« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

M. METİN KAPLAN

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

23 Eki

2023

Ortadoğu’da yeni şiddet dalgası: Bunlar -maalesef- iyi günlerimiz…

Bahadır Kaynak 01 Ocak 1970

Sanki farklı coğrafyalarda ardı ardına patlak veren kriz noktaları ve şiddet sahneleri Ortadoğu’nun bu alandaki üstünlüğünü tehdit edermişçesine vahşetin ana vatanı kıskançlıkla kendisini ön plana çıkarmayı başardı. Gerçi şimdilik İsrail-Filistin meselesinin patlamasıyla ortaya saçılan cenaze sayıları Rusya-Ukrayna savaşının çok gerisinde ancak etrafa yayılan şiddet pornosunun etkisi hafife alınır gibi değil. Bir haftadır ekranlara bakmaya cesaret edenlerin gözleri dehşetten yuvalarından fırlıyor. Elbette her zamanki gibi herkes kendi ölülerini sayıyor, karşı tarafın acılarına sırtını dönüyor ya da fazlasıyla hak edilmiş cezalar olarak görüyor. Her halükârda bir haftalık vahşet -ki korkarım yeni başlıyor- dünya kamuoyunun dikkatini üzerine çekiyor.

Soğuk Savaş’tan günümüze kalan dondurulmuş anlaşmazlık noktaları içinde İsrail-Filistin meselesinin yeri farklı. Öncelikle ara ara patlak veren şiddet dalgaları bu siyasi fay hattının hala canlı olduğunu gösteriyor. Örneğin 2008-2009 döneminde gerçekleşen Dökme Kurşun operasyonuyla İsrail Gazze’de çok sayıda sivilin ölümüne yol açan bir harekât yapmıştı; sonrasındaki ‘One Minute’ krizi, Mavi Marmara’nın basılması gibi artçı sarsıntıları bizim de siyasi dengelerimizi yerinden oynattı. Gerçi bizim bu konudaki gayretkeşliğimiz ve hassasiyetimiz İsrail-Filistin anlaşmazlığına ilişkin somut bir etki yaratamadı; mesele kendi akışında devam etti.



Artık her sene yüzlerce Filistinlinin öldürülmesi haber niteliğini yitirdi. İsrail Batı Şeria’da Yahudi yerleşimlerini artırma politikalarını sürdürüyor, Gazze’yi ise gerekli nokta operasyonlarıyla açık av sahası haline getirmiş halde.

Soğuk Savaş’tan günümüze gelen diğer birçok anlaşmazlık noktasıysa bu kadar aktif değil. Bizim de tarafı olduğumuz Kıbrıs meselesinde müzakerelerle bir yere varılma umudu olmasa da silahlar bir yarım yüzyıldır suskun. Kore yarımadasının bölünmüşlüğü herkes tarafından kabullenilmiş gibi. Keza Tayvan son iki yıldır artan bir gerilim noktası olsa bile işlerin sıcak çatışmaya evirilmesi beklenmiyor.

İsrail-Filistin meselesinde namlularda dumanın tütmesinin en önemli sebebi bir çatışmanın sınırlı tutulmasının mümkün olması. Kıbrıs’taki siyasi anlaşmazlığın silahlı zemine taşınması iki NATO ülkesi Türkiye ve Yunanistan’ı karşı karşıya getireceğinden ağır bir küresel krize sebep olacaktır. Kore ve Tayvan’da ise Rusya, Çin ve ABD gibi aktörler oyunun içine çekileceğinden işin ciddiyeti çok daha fazla. Dolayısıyla tırmanmanın önlenmesi, krizin dondurulması herkesin çıkarına.


Oysa İsrail-Filistin çatışmasında, en azından bir yere kadar, kontrollü bir çatışma yaşanabiliyor. Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi bu davanın peşinden kendini ateşe atacak Mısır gibi, Suriye gibi oyuncular yok. Bundan dolayı Filistin halkı 1980’lerden beri kendi davasını sahiplenecek dayanak noktaları arayıp duruyor. Saddam Hüseyin ABD ile çekişmesinde Arap sokağının desteğini alabilmek için Filistin davasının bayraktarlığına soyunmuştu. Ondan sonra İran da Hamas üzerinden aslında pek doku uyuşmasına sahip olmamasına rağmen bu meselenin tarafı oldu. Tahran yönetimi benzer bir mantıkla ABD ve onun bölgedeki uzantısı İsrail karşısında zulme uğrayan Filistin’in yanında yer almaktaydı.

1990’lardan sonra Türkiye’deki muhafazakârlar da artan biçimde bu davayı sahiplenmeye başladı. Sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede de Müslüman toplulukların hislerine tercüman olmak iddiasındaki Erdoğan da bu davayı sahiplenenler arasındaydı. İlk yıllarında daha çok müzakerelerde arabuluculuk rolü üstlenme niyetindeki AKP yönetimi son 15 yılda Filistin lehinde taraf olma yönünde tercihini kullandı. Bunda yukarıda işaret ettiğim gibi İsrail’in artık kendisini yeterince güçlü hissetmesi ve istediği şartları dayatabileceğin inancı da etkili oldu. Böylesi bir eşitsiz ilişkide giderek popülist tonları ağır basan bir Türk dış politikasının denge siyaseti izlemesi elbette mümkün olamazdı.

Buna rağmen jeopolitik önceliklerin giderek ağırlığını hissettirmesiyle Ankara hem darbe nedeniyle ilişkileri bozulan Mısır’la hem de uzun süredir gerilim yaşadığı İsrail’le ilişkileri normalleştirmeye başlamıştı. Ne kadar can sıkıcı olursa olsun Mısır’da Müslüman Kardeşler’in, İsrail karşısında da Filistinlilerin durumu Türkiye’nin Doğu Akdeniz öncelikleri karşısında ikinci planda kalmaya mahkumdu. Rusya-Ukrayna savaşının patlamasından hemen sonra gerçekleşen İsrail Devlet Başkanı Herzog’un Ankara ziyareti de bu serin kanlı politikaya işaret ediyordu. Zaten İbrahim Anlaşmaları’yla İsrail bölge ülkeleriyle ilişkileri rayına koyma yoluna girmişti, Filistinliler de kendilerine ne sunulursa onunla yetinmek zorunda kalacaktı.


Tam bu koşullarda bir kenara süpürülen Filistin sorununun infilak etmesi bizimki dahil birçok hesabı bozmuş oluyor. Gazze’ye kara harekâtı yoğun sivil kayıplara yol açacağından Filistin konusunda hassasiyet sahibi başta Müslüman kamuoyları olmak üzere birçok kesimde tepki doğuracak. Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi kendisini ‘ümmetin lideri’ gibi konumlandırma çabasındaki bir siyasetçi için bu geçiştirilebilecek bir mesele değil. Kaldı ki herhangi bir Türk hükümeti de böylesi toplumsal etkiye sahip bir konuya sırt çeviremezdi.

Kabul edelim ki bugün ne İsrail işgalindeki Batı Şeria’nın ne de saldırı altındaki Gazze Şeridi’nin jeopolitik önemi var. Başta Gazze olmak üzere bu topraklar kimsenin sorumluluğunu almak isteyeceği, kritik öneme sahip bölgeler değil. Filistin toprakları İsrail’e ilhak edilse de başka bir ülkenin kontrolüne girse de bölgedeki dengeleri değiştirecek bir sonuç üretmeyecek. Hele bazılarının iddia ettiği gibi Gazze açıklarındaki doğalgaz buluntularının ne enerji piyasalarında önemli bir etki yaratacak ne de böylesi kanlı bir boğuşmaya sebep olacak büyüklüğü var. Bu haliyle anlaşmazlık alanları Kırım üzerindeki Rusya-Ukrayna çekişmesinden tamamen farklılık gösteriyor.

Ancak İsrail devleti için geçen hafta gerçekleşen saldırı mutlaka yanıt verilmesi gereken bir girişim. Kendisini bölgenin efendisi olarak gören, Filistinlilerin haklarına da duyarlılığı olmayan bir ülkenin farklı davranması beklenemez. Öte yandan sivil kayıpları arttıkça Ortadoğu coğrafyasında İsrail karşıtlığının yükselmesi de kaçınılmaz.

Türkiye’de önümüzdeki haftalarda muhafazakâr kamuoyunda yoğunlaşan bir İsrail karşıtlığı olacaktır; biz de doğal olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekibinin sokaktaki nabza göre şerbet veren sert beyanatlarını göreceğiz. Türkiye’nin çıkarlarının bu sert tonla uyuşmayacağını, daha dengeli bir politika izlenmesini söyleyeceklere de şimdiden uyarımızı yapalım. Erdoğan’ın kendi kitlesine mesaj vermek için böyle bir fırsatı kaçırmayacağı, kapalı kapılar ardında yapılan daha soğukkanlı hesaplardan ayrı tutacağı çok açık. Nitekim eleştiri alsa bile muhalefetin Filistin yanlısı söylemlerinin bu ihtimali karşılamak üzere şekillendiği söylenebilir. Fazla Batı yönelimli bir yaklaşımın iktidar tarafından bir fırsat kapısı olarak görüleceği muhakkak.

Her ne kadar içimizi kaldırsa da geçen haftadan beri maruz kaldığımız şiddet tufanı İsrail ve Filistinlilerle sınırlı kalırsa iyimser senaryo gerçekleşmiş olur. Ortadoğu’nun Soğuk Savaş yıllarından beri dünyanın en sorunlu bölgesi olma konusunda liderliği var ve son yıllarda geride kaldığı bu alanda yeniden zirveye çıkacaksa işin içine önce Hizbullah ve ardından İran’ın bölgedeki diğer uzantılarını sokma ihtimalini de göz ardı etmeyelim. İsrail’in hazırlığı sadece Gazze ile ilgili değil gibi duruyor. Bölgedeki yangına bir bidon benzin daha atılacaksa kamuoyu önünde sarf edilen hamasi sözlerden öteye hesaplar yapmak gerekecektir. Tel Aviv’in kavgayı nereye ve kime kadar taşıyacağı şu anda sokaklardaki ateşli sloganlardan çok daha önemli.

Ziyaret -> Toplam : 146,78 M - Bugn : 70846

ulkucudunya@ulkucudunya.com