Batılı Üç Eserde ‘Romantik Kurban’ Cem Sultan / Yard. Doç. Dr. Nesrin TAĞIZADE-KARACA
01 Ocak 1970
Özet: XV. yüzyılda Batılıların ‘Zizim’ adını verdikleri Cem Sultan, tarihi
bir kişilik olduğu kadar bizde ve Batıda edebiyat ve sanata da konu
olmuş dramatik bir hikayenin kahramanıdır. Ağabeyi II. Bayezid ile
girdiği fakat kaybettiği taht mücadelesi, on üç yıl süren sürgün ve esaret
hayatı, renkli kişiliği, şairliği ve şiir meclisleri ile özgün bir karakterdir.
Doğu ile Batının aynı derecede ilgisini çeken bu şahsiyet, Batı ile
ilişkilerimizin de başlangıcı mahiyetinde olup siyasi, diplomatik ve tarihî
bir öneme sahiptir. Bu çalışmada; Cem Sultan portresi ve Mısır, Rodos,
Fransa ve İtalya’daki sürgün dönemi; ‘öteki’ konumundaki üç Avrupa’lı
yazarın Türkçeye çevrilmiş üç eseri üzerinden değerlendirilecektir.
Bunlar; İvo Andriç ‘Uğursuz Avlu’, Vera Mutafçıyeva ‘Cem Sultan’
ve Eduard Sablier ‘Cem Sultan-Bourganeuf Mahpusu’ dur.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı İmparatorluğu, Batı, Cem Sultan, Sürgün,
Anlatı, İvo Andriç, Vera Mutafçıyeva, Eduard Sablier
“Hüsrev-i âlem şehenşâh-zâde-i hâkaan-ı Rûm
Sâhib-i cûd u kerem şehzâde Cem Sultân’dur”
Osmanlının devletten imparatorluğa geçiş sürecinde yaşamış olan Cem Sultan
(1459-1495) Osmanlı şehzadeleri içinde ‘Sultan’ olamadığı halde Sultan
Cem, Cem Sultan olarak anılan kişiliği, konumu ve dramatik sürgün hayatı
ile Osmanlı tarihinin hazin hikayelerinden birinin kahramanıdır. Devlet
adamlığı ve şairliğinin yanında sanatçıları meclisinde ağırlaması ve onlarla
şiir ve eğlence âlemleri düzenlemesi ile de tanınır.
XV. yüzyılda Batılıların Zizim adını verdikleri Cem Sultan, tarihi bir kişilik
olduğu kadar hayatının trajik çizgisiyle bizde ve
Batıda, edebiyata ve sanata konu olmuş bir şahsiyettir. Ağabeyi II. Bayezid
ile girdiği taht mücadelesi, on üç yıl süren sürgün ve esaret hayatı ile olduğu
kadar renkli kişiliği, şairliği ve şiir meclisi ile özgün bir karakter olan Şehzade
Cem’in hayatı ve özellikle Rodos, Fransa ve İtalya’da geçen gurbet ve sürgün
dönemi ülkemizde ve batıda geniş yankı bulmuş, hakkında pek çok eser
yazılmıştır.
Hayatıyla ödediği ve maiyetindekileri de birlikte sürüklediği bu kader birliğinin
trajik hikayesi bizde ve “öteki” bağlamındaki Batı’da; tarih başta olmak
üzere roman, tiyatro, şiir, resim, opera, çizgi roman, radyofonik oyun, belgesel
metinler gibi edebiyat ve sanat eserlerine konu olmuş, hayat hikayesi ve
konumunun stratejik öneminden dolayı hem Doğu hem Batı tarihinin ve
coğrafyasının ortak konusu olarak ele alınarak farklı düzlemlerde işlenmiştir.
Otuz altı yıllık kısa bir ömre galibiyeti, yenilgiyi, görkemi, çileyi, sefaleti, zevki,
saltanatı, sultanlığı, aşkı, sürgünü ve tutsaklığı sığdıran bu kişilik; Türkçe,
Fransızca, İngilizce ve Sırpça’da romanlaştırılmıştır. Mitolojide tanık olunabilecek
bir hayat hikayesinin sahibi olarak yüzyıllar boyunca insanların ilgisini
çekmiştir. Doğu ile Batının kendi açısından paylaştığı bu konu, Batı ile ilişkilerimizin
de başlangıcı mahiyetinde olup siyasî, diplomatik ve tarihî bir öneme
sahiptir.
Osmanlı hanedanının en renkli ve o ölçüde talihsiz isimlerinden biri olan
Cem Sultan, kültür ve edebiyat tarihimiz açısından da önemlidir. Arapça,
Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca bilen, Türkçe ve Farsça Divan sahibi
olan şehzade, Şeyhi, Necati, Nizami ve özellikle Ahmet Paşa gibi isimlerin
etkisinde kalmış, duyarlılık, incelik ve ayrılık dolu sürgün yıllarında duygulu
ve etkileyici gazel ve kasideler kaleme almıştır (Durak 1997: 74-95). Osmanlı’nın
önemli kültür merkezlerinden biri olan Konya’daki valiliği sırasında
etrafında oluşan ‘Cem Şairleri’ diye anılan edebî topluluğun edebiyat muhitleri
içinde farklı bir yeri vardır. Sa’dî-i Cem, Sirozlu Kandî, Sehâyî, Haydar
Çelebi, Lâ’lî, Aynî, Şâhidî, Türâbî gibi şairlerinden oluşan bu topluluğun
varlığı, “İhsan” ve “caize” kaygısının çok ötesindeki bir dostluğa, vatanı birlikte
terk etmeye, sürgün ve esaret hayatının sıkıntılarına ve ölünceye kadar
talihsiz şehzadenin yanından ayrılmamaya kadar giden bir kader birliğine
dönüşmüştür (Horata 2000: 92 ).
Batı literatüründe olduğu kadar bizde de Cem’in hayatını ve özellikle sürgündeki
on üç yılı konu alan eserler büyük ölçüde Vâkıât-ı Cem Sultan
(Horata:2001: 73) adlı esere dayanır. Cem Sultan’ın maiyetinde bulunanlardan
biri tarafından (kuvvetli bir ihtimalle Haydar Çelebi) yazılmış olan bu
kronik, şehzadenin hikayesine yönelik kısa notlardan oluşan bir günlük düzeninde
Şehzadenin ölümünden (1495) yirmi yıl, Sultan II. Bayezid’in ölümünden
iki yıl sonra kaleme alınmış olup (1514) içeriği itibariyle Batı coğrafyasına
ve Batı dünyasına açılan ilk eser niteliğindedir. (Horata 2001: 73)
Bu yazıda; Cem Sultan olayını edebi düzleme taşıyan ve eserleri Türkçeye de
çevrilen batılı yazarlar örneklemesinde Sırp kökenli İvo Andriç,* Fransız
Edouard Sablier* ve Bulgar Vera Mutafçıyeva* da bu kronikten büyük ölçüde
yararlanmışlardır. Edouard Sablier’in eserinin arkasında verdiği kaynakça
bölümünde, Batı literatüründen bir çok eserin yanında Tâcü’t Tevârih ile
birlikte Vâkıât-ı Cem Sultan’ın Fransızcaya çevrilmiş nüshaları da yer alır.
(Sablier 2001: 167)
Söz konusu eserlere geçmeden önce Cem Sultan’ın portresini ve hayat hikayesinin
ana çizgilerini hatırlamak yerinde olacaktır. (Bu konuda bk Baysun
1945; 69-81)
Fatih Sultan Mehmet’in küçük oğlu olan Cem, 23 Kânun (Ocak) 1459’da
Edirne’de doğdu. Annesi, menşei hakkında farklı rivayetler bulunan Çiçek
Hatun’dur. On yaşına kadar sarayda özel hocalar tarafından eğitildi ve Arapça
ve Farsçanın yanında İtalyanca ve Rumca öğrendi. 1469’da on yaşındayken
Kastamonu Sancak Beyliğine gönderildi. Otlukbeli savaşı için giden
babasından haber alınamaması ve ordunun mağlup olduğu söylentileri üzerine
sancak beyliğinden döndükten sonra etrafındakilerin teşvikiyle ümeradan
sadakat yemini almaya kalkıştı. Babası zaferle dönünce kendisini bu
yola teşvik edenler idam edildi.
1474’te kardeşi Şehzade Mustafa’nın ölümü üzerine Karaman eyaletine tayin
edildiği için Konya’ya yerleşti. Etrafında önemli ilim ve sanat adamlarından
bir muhit oluşturdu. Fatih’in son yıllarında avcılık, atıcılık, çeşitli silah kullanmak,
ata binmek, güreş gibi konularda kendisini geliştiren, sağlam yapılı,
fizik olarak gösterişli bir genç olarak yetişen Cem’le Amasya valisi olan ağabeyi
II. Bayezid arasında gizli bir rekabet başladı.
Fatih’in Gebze yakınlarında ölümünden sonra (1481) daha çabuk hareket
eden II. Bayezid babasının yerine tahta çıktı. Bunu tanımak istemeyen Cem,
ağabeyinin babasının şehzadeliği kendisinin ise padişahlığı sırasında doğmuş
olduğunu, babası tarafından kendisinin padişahlığına işaret edildiğini ve
buna hazırlandığını ileri sürdü. Tahta kendisinin lâyık olduğunu düşünen
yirmi iki yaşındaki şehzade, kardeşinin kuvvetlerini mağlup ederek Bursa’da
Anadolu padişahlığını ilan etti. On sekiz gün süren saltanatı sırasında hutbe
okutarak adına sikke bastırdı. Ardından Bayezid’le barış ve uzlaşma yolları
aramaya başladı. İki taraf aynı yıl tekrar karşı karşıya geldi ve yenilgiye uğrayan
Cem, Konya’ya geri çekilmek zorunda kaldı ve takip edildiğini öğrenince
ailesi ve kırk kişilik bir kafileyle Kahire’ye gitti ve Sultan Kayıtbay’a sığındı.
Bu sırada Hac görevini yerine getirdi. Beyliğini yeniden kurmak için iki kardeşin
çekişmesini çok iyi kullanan Karamanoğlu Kasım Bey tahrikiyle şansını
bir defa daha denemek istedi fakat askerî ve idarî yönden durumunu daha
da güçlendiren II. Bayezid karşısında tutunamadı. Konya’dan halkın gözyaşları
arasında ayrılmak zorunda kaldı ve mücadelesine Rumeli’de devam
etmek üzere Rodos şövalyelerine sığındı.
Şövalyelerin reisi Pierre D’Aubusson, Şehzade Cem ile padişah olduğunda
Rodos’tan alınan adaların geri verilmesi yolunda yaptığı pazarlığın yanında
II. Bayezid ile de yıllığı kırk beş bin düka altın karşılığında anlaştı. Rumeli’ye
geçmeyi düşünen şehzadenin önce Savoia dükasına bağlı Villefranche’ye,
buradan da veba salgını sebebiyle güney Fransa’daki Nice’e götürülmesini
sağladı. Pierre D’Aubusson, Papa IV. Sixte’ye ve Avrupa hükümdarlarına
yazdığı mektuplarda Cem’in elinde bulunduğunu, bu durumdan mutlaka
yararlanılmasını, Hristiyanların birlik içinde, İslamiyet ve Osmanlılar aleyhinde
hareket etmeleri gerektiğini, Türklerin Avrupa’dan atılması için uygun
zamanın ve şartların oluştuğunu bildirmekteydi.
Nice’de dört ay kalan Cem Sultan burada Batının sosyal yaşantısına ve eğlence
hayatına yakından şahit oldu. Bir tür tutsaklık sürecinde kendi üzerinde
oynanan bütün bu iki yüzlü, gizli ve kirli oyunları sezen ve Batı’nın elinde
rehine olduğunu anlayan Cem bu sıralarda yazdığı bir mektubunda, II.
Bayezid’den kendisini küffar elinde bırakmaması için yardım istedi. Daha
sonra gittikleri Sassanage’de, hisar beyinin kızı Filipin Helen ile aşk macerası
yaşadı. Güney Fransa’da altı yıl dört ay süren sürgün hayatı, bir kaleden
diğerine gönderilmekle geçti.
Yeniden tahta geçmekten ümidini kesen Cem, Mısır’daki ailesinin yanına
dönebilmenin yollarını aramaya başladı ve hatta sonuçsuz kalan bazı kaçma
teşebbüslerinde bulundu. 1483’te Rumully’e götürüldü. Burada Savoie
dükasının on dört yaşındaki oğlu Charles, Cem’in hâline acıyarak ona yardımcı
olmaya çalıştı. Fakat Osmanlı’nın fetihlerini önleyebilmek için Şehzadeyi
ellerinde tutmanın tek kozları olduğunu düşünen Avrupalılar, onu buradan
uzaklaştırarak Bourganeuf şatosunda yaptırdıkları Grosse Tour ve Tour
de Zizim adlı yedi katlı bir kuleye hapsettiler ve Cem son iki yılını burada
geçirdi. Çeşitli eğlenceler ve boş vaatlerle oyalanan Şehzade, bu esaretten
farksız yıllarını, durumuna ve sürgün psikolojisine uygun şiirler yazmakla
geçirdi. Bu sırada bir papağana konuşma, maymuna da satranç öğrettiği
rivayet edilmektedir.
Avrupa’ya karşı çekingen bir politika izlemek zorunda kalan II. Bayezid ise
gönderdiği adamlarla Cem hakkında sürekli bilgi almaya çalışıyordu. Sonunda
yapılan bir antlaşmayla Vatikan’a teslim edildi (1489). Cem, Mısır’a
dönme konusunda papadan yardım istedi. Papalık ise onu Hıristiyan yaparak
Haçlı seferlerinde kullanmayı düşünüyordu ancak şehzadeyi ikna etmeleri
mümkün olmadı ve Roma’da altı yıl kaldıktan sonra, Kral VIII. Charles’ın
baskısı karşılığında Fransa’ya teslim edildi.
On üç yılı aşan esaret ve sürgün hayatından iyice bitkin düşen Cem, kralla
Roma’dan Napoli’ye giderken yolda hastalandı. Öleceğini anlayan şehzade
etrafındakilere, Bayezid’in, cesedini düşman ülkesinde bırakmamasını, borçlarını
ödemesini, ailesine ve adamlarına yardımcı olması vasiyetinde bulundu
ve 25 Şubat 1495 günü Napoli’de vefat etti. Cenazesi, ölümünden ancak iki
yıl sonra Anadolu’ya getirilerek (1499) dedesi Sultan Murad’ın Bursa’da
yaptırdığı Muradiye Camii’nin avlusuna, kardeşi şehzade Mustafa’nın yanına
defnedildi. Kaynaklar, Cem’in eceliyle ölümünden ziyade onu Fransa kralına
teslim etmek zorunda kalan Papalık tarafından II. Bayezid’den alınan rüşvet
karşılığında zehirlenmiş olabileceği hususunda birleşirler.
Cem’in, hem babası Fatih Sultan Mehmed’in arzusunun da bu yönde olduğunu
iddia ederek ve hem de kendisinin daha ehil bulunduğu inancıyla başlattığı
saltanat mücadelesi sadece kendisinin değil ailesi ve etrafındakilerin de
sonunu hazırlamıştır. Kendisi Anadolu’dan ayrıldığında, önce Gedik Ahmed
Paşa, ardından henüz üç yaşında olan büyük oğlu Oğuz Han, II. Bayezid’in
emriyle boğdurularak öldürülmüştür. Küçük oğlu Murad, önce Kahire’ye ve
sonra da Rodos’a giderek Hıristiyan olmuş, Rodos’un 1522 yılında fethedilmesiyle
Cem adını verdiği oğluyla birlikte idam edilmiştir. Kahire’de kalan
annesi Çiçek Hatun ve iki kızı, sürgün yıllarında II. Bayezid tarafından İstanbul’a
çağrılmış ancak bu teklif reddedilmiştir. Çiçek Hatun daha sonra Mısır’da
veba salgını sırasında vefat etmiş (1498) ve kızı ise Mısır Sultanı
Kayıtbay’ın oğlu Mehmed ile evlenmiştir.
Son derece etkileyici ve macera dolu bir hayat çizgisinin siyasi emellere konu
ve malzeme olması bağlamında değerlendireceğimiz ‘öteki’ konumunda olan
üç eserin yazılış sırasına göre ilki Sırp kökenli İvo Andriç’in Uğursuz Avlu adlı
romanıdır.
Esere geçmeden önce Balkanların tarihi kadar bizim için de özel bir konumda
olan İvo Andric üzerinde durmak gerekir.
Ülkemizde daha çok Drina Köprüsü romanıyla tanınan İvo Andric’in eserlerinde,
uzun bir süre Osmanlı’nın egemenliği ve yönetimi altında kalan Balkanlar
ile Adriyatik’in doğusunda kalan coğrafya, çoğunlukla da büyüsüne
kapıldığı Bosna ve çevresi önemli yer tutar. Onun anı, şiir, roman ve öykülerden
oluşan ancak tür özellikleri birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmayan
anlatılarında, Osmanlı baskın bir kimlik ve güç olarak işlenir. Konularını tarihten
ve yerel olaylardan aldığı için baş kişileri çoğunlukla müslüman Türklerdir.
Osmanlı ile ilgili ifadelerde ‘Türk’, ‘Türkler’ tanımını kullanan İvo
Andriç, Türklerin yoğun olarak bulunduğu Travnik’te doğduğu ve onların
arasında yaşadığı için eserlerinde Türk kahramanlara ve Türkçe sözcüklere
çok sık rastlanır (Uğurcan 1996: 265-). Andric’in doktora çalışması da Türklerin
Yönetimi Altındaki Bosna-Hersek’te Kültürel Hayat başlığını taşımaktadır.
Onun vazgeçmediği temalar arasında insan ve toplumsal ve siyasal değişiklikler
içinde biçimlenen insanın yazgısı da önemlidir. Bir söyleşisinde; “mümkün
olduğu kadar kişioğlunun değişik yazgısına inmek, kişioğlunun ruhunu
hareket halinde ama yüce bir sevgiyle, görülür bir aydınlıkla anlatmak gerekir”
diyen İvo Andric’in misyonu ve eserleri, Avrupa’da bugün millet olarak
siyaset sahnesinde yer alan milletlerin teşekkülünde önemli rol sahibi olan
romantik yazarlar kategorisinde değerlendirilebilir (Karaca: 2003).
Çerçeve hikayeler niteliğindeki ‘Uğursuz Avlu’, ‘Gövde’, Değirmende, ‘Kupa’
ve ‘Samsara Hanı’ başlıkları altında bölümler halinde ilerleyen Uğursuz Avlu
boyunca Keşiş Pierre’in anlattığı olaylar, 17.yüzyıl İmparatorluk coğrafyasının
başta İstanbul olmak üzere İzmir, Suriye, Bosna gibi topraklarında geçer.
Romanın ilk bölümü, İstanbul’da bir hapishanede yaşananlara dairdir ve
insan yazgısı olarak Cem Sultan’ın hikayesi zengin bir arka plan oluşturacak
şekilde yorumlanır. Anlatıcı Keşiş Pierre, önemli saydığı ve hayatında derin
izler bırakan bir kişiyi hapishanede yani Uğursuz Avlu’da tanımıştır. Bu, Cemil
adlı genç bir Türktür ve diğerlerinden oldukça farklıdır. Koğuşta ve avlu
saatlerinde elinden düşürmediği kitabı, ilk gün altına serdiği ipek örtü ve
yanında taşıdığı çantadan ibaret iki parça eşyasının güzelliği Keşiş’i büyülemiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında yaşayan İzmir’li bu genç
renksiz, kızıl sakallı yüzü, iri, mavi ve etrafı koyu halkalarla çerçevelenmiş
gözleri, çekingen ve acılar içinde kıvranan haliyle “..büyük bir darbe yediği
ve yaşama zevkini yitirdiği gözle görülebilen...” (s.48) biridir.
İyi bir eğitim alarak büyümüş Cemil’in, erken yaşta kaybettiği rum asıllı annesinin
güzelliği oğluna sirayet etmiştir. Akıllı ve zeki bir genç olarak spor ve
eğlenceyi de ihmal etmemekle beraber giderek artan bir merakla okumaya
yöneltmiş, eline ne geçerse yoğun bir şekilde okumuş, yabancı ülkelere geziler
yapmıştır. Rumca ve İtalyancayı bilen Cemil, İzmir’li bir hahamdan İspanyolca
da öğrenmiştir.
Bir süre sonra babasını da kaybedince İzmir’in sayılı zenginleri arasında sayılan
Cemil, orta halli bir rum ailenin kızını sever ve onunla evlenmek ister.
Ancak, baba ısrarla kızını bir Türke vermek istemez ve onu apar topar İzmir
dışından bir rumla evlendirir. Bu durum Cemil’i alt üst eder. İstanbul’a gider
ve orada iki yıl eğitim görür. Bu arada delikanlının kitap merakı ve okuma
tutkusu artarak devam etmektedir. Yirmi dört yaşına geldiğinde çok zengin,
kültürlü ve aynı zamanda gizemli bir kimse olarak etrafında ilgi ve merak
konusu olur... Ege kıyılarını boydan boya dolaşan, Mısır’a ve Rodos’a gidip
araştırma ve incelemelerde bulunan,“...hangi dinden, ırktan ve milletten
olursa olsun dostluk ettikleri hep bilim adamları..” olan Cemil’le ilgili olarak
zamanla bazı söylentiler yayılmaya başlar... Okuduğu kitapların özellikle de
Osmanlı tarihi ile ilgili kaynakların etkisi ile benliğini kaybettiği, kendisini
tahtını kaybeden bir Osmanlı şehzadesi yani Cem Sultan olarak görmeğe
başlamış olduğu rivayetleri dilden dile dolaşır.
Beş bölümden oluşan Uğursuz Avlu’da, Fatih Sultan Mehmet’in iki oğlu yani
Bayezid’le Cem arasında yaşanan bu olay, iki ayrı düzlemde farklı üslup ve
bakış açıları ile verilmiştir. Birincisi, Keşiş Pierre’in Cemil’den dinlediklerinin
aktarımı olarak, üçüncü tekil (o) nesnel anlatımıyla düzenlenmiş olup diğeri
ise Cemil’in içselleştirip, hayatı ve kimliği ile özdeşleştirdiği, kaderini de bir
anlamda ona benzettiği, hüzünlü ve aynı zamanda trajik olan birinci tekil
(ben) anlatımıdır. Birincisi bir tarih metni, diğeri ise çarpıcı bir roman parçası
niteliğindedir. Nitekim, Bayezid’le Cem’in konumları bakımından uydukları
“Ezeli düşman kardeşler” motifi, dünya kurulalı beri var olan ve edebiyatta
çeşitli yönleriyle işlenen bir temadır. Anlatıcı yazar, burada araya girer ve
konuyla ilgili olarak şu yorumu yapar:
“..içlerinden biri daha yaşlı ve güçlü, daha tecrübeli ve hayatın gerçeklerine
yakın, insanların çoğunu birleştiren, harekete geçiren şeyleri
daha iyi bilir. Ne yapmak ve ne yapmamak gerektiği, başkalarından,
kendinden nelerin istenip, nelerin istenmeyeceği yine ondan sorulur.
Başarı hep onun yanındadır. Öbürü ise onun tam tersidir. Şanssızdır,
ilk adımını hep hatalı atar, hayatı uzun sürmez. Görüşleri gerçeklere
uymaz. Kardeşiyle yaptığı mücadelede aralarındaki geçimsizlik, çekemezlik
kaçınılmaz bir şeydir, baştan yenik sayılabilir...” (s.74)
Burada; yaşlı ve güçlü olan II. Bayezid, ‘öteki’ ise yani başarısız olan
Cem’dir.
“...iki ayrı ağızdan çıkan hikaye bir sonuca varıyordu: birleşmelerine
imkan olmayan iki dünya vardı ki, var oldukları süre boyunca birbirleriyle
savaşacaklardı. Ortalarında kalan adam, her ikisiyle de boğuşmak
zorundaydı. Padişah oğlu ve padişah kardeşi olan bu adam en
ince duygu ve düşüncelerine, en güçlü inancına varıncaya kadar kendisinin
de padişah olduğuna inanıyordu. Ama aynı zamanda, dünyanın
en zavallı kişisiydi. Önce ihanete, yenilgiye uğramış, sonra aldatılıp
tutsak edilmiş, yakınlarından uzaklaştırılmış ve feci bir duruma sokulmuştu.
Bütün dünyanın ilgisini üzerinde toplayan bu adam, sonuna
kadar kendisine çizdiği yoldan sapmayacak, ne taş kalpli kardeşine
ne de ondan faydalanmaya bakan hristiyanlara alet olmayacaktı. Onu
elden ele gezdiren ve satılık mal haline getiren bu adamların karşısında
bir gün bile başını eğmeyecekti.” (s. 84)
Yaşadığı kırık aşk, sıra dışı hayatı ve ilgi alanları ile dilden dile dolaşan Cemil’in
asıl merakı tarihe ve özellikle de Sultan II. Bayezid ile kardeşi Şehzade
Cem’in trajik hikayesine kilitlenmiş ve talihsiz kardeş Cem’in öyküsünden
büyülenmiştir. Bu ilgi onda bir saplantı haline gelerek kendi soyutlaması
içinde asıl kimliğini silmiş ve adeta Cem Sultan’la özdeşleşmiştir. Cemil için;
“kendini şehzade Cem sanıyor... Zaten çevresiyle konuşurken, misafir kabul
ederken hep şehzadenin hallerini takınıyor. Eski dostları da artık Cemil değil,
Cem diye bahsediyorlar..” söylentileri devrin şartları sebebiyle onu ciddi
ithamlar ve suçlamalarla karşı karşıya getirir.
Hapishanenin sessiz, meczup mahkumu, kendisinin Cem olduğuna inanan
ve onun kötü kaderini paylaşacak olan Cemil; Rahip Pierre’e, bir ‘şehrazat’
edasıyla ve adeta trans halinde, altı gün boyunca Cem Sultan’ın hikayesini
anlatır. Çünkü bu konu Cemil için çok değerli ve bitmez tükenmez bir hazinedir.
Devletin ve zihniyetin kurbanı olarak doğan Cemil, Cem Sultan’ın,
ağabeyi Sultan II. Bayezid’e suikast yapma ihtirası ile ilgili içselleştirmiş olduğu
bu hikayesi yüzünden, dönemin padişahına karşı bir suikast planlamak
şüphesiyle tutuklanıp, İstanbul’daki Uğursuz Avlu olarak bilinen bir hapishaneye
konmuştur. Artık onun hikayesi de bilinmez bir akibete doğru sürüklenme
yoluna girmiştir...
Burada, Cem Sultan’ın insanî tarafıyla ve iki farklı dünyanın arasında doğubatı,
müslüman-hristiyan, muhalefet-iktidar, büyük-küçük, ihtiras-kader konumlandırılmasında
son derece hüzünlü ve felsefi bir bakış açısıyla değerlendirildiğini
görüyoruz.
Ele alacağımız ikinci eser, Vera Mutafçıyeva’nın Cem Sultan’ı, anlatım tekniği
yönünden de ayrıca üzerinde durulacak nitelikte olup, bu üç eser içinde
romana en yakın özellikte olanıdır. Cem Sultan’ın Fatih dönemi sonrası taht
kavgası olarak verdiği mücadelenin hikayesini içeren 524 sayfalık hacimli
eser dönemin tanıklarının ve ‘Cem Sultan Olayı’nın içinde yer almış kişiliklerin
anlatımından verilmiştir. Aynı konuya bulunduğu ve içinde yer aldığı
konum mesafesinden yaklaşan ‘ben’/ birinci tekil anlatımlarda bakış açısı
kavramının göreceliği, gerçeğin herkese göre değişebileceği noktası önemli
bir vurgu olarak kendini gösterir. Adeta Cem Sultan olayının soruşturulduğu
veya yargılandığı bir mahkemede, sırasıyla söz alıp kendi konumları ve mesafeleri
nispetinde tanıklıklarını, yorum ve değerlendirmelerini aktaran anlatıcılar,
kronolojik akış içinde günü gününe yaşanan zengin bir tarihi arka plan
ortaya koyarlar. Tahkiyeli eserde ‘anlatı’, ‘anlatma’, ‘anlatım’ kavramlarına
özgün bir örnek oluşturacak nitelikte olan eser, dört bölüm halinde düzenlenmiştir.
Ağırlıklı olarak Cem Sultan’ın maiyetindeki, kader arkadaşı, dostu
ve şiir meclisinin baş kişisi Sadi’nin anlatımları, hiç dillendirilmeyen Cem
Sultan kişiliğinin sözcüsü durumundadır. Bu bölümlerde Sadi kişiliği Cem’in
hissiyatı ile özdeşleşmiş gibidir.
Birinci bölümde; Fatih Sultan Mehmet’in 1481’de ölümünden sonra gelişen
ve iki yıllık süreci içeren dönemin aktörleri, tanıkları ve olaylar aktarılırken
Sadi’nin altı ayrı anlatımıyla sürgüne uzanan yolda İstanbul, Konya, Bursa’da
yaşananlar verilirken Fatih, Cem ve Bayezid portreleri de etkileyici bir
şekilde sergilenmiştir.
İkinci bölümde de ağırlıklı olarak Sadi’nin anlatımının yanında diğer kişiliklerin
tanıklığı ile Cem Sultan’ın Avrupa macerası 1487 yılına kadar olan süreç
çerçevesinde diyalog, tasvir ve iç konuşmalar halinde, farklı bakış açılarından
verilmiştir.
Üçüncü bölümde Cem’in Fransa’daki yılları (1485-87) ve Filipin Helen’le
olan aşkının hikayesi yer almıştır. Cem’in bir anlamda iç sesi olan şair Sadi’nin
ve Helen’in ağzından aktarılan Cem-Helen aşkı, Avrupa’da ve Osmanlıda
kadın erkek ilişkileri, aşk anlayışı gibi temaları da irdeler.
Dördüncü bölüm, “Şair Sadi’nin 1487 Yılı Sonbaharından 1494 Sonbaharına
Kadarki Süreyi Kaplayan Anı Defterinden Bu Soruşturma İçin yazılmamış
Olduğu Halde Ona Çok Yararı Dokunan Parçalardır” başlığı altında Sadi’nin
günlük biçiminde tuttuğu anıları ve 1499 yılına kadar yaşanan olayların farklı
bakış açılarını içerir. Düzenleme ve içeriğin bu şekilde seyrettiği eserde Vera
Mutafçıyeva’nın, Giriş kısmına koyduğu yorum da ‘Öteki’ konumunu ve bu
meseleye bakışın analizini son derece çarpıcı bir anlatımla sergilediği pasajlarla
doludur.
‘Öteki’ sorunsalına getirilen yaklaşımların gerisinde iki rakip kültür paradigması
olduğu (Keyman 1999: 78) kabulünden hareketle bu giriş yazısı, içerik
olarak; kültürler ve uluslararası ilişkilerin ‘öteki’yle sürekli bir etkileşim halinde
olduğu, ‘öteki’ni bilme ihtiyacı, ‘öteki’ne karşı olan genel ve egemen
eyilimin eleştirisi olarak dikkat çekici niteliktedir. Bu aynı zamanda, hem
Batılı hem Balkan ve Balkanist bir Osmanlı tarihi uzmanı olan yazarın, getirdiği
hükümler ve ulaştığı sonuçları sergilemesi yönünden ve olayın devletler
arası bir mesele haline gelmesi bakımından da önemlidir. Mutafçıyeva şunları
söylüyor:
“Cem adı, yüzyıllarca önce herkesin dilinde olmasına karşın, çoktan
unutuldu. O zamanlar Cem’le ilgili şiirler yazılıyordu. O günlerde gazeteler
yayınlansa ve bu gazetelerin tefrikaları olsaydı, belki günlerce
yaşamı anlatılacaktı.. Ülke ülke gezen aşıklar Cem için ağıtlar söylüyorlardı.
XV. yüzyılda, Batılıların Zizim adını verdikleri Cem Sultan’dan
daha ilginç, daha heyecan verici konu bulunamazdı.
Yazarlar ve ozanlar için, çoğu zaman olduğu gibi, Cem ancak bir konu
idi. Üzerine akıllarına geleni işledikleri bir kanaviçe. XV. Yüzyıl
dünyası için Cem, talihsiz bir yalnız adam, kendisi gibi yalnız ve can
sıkıntısından bunalmış soylu kadınlarca acımasızca aldatılmış bir sevgili
idi. Onlara göre Cem, saray oyunlarının kurbanı olmuş, insanlar
tarafından aldatılmış, billur gibi temiz bir gençti.
Gerçekte bu Cem Sultan değil, XV. yüzyılın bir kahramanıydı. Ona
herhangi başka bir ad da verilebilirdi fakat Zizim’in doğulu, giz dolu
ve çok yaygın olmak gibi üstünlükleri vardı.
Romantik kurban Zizim’in adı çok zaman dillere destan oldu. Sonra
da unutulup gitti. XVIII. yüzyılda başka kahramanlar geldi; daha da
ayrıntılarla dolu olarak onu XIX. yüzyıl izledi.
Bizi bugün yeniden Cem’e döndüren nedir?
Örneğin; Cem’in şimdiye kadar gerçek anlamda açıklanmamış olmasıdır.
Gerçi o, eceliyle öldüğünü kanıtlamak için, ölümünden dört yıl
sonra mezarından çıkartılmıştır. Ama bizim için önemli olan onun
ölümü değil yaşamı, hiç kimsenin tanımlamak istemediği gerçek yaşantısıdır.
Gözlerimizi, yalnızca acınacak bir kurban olmadığı için Cem’e doğru
çeviriyoruz. Cem’in yazgısı bazı gerçeklerin yeni olmadığını, bunların
yalnız bugün değer taşımadığını, tarihin durmadan sergilediği büyük
ve sonsuz gerçeklerin var olduğunu gösteriyor. Bunlardan biri olarak
söz gelişi, insan ile yurdu arasında bu gün bile tam olarak açıklanamayan
bir bağımlılık vardır. Bazıları ‘taş yerinde ağırdır’ diyorlar, bazıları
ise ‘kimse öz yurdunda peygamber değildir’ diye karşılık veriyor.
Bu gerçek eskimez, zamanı geçmez; insanlar ve yurtlar var oldukça,
sürgünün yazgısı her zaman konu olacaktır.
Gözlerimizi Cem’e doğru bu gün üçüncü bir nedenle daha çeviriyoruz.
Cem olayında, on beş yıl boyunca-Doğu ile Batı’nın siyaseti açık
biçimde ortaya çıktı. Sonradan bu olaya, belki de haklı olarak ‘Doğu
sorununun başlangıcı’ dediler.‘Doğu sorunu’nun Rusya’nın sıcak denizlere
doğru ilerlemesi ve Batı’nın bu ilerlemeye engel olma çabalarıyla
başladığını kabul edelim. Yeni tutsak edilmiş Balkanların kurtuluşu,
hiçbir zaman Cem olayında olduğu kadar kolay gerçekleşebilir
bir şey değildi. Batı’nın bu fırsatı kaçırdığı söylenemez. Bazıları bunu
yanlış hesaba bağlar ama doğru değildir. Hesap iyi yapılmıştı.
Bu hesap bize çok pahalıya mal oldu. Her şeyden önce gelişmemiz
gecikti. Çekilen acıların sözünü etmiyoruz; çünkü tarihte duygusal görüşlere
yer yoktur.
İşte en çok bundan dolayı Cem olayına gözlerimizi çeviriyoruz. Balkanlarda
geçen ve Balkanlaşmayla sona eren oluşumun tarihsel yazgı
sorunu olduğuna inanmamız için uzun çaba harcadılar. Demek istedikleri
şudur: ‘Ne yapalım, Balkanlar Doğu’ya açılan kapının eşiğindeyse
ve bütün barbar akınları onun üstünden geçiyorsa suç kimde?
Acınızı anlıyoruz!’ demek istiyorlar fakat coğrafya insanın direnmesi
dışında coğrafya olarak kalıyor...
Ne de olsa bizi anlıyorlar (?) fakat bizim de bir şeyler anladığımızı neden
söylemeyelim? Örneğin, Cem olayında (ve genellikle olayda) gerek
tarihsel yazgı gerekse coğrafyayı aramamız gereksizdir. İnsanın istediği
‘Doğu sorunu’nu da daha başlangıcında yöneten bir çok kişinin
isteği gerçekten tarihsel yazgının ve coğrafyanın dışındaydı. Bu insanların
coğrafyaya da, yazgıya da kucakları açıktı. İkisinden de ustaca
yararlandılar.
Gerçekte sorun o kadar karmaşık değildir. Biz de, ötekiler de tarihte
duygusallık olmadığını iyi biliyoruz. İyi niyetli bir biçimde tarihsel yazgı
adı verilen o acılarla yüklenmiş olduktan sonra böyle kabul edilmemiz
yararsızdır.
Bu olayın tanıkları çoktan ölmüşlerdir fakat çağdaş yargılama yöntemlