı saymasını da biliyor, eşkıyadan özür dilemekle sorunlarımızın çözülemeyeceğini de efendim.
…Biz şehitlerin acısını da sineye çekeriz; tarihimiz, kültürümüz bu acıların eseridir; ama devlet eğilmesin! Hukuka bağlı ve saygılı bir yönetim, dünyanın hiçbir yerinde kendisini böyle aşağılatmaz, aşağılatamaz. Bizim kültür geleneğimizde devlet bütün mukaddesatımızın koruyucu yapısıdır, toplumsal değerlerimizin en üstünüdür; kutsallığı da bu anlamdadır ve buradan gelir. Ona küfrettiremezsiniz efendim! Türk’üyle, Kürd’üyle ruh bütünlüğümüz parçalanıyor efendim!
…Hiçbir çözüme devletin halk indindeki itibarını çiğneyerek ulaşılamaz. Farzımuhal ulaşıldığı düşünülse bile, o artık çözüm değil, anlamını yitirmiş bir mevta gibi olur.”39 diyerek; Türk Milleti’nin hissiyâtını, düşüncelerini, irfânî bakışını, devlet anlayışını ve soylu öfkesini dile getirmiştir.
* * *
O; çölleşen fikir dünyamıza düşünceleri ve tahlilleriyle yön veren, kendimize ait mukaddes rüyâlar görmemiz için “küllî bir tefekkür şuuru” oluşturmayı hedefleyen ve yeniden câmi merkezli bir medeniyet inşâ etmemiz gerektiğini tedris ettiren ve bu ideâlin gerçekleşmesi için; “Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler”ini özetlerken; “Türk Milliyetçileri, bütün Türk ve İslâm Dünyası’nı hedefleyen yeni bir medeniyet tasavvuruyla ortaya çıkmalıdır. Bizler, ancak hedefi büyütüp kutsallaştırmakla tecdîd-i îman edebiliriz. İşte o zaman pörsüyen heyecanlarımız yeni ve yüksek bir gerilime kavuşabilir.” diyen; XV. ve XVI. yüzyılı “Türk Asrı” yapan değerler manzumesini baş tacı yaptığımız zaman XXI. yüzyılın da “Bizim Asrımız” olacağına cân-ı gönülden inanan, Dünya Türklüğünün, İslâm Dünyasının ve bütün mazlum milletlerin sevgisini, ıstırabını, derdini ve çilesini gönlünde duyan ve katiyen mübârek ecdâdımız “Osmanlı’ya toz kondurmayan”40 mümtaz bir Türk milliyetçisi, hayat boyu ideâllerinden zinhar tâviz vermeyen, çizgisinde aslâ kırıklık olmayan ve “ülkü denen nazlı gelin”e sevdâsı hiç azalmayan bir ülkü deviydi.
O; ülkücülüğü; “Kişinin, kendi nefsini aşma cehdi”41 olarak anlayan ve anlatan, ülkücülüğün siyâsî bir hareket olmanın ötesinde, bir ahlâkî duruş, bir ideâlist tavır olarak idrâk edilmesi gerektiğini savunan, Allah (c.c.) hatırından üstün bir hatır, vatan ve millet menfaatinden daha yüksek bir menfaat tanımayan, “yüreği rozetinden büyük” olan ve “Kevser akan, ‘Gül’ kokan” bir ahlâk ve karakter numunesiydi. O; ülkücülüğün; ‘Her zemine uyan, her kapıyı açan, her tarife sığan bir tanımlama’ olmadığını, ‘câmi ile meyhane arasını ihatâ eden bir yelpâze’ oluşturmadığını, “Din-dil ve tarih şuuru”na istinat eden bir “hâl” olduğunu / olması gerektiğini, millî ve mânevî ölçülerinin bulunduğunu / bulunması gerektiğini anlatanlardandı.
