Ortadoğu Diyalektiği
Durmuş Hocaoğlu 01 Ocak 1970
ODTÜ'deki ilk yılımda İngilizce hocamız Dean Lewis tarafından her dönemde verilen "research" ödevlerinden ilkinde büyük bir hevesle, Üniversite'nin adıyla da olan rabıtası dolayısıyla ayrıca merak ve alakamı celbeden Ortadoğu konusunu seçmiştim; yıl 1966, yani tam kırk yıl evvel. Üniversite'nin o tarihte henüz kısa olan mazisine nisbetle hayli zengin sayılabilecek kütüphanesinden bir defada üzerimize kaydederek on adet kitap birden alabilmenin imkanını da sonuna kadar kullanarak çalışma masamın üstünü boyuma posuma bakmadan Ortadoğu ile ilgili kitaplarla doldurmaya başladım; ancak kısa bir müddet sonra nasıl bir cehennem çukuruna düştüğümü fark ve fehm etmekte gecikmedim: Ortadoğu, bir cehennem çukuru imiş meğerse; lakin, O'nu kendisine ramedebilenler için de cennet bahçesine dönüşebilen bir çukur. Tam bir diyalektik; zıtların birbirine dönüşebildiği bir diyalektik: Ortadoğu Diyalektiği. O gün bugündür, Ortadoğu denince aklıma hep bu kavram gelir: Ortadoğu Diyalektiği. Tabiatiyle mahiyeti hakkında hiçbir önbilgim bulunmayan bu çukurdan ancak, başlangıçta tam bir onsekiz yaş müptedi heyecanı, güveni ve "el-cahilu cesurun" hükmünce bilgisizlikten neş'et eden cesareti ile neredeyse bütün "tazammun ve şumulü ile" ortaya koymaya azmettiğim ödevimi, tevazu kanatlarımı yerlere kadar indirmeye bilmecburiye rıza gösterip konumu iyiden iyiye daraltarak zor bela çıkabildiğimi söylemeye hacet bile olmasa gerek zannederim; çok şükür kurtulmuştum, ama bir de bana sorun!
***
Galileo Galiei, "kainat kitabı matematiğin dili ile yazılmıştır" der ve ekler: "Bu dili bilmeyenler için O, içinden çıkılmaz bir labirente dönüşür". O dili bilenlere ne olur derseniz onun cevabını da Francis Bacon'dan alalım: "O'nun dilini bilen, efendisi olur". Bu dil nasıl bilinir derseniz yine aynı zatın cevabı şu: "Tabiatın efendisi olmak için önce kölesi olmak gerektir" (Naturae nin sis parendo imperatur). Yani Kainat denen bu koca makina, dilini bilmeyenleri boğar; tıpkı Firavun ehramlarını soymaya giden acemi kabir hırsızlarının ehramın ürkütücü labirentlerinde yolunu kaybederek çıldırıp ölürken ehramın bütün girdisini çıktısını bilen ustaların servet ü samana garkolması gibi birşey. İmdi, Ortadoğu da tıpkı böyle: Dilini bilmeyenleri boğuyor; bilenleri ise baştacı ediyor. Şundan ki, tarihin hemen-hemen en prestijli imparatorluklarının kurulduğu, en eski medeniyetlerin fışkırdığı, en büyük dinlerin temellendirildiği coğrafya burası. Ol sebepten naşi, sadece bazu kuvvetine güvenerek "bölge"ye gelen harici büyük güçlerin buradaki saltanatı pek de öyle uzun ömürlü ve huzurlu olamadığı gibi, hatta gitmesi gelmesinden daha zor ve daha pahalı bile olabiliyor; tıpkı "deryada (açık denizde) büyük menfaatler vardır; amma selamet istiyorsan kıyıdan git" diyen (be-derya-yı menafii şumarest...) Farsça hikmetli kelamın anlatmak istediği gibi; dilini bilmiyorsan hiç girme,başına dert sararsın.
Kainat'a avdet edelim: İyi ama, gelgelelim, o dili öğrenmek de o kadar kolay görünmüyor. Tabiatın efendisi olmak için önce kölesi olmak, yani O'nun kanunlarını çözmek gerektiğini söyleyen muhterem zatın asırdaşı Descartes aynı maksada vasıl olmak kastıyla daha asaletli ve daha ahlaki bir yol – önce Allah'ın bilgisinden geçmek - teklif ederken, beriki bu dili öğrenmek için pek kaba ve pek müstehrek bir usul tavsiye eder: İşkence! Çünkü O'na göre, Kainat sırlarını ifşa etmek istemez, nasihat, rica, yalvarma fayda vermez; bu da zor kullanmaktan, azı dişlerini sökercesne baskı ve terör uygulamaktan başka bir yolun kalmaması demektir. Modernite, Descartes'tan ziyade değil Bacon'ı kılavuz seçmeyi tercih etmiş olduğu için, sırlarını bir hayli de çözmüş olmakla beraber şimdi Kainat'ın intikamı ile karşı-karşıya kalmış bir dünya yaratmıştır ve bu da Michel Serres'in "artık O'ndan özür dileyip bir mukavale imzalamalı ve bu mukaveleye de sadakat göstermeliyiz; yoksa intikam makinasını bir kere harekete geçirecek olursa külliyen izmihlale uğradığımızın resmidir" diyerek Rousseau'nun "Contrat Social"i gibi bir "Contrat Naturel" teklif ettiği kritik noktadır.
Ortadoğu, diyorduk, tam bir diyalektik; zıtların birbirine dönüşebildiği bir diyalektik ve bu haliyle de O, bir yandan bir cehennem çukuru olabilirken diğer yandan da bir cennet bahçesi olabiliyor. İşin sırrı O'nun dilini kavramada ve O'nunla o dil ile münasip bir tarzda konuşabilmede. Ortadoğu, filhakika, tarihi tecrübe ile sabit ki, bir cennet bahçesi olabiliyor; çünkü tarihteki hemen-hemen bütün büyük güçler, "imperyum" olmanın zirvesine Ortadoğu üzerindeki hakimiyetleriyle ulaşabilmişlerdir ve tuhaf gelebilir, ama, bu durum, eski çağlardan beri pek de o kadar değişmemiştir: Ortadoğu, İskender için ne ise, Kisralar, Sezarlar, Halifeler, Kara ve Kızıl Çarlar, Osmanlılar, Çingizliler ve Timurlular için de aynı olmuştur ve tabiatiyle Napolyon ve Hitler için olduğu kadar Majeste Kraliçe için de; keza ve yine tabiatiyle Majeste "President Bush" için de. Yine aynı sebebe binaen, diyebiliriz ki, her küresel güç, bu gücünü taçlandırmak için kader maçına burada çıkar; çünkü Ortadoğu'ya hükmedemeyen bir güç, gerçek bir imparatorluk gücü sayılamaz: Buraya hükmeden, cihana hükmetmenin yolunu açar; ancak, bu burada düşen de, dünyada düşer. Bu itibarla Ortadoğu'nun, kolay-kolay rekabet tanımayan ap-ayrı bir prestiji vardır.
İşte şimdi öyle görünüyor ki, Amerika da kader maçına Ortadoğu Ringi'nde çıkmış bulunuyor; buna, bir kader maçı demekle mübalağa etmiş olmayız; çünkü bu serüvenin neticesi, "Amerikan İmparatorluğu"nun istikbalini tayin edecek olan en mühim amil olacaktır. Öyle ki, burada vuku' bulacak bir geri çekilme, bura ile sınırlı kalmayacak ve Amerikan gücünün Orta-Asya'yı kaybetmesi sonuçlanacaktır ve tabii ki vice versa. Şimdi tam bu noktada vazıyeti hulasaten tahlil etmeye çalışalım: Amerika, bundan iki asır kadar evvel Yeni Dünya'da doğdu, birtakım süreçlerden geçerek büyüdü ve azmanlaştı, ancak gerçek bir dünya gücü olabilmesi için mutlaka Eski Dünya'ya hükmetmesi gerekiyordu. Bu imkanın kapısı I. Harp ile aralandı, II. Harp ile açıldı; ancak bu, yine de yetmiyordu: Daha daha büyüğü için, Asya, Avrupa ve Afrika'nın tamamını, yani Eski Dünya'yı bir tek kıt'a kabul ederek "Dünya Adası" adını veren Mackinder'in öğüdünün tutulması gerekmektedir[*]: Yeni Dünya'da kalan, dünyanın efendisi olamaz; Eski Dünya şartır. Eski Dünya için ise Mackinder, Mihver Bölge (Pivot Area) adını verdiği bölgeye hükmedilmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu ise, aşağıdaki sade haritada da görülebileceği Orta-Asya, Sibirya, Doğu Avrupa ve İran'dan müteşekkildir.