O; Allah(c.c.)’tan başka hiçbir şeyden korkmayan, “kenan tûfanı” sonrasında bile hiç recûliyet eksikliği göstermeyen, 12 Eylül Dönemi’nde kendisiyle birlikte yüzlerce ülkücünün idamla yargılandığı Mamak’taki duruşmalar sırasında hâkim ve savcılara; “Siz, gayrı meşrû bir yönetimin sözcülerisiniz; siz, askerî cuntanın hukuksuzluğunu temsil ediyorsunuz, bu sebeple sizi mahkeme heyeti olarak kabul etmiyorum!” diye kükreyen, Mamak Cezâevi’nin işkenceci komutanı Râci Tetik’e hiç kimsenin çıt çıkaramadığı bir devirde, mahkemeden önce salonda ülkücülere gözdağı vermek için volta atan o zâlim albaya; “Ne işin var ulan senin burada, burası mahkeme değil mi, s...tir git şurdan, defol!..” deme ve salondan kovma erkekliğini göstererek dillere destan bir tavır sergileyen, kararlılığına, yiğitliğine, vakarına hiçbir zaman gölge düşürmeyen; zâlimler ve şeddatlar karşısında mağrur olmayı şahsiyetinin zekâtı sayan, bir bozkurt edâsıyla kükreyerek bütün cuntacılara meydan okuyan, hiçbir şartta ve hiçbir zaman -Allah(c.c.)’tan başka- hiç kimseye eyvallahı olmayan, omurgası dimdik olan; gerçek bir mücahit, mangal yürekli bir Anadolu yiğidi ve gözünü daldan budaktan sakınmayan bir mücâdele adamıydı…
O; medeniyet seyyahı durumuna düşürülen ve temel değerlerinden uzaklaştırılan Türk Milleti’ne ve küresel kültür emperyalizmiyle karşı karşıya kalan Türk gençliğine; bu kimlik ve kişilik kaybından çıkış yolunun; Horasan Erenleri’nin ideâllerine sarılmaktan ve yeni nesilleri “millî kültür rûhu”yla buluşturmaktan geçtiğini bir ömür bıkıp-usanmadan yazıp- anlatan, ama ne yazık ki, yaşıyorken kadr ü kıymeti -hak ettiği ölçüde- “bizim mahalledekiler” tarafından bile yeterince anlaşıl/a/mayan çok büyük bir mefkûre ve aksiyon insanıydı.
* * *
Nevzat Kösoğlu; bu millete istikamet verecek ve nesiller boyu istifâde edilecek çok kıymetli eserler veren velut bir erbâb-ı kalem olmanın yanında; millî kültür hayatımızın temel eserlerini yayımlayan “Ötüken Neşriyat”ın kurucularından olup, bu kültür ve edebiyat pınarının bugünlere gelmesini sağlayan güzîde bir yayıncıydı... Ayrıca o; Ötüken Kitâbelerin’den günümüze kadar Türk Edebiyatı’nın en güzel örneklerinin derlendiği Türkçe’nin en kapsamlı edebiyat ansiklopedisi olan XIV ciltlik “Büyük Türk Klasikleri”nin ve XXX ciltlik “Başlangıcından Günümüze Kadar Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi”nin redaktörlüğünü yapan çok önemli bir kültür adamı ve dünden yarına atılmış gök mavisi bir imza idi
O; 1970 yılında Milliyetçi Hareket Partisi’nin Genel Sekreter Yardımcılığına seçildi, 1977 genel seçimlerinde MHP`den Erzurum milletvekili olarak parlamentoya girdi, 1980 darbesinin ardından tutuklandı, 12 Eylül darbesinde pek çok masum vatan evladı gibi Medrese-i Yusûfiye’de çile çekti ve bir buçuk yıl hapis yattı. Cezaevinden çıktıktan sonra; politikayı fikir ve düşüncelerine hizmet vasıtası olarak görmediği, “siyâsette uygun adım yürüyemediği” ve kendisine siyâsetin dışında ihtiyaç olduğunu anladığı için aktif siyasetten çekildi. Bu davranışıyla da siyâsetin bir “meslek” değil, bir “hizmet aracı” olduğunu fiilen ortaya koydu. Bütün mesaisini araştırma, eğitim, tefekkür ve cemiyet hayatına yönlendirdi. Fikir ve düşünce alanındaki çalışmalarına hız verdi. Kültür hazinemizin paslanmaya yüz tutmuş kilitlerini açmak için var gücüyle gayret gösterdi. Yayıncı, yazar ve bir fikir adamı olarak hayatını dolu dolu sürdürdü. Ve son nefesine kadar Türk Milleti ve Türk Dünyası ve Türk Kültürü üzerine fikir ve gönül teri döktü... O; düşünen, yazan, fikir üreten, konferanslar veren, millî, tarihî, içtimâî meseleleri tefekkür eden, topluma ve gençliğe yol gösteren, Türk Dünyası Birliği’nin kültür temellerini inşâ yolunda çok önemli çalışmalarda bulunan, her zaman akıl danışılan ve her söylediği kaale alınan gerçek bir âkil adamdı… Nevzat Kösoğlu; ömrünün en verimli son 30 yılında milletimize birbirinden kıymetli otuza yakın eser hediye etti… Eğer o, siyâsî arenada ömrünü tüketseydi, zannederim bu kadar kıymetli eserler veremezdi…
Nevzat Kösoğlu; tarih ve siyâset felsefesi, sosyal meseleler, milliyetçilik, kültür ve medeniyet konularında kaleme aldığı; “Kitap Şuuru”, “Milli Kültür ve Kimlik”, “Türk Kimliği ve Türk Dünyası”, “Küreselleşme ve Milli Hayat-Türk Olmak ya da Olmamak”, “Türk Milliyetçiliği ve Osmanlı”, “Türk Dünyasında Yeni Bir Medeniyet Tasarımı”, “Türk Dünyası Tarihi ve Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler”, “Hukuka Bağlılık Açısından Eski Türkler’de, İslâm’da ve Osmanlı’da Devlet”, “Türk Olmak ya da Olmamak”, “Tarihe Konuşmalar”, “Geçmiş Zamanın Peşinde Yahut Vaizin Söyledikleri” isimli kitapların müellifidir. Bu kıymetli kitaplar; keskin bir zekânın, büyük bir birikimin, analitik bir değerlendirmenin, yorucu bir çalışmanın, titiz bir gayretin ve ilmî bir disiplinin eseridir. Türk milliyetçiliğinin fikri plandaki zirve isimlerinden birisi olan Nevzat Ağabey’in her değerlendirmesi, düşünen beyinler için bir ölçü, bir mihenk oluşturmuş, her kitabı yepyeni bir bakış açısı ortaya koymuştur. O, sadaka-i câriye hükmünde olan çok kıymetli telif eserlere imza atmıştır. Verdiği eserlerde; hem dışımızda meydana gelen küresel gelişmelere dâir sosyolojik tahliller ve tespitler; hem de içe dönük tenkitler ve tavsiyelerle Türk milliyetçilerine yeni ufuklar açmıştır.
O; Türk Milleti’ne ve düşünce hayatımıza hizmet etmiş, milletimizin hamurunu yoğurmuş olan inanç, ideâl ve fikir adamlarının hayatlarını ve eserlerini -biyografinin çok ötesine geçecek tarzda ve ilmî araştırmalarına, şahsî analizlerini de ekleyerek- orijinal bir bakış açısıyla kaleme almış; “Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Ziya Gökalp”, “Peyami Bey”, “Dündar Taşer”, “Galip Erdem”, “Bediüzzaman Said Nursî”, “Milliyetçilikte Yeni Arayışlar / Yahya Kemal”, “Şehit Enver Paşa” kitaplarını yazmıştır. Ayrıca, anıları da; “Hatıralar yâhut Bir Vatan Kurtarma Hikâyesi” başlığı altında kitaplaştırılmıştır.
O; XX. yüzyılın başında Devlet-i Aliyye’yi ayakta tutabilmek ve tarihin akışını değiştirebilmek için “yürekleri büyük, hayâlleri kadar fedâkârlıkları da gerçekleri aşan”, “hayatlarıyla günümüz insanına çok şeyler söyleyecek olan”42 Osmanlı’nın son dönem aydınlarından ve “sönen bir kibritin son alevi” diye tesmiye olunan, “Bir Hilâl uğruna batan” “büyük düşünen, büyük hayâller gören” iki büyük “ülkücü”yü hakkını vere vere yazdı. Mustafa Çalık’ın ifâdesiyle söylersek; “Bediüzzaman’la Enver Paşa’yı aynı mîzan ve miyar ile değerlendirip idrak ve irfan dünyamızda yan yana koyabilmek sadece O’nun başarabildiği bir işti.”43 Ve zâten Nevzat Kösoğlu, bu çok zor işi başaracak güçte ve enderi-i nâdirattan olan bir allâmeydi.
O; Türkistan’ın bağımsızlığı yolunda kendini fedâ etmeyi cana minnet bilen, 42 yıllık ömrüne akıl almaz olaylar ve kahramanlıklar sığdıran, “Yenilgi kabul etmeyen neslin” bayraktarı “Şehîd-i Âlâ ve Gâzi-i Namdâr İsmâil Enver Paşa”yı yıllar süren yorucu bir çalışma, araştırma ve inceleme sonuncu ilmî bir bakış açısıyla kaleme aldı. “O mübârek bir neslin başbuğu” diye vasfettiği “Şehit Enver Paşa”- nın Türk tarihindeki yerini, yaptıklarını, yapamadıklarını, yapmaya çalıştıklarını, ülkülerini ve hayâllerini tafsilatlı olarak yazdı. Ve onun; İttihat ve Terakkî’den Trablusgarp’a, Babıâli’ye, Sarıkamış’a, oradan Pamir Dağları’nda yalın kılıç şehit oluşuna kadar uzanan ve büyük bir ülkücülük destânı olan hayat hikâyesini ve ideâllerini çok çarpıcı bir biçimde ve tarihî belgelere dayanarak anlattı. Nevzat Kösoğlu, bu çok önemli kitabında; yıllar yılı beyinleri formatlayan yalan-yanlış bilgilerin tarihî hakîkatlerini ortaya koyarak Enver Paşa’nın doğru anlaşılmasına çok büyük katkılar sağladı ve ilminin zekâtını gelecek nesillere ışık saçarak dağıttı.
O; aynı zâviyeden bakarak “Cumhuriyeti kuranlarla yollarını ayırdıktan sonra, siyâset dâhil bütün dünyaya sırtını dönerek; ‘İslâm’ın Kalesi ve kahramanları’ dediği Türk Milleti’nin îmanını kurtarmak işini üstlenen, 1925’ten ölümüne kadar bütün ömrü hapislerde, sürgünlerde geçen, ama eğilip bükülmeyen, hizmetinden bir adım dahi geri adım atmayan” bir başka ideâlist insan, “Türk Milleti içinden başlayarak, Müslümanların îmanını yenilemeye çalışan, yâni bir îman müceddidi”44ni de yazdı. O; Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ni de; her türlü peşin hükümden uzak, ideolojik yaftalardan âzâde ve ilmî ölçülere bağlı kalarak; “Onun kişiliğinin de, bir örnek insan olarak bilinmesi ve yeni nesillere anlatılması gerekir”45 diyerek kitaplaştırdı. Nevzat Kösoğlu; “Said Nursî, şüphesiz sıra üstü bir insandır; açık, keskin ve farklı. Öğrenim süreci, yaşama biçimi, iddiaları alışılmışın ölçülerine sığmaz.”46 değerlendirmesinde bulundu. Ve Said Nursî’yi; kendi vehmini tartışılmaz doğru, kendi cehlini ilim, kendi ideolojik şartlanmışlıklarını hakîkat diye takdim eden birilerinin ona yapıştırmak istediği ‘kürtçülük’ suçlamasının haksızlığını, objektif değerlendirmeler ve doğru bilgiler ışığında kaleme alınmış olan; “Bediüzzaman Said Nursî” isimli eserinde anlattı. Nevzat Kösoğlu, “Tesir gücü, velâyet gücüdür.”47 dediği Said Nursî’yi, -dışardan bakan bir ilim adamı olarak- gerçek kimliği ve kişliğiyle milliyetçi câmiaya tanıttı…
İşte böyle velut bir mütefekkiri, müstesna bir müellifi, büyük bir mefkûreciyi, gerçek bir mücahidi ve mübârek bir insanı “gayb” ettik… Mustafa Çalık dostumuzun ifâdesiyle; “Türk ve İslâm Âlemi, son yarım asrın en büyük ve en değerli adamını kaybetti.” O; “Yalnız büyük bir fikir adamı değildi, bir millet adamıydı, maneviyat büyüğü idi; millî ve mânevî bir mürşitti; mürşitlik iddiası olmayan bir mürşit”- ti… O; “Milliyetçilik iddiasındaki herkesten daha millî, ‘İslâmcılık’ iddiasındaki herkesten daha Müslüman”48 olan bir güzel insandı.
Nevzat Kösoğlu’na, böyle müstesnâ ilim, irfan, fikir, aksiyon, gönül ve dâvâ adamına; Türk diline ve kültürüne yaptığı çok önemli katkılardan, ilmî ve edebî çalışmalarından dolayı 2009 yılında TBMM tarafından “Türk Kültürü’ne Hizmet Ödülü” verildi. Türk Ocakları’nın 41. Olağan Kurultayı’nda ise “Hamdullah Suphi Tanrıöver Kültür Ödülü” de Nevzat Kösoğlu’na takdim edildi. Ayrıca Uluslararası Türkçe Derneği (TÜRKÇEDER) tarafından her yıl verilen “İsmail Gaspıralı Türk Dili Ödülü”ne de 2012 yılında Nevzat Kösoğlu lâyık görüldü.
* * *
Ve bütün bunları yazdıktan sonra şimdi söyleyeceğimiz, -belki de daha ilk baştan ifâde etmemiz gereken- bir husûs vardı ki o da şudur: Medeniyetimizin bize verdiği terbiyeye göre; “Dilin zekâtı hayır söylemektir.”, ancak bütün bu yazdıklarımız sadece hayır söylemek ya da “Ölülerinizi hayırla yâd ediniz.”49 Nebevî emrini yerine getirmek adına değil, bir hakkı hak sahibine tevdi sadedinde yazılmıştır. Zâten bütün bu ifâdelerimize; üstte mavi gök, altta yağız yer ve onu yakından tanıyan herkes, özellikle de kadim ülkücülerin cümlesi şahâdet edecektir… Şurası muhakkaktır ki; Nevzat Ağabeyin kıratında mütefekkirlerin, dâvâ adamlarının ve ideâlistlerin kadr ü kıymeti kendi çağında yaşayanlar tarafından bilinmese bile, elbette ki bu büyük insanların hakkını bizatihi tarih teslim edecektir.
Türk Milleti tarafından hep hayırla yâd edilecek olan Nevzat Kösoğlu Ağabeyimiz de, şâirin;
“Ne kervan kaldı ne at, hepsi silinip gitti,
İyi insanlar iyi atlara binip gitti.”50
dediği bahtiyâr insanlardan birisiydi.
Nevzat Abi ; güzel bir insandı, güzel bir hayat yaşadı ve güzel bir ayda ve güzel bir günde 73 yaşında rahmet-i Rahmân’a kavuştu. O; “Eşhuru’l-hacc” (Hac ayları) denilen, Hac ibâdetinin yapıldığı ve rahmet sağanağının sel olduğu Zilhicce Ayı’nda son nefesini verdi. 11 Ekim 2013 tarihinde (6 Zilhicce 1434) ve mübârek bir günde Cuma namazını müteâkiben cenâze namazı kılındı; hayatını Türk Milleti’ne vakfeden Nevzat Ağabey’in “bu milleti karşılıksız seven” her yaştaki gönüldaşları da onu ebedî âleme uğurlarken yalnız bırakmadı. Devletin ve milletin yan yana olduğu mahşerî bir kalabalığın hüsn-i şahâdetiyle cenazesi kaldırıldı. Bu son yolculukta; gözyaşları ve dualara, Fâtihalar ve Yâsinler eşlik etti…
Ve “Kendisine mezar hazırlamayan, ama kendisini mezara hazırlayan” Nevzat Kösoğlu Ağabeyimiz Ankara Gölbaşı Mezarlığı’nda rahmet niyazlarıyla toprağa verildi. Hac farîzasını edâ eden ve Nevzat Kösoğlu’nu tanıyan pek çok kardeşimiz tarafından da; Kâbe’de, Mina’da, Müzdelife’de, Arafat’ta ve Ravza-i Mutahhara’da onun için duâlar edildi…
Hayyam’ın dediği gibi Nevzat Abi de; “Efsâne söyledi ve uykuya daldı.” O da; “Gökkubbede hoş bir sadâ” değil, binlerce hoş sadâ bıraktı. Bütün bunları düşününce, Yahya Kemâl Beyatlı’nın;
“Bir merhaleden güneşle deryâ görünür
Bir merhaleden her iki dünyâ görünür,
Son merhale bir fasl-ı hazandır ki sürer;
Geçmiş gelecek cümlesi rüyâ görünür.”
diyen o meşhur rubâisi düştü yâdımıza… Nevzat Kösoğlu’yla olan hâtıralarımız da bir film şeridi gibi geçti gözlerimizin önünden…
Dede Korkut’un; “Gelimli gidimli dünya / Son ucu ölümlü dünya”; Yunus Emre’nin ise;
“Bu dünyaya gelen kişi, âhir yine gitmek gerek,
Misâfirdir, vatanına bir gün sefer etmek gerek.”
dizelerinde ifâde ettiği gibi, Nevzat Abi de büyük bir iştiyakla vatan-ı aslîsine azîmet eyledi; bizlerin gözünü yaşlı bırakırken, inancımız odur ki, o da -inşa’Allah-;
“Bayramım imdi, bayramım imdi,
Bayram ederler Yâr ile şimdi…
Hamd ü senâlar, hamd ü senâlar
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm…”51
dedi ve büyük bir sevinç içinde için gülümseyerek Rahmân ve Rahîm olan Yüce Rabbimiz’e hicret etti… Tıpkı şairin;
“Yâdında mı doğduğun zamanlar,
Sen ağlar idin, gülerdi âlem;
Bir öyle ömür geçir ki olsun,
Mevtin sana hande, halka mâtem.”52
dizeleriyle dile getirdiği gibi oldu… Nevzat Kösoğlu vuslata ererken, onu son yolculuğuna uğurlayan dostlarının gözleri yaşla doldu…
Fakat söz buraya gelmişken, şunu da özellikle ifâde etmemiz gerekir ki; bizim asıl içimizi yakan ve bir gönül burkuntusu gibi yüreğimizi sızlatan şey; gidenleri yerine koymak noktasında tâkatsiz kalışımızdır. Duâmız odur ki, Cenâb-ı Hak bu güzel insanların yerlerini boş bırakmasın. Âmîn!..
Nevzat Ağabeyimiz’in Kabri nur, mekânı Cennet, makâmı âlî olsun. Yüce Rabbimiz’in sonsuz rahmet ve mağfireti, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın şefkat ve şefâati her dâim onun üzerine olsun. Âmîn!.. Âilesinin, ülkücülerin, Türk Milleti’nin, Türk Dünyası’nın ve İslâm Âlemi’nin başı sağ olsun.
Son olarak Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in bir hâtırasını naklederek hatm-i kelâm etmek istiyorum:
“Bir gün yağmur yağarken Allah Resûlü (s.a.v.) sarığını çıkarır ve mübârek başlarını yağmurun altına tutar. Bu yaptığının sırr-ı hikmetini soran sahâbîlere, Kâinatın Solmayan Gülü; yağmuru göstererek; ‘O’nun Rabbiyle ahdi yeni’ yahut ‘O, az önce Rabbiyle beraberdi.’ der. Bir başka rivâyette ise; ‘Allah ile akdi ve misâkı en tâze ve en yeni olan, bu yağmur damlalarıdır.’ diye buyurur.”53
Nevzat Kösoğlu da; ‘bir yağmur damlası’ydı...
Ve bütün sözlerin nihâyeti, Kur’ân-ı Kerîm’in bidâyeti olduğu için, sözün bittiği yerde İlâhî Kelâm başlar:
“İnnâ lillâhi ve-innâ ileyhi râci’ûn…”54
Hüve’l-Bâkî…
El Fâtiha...
23 Ekim 2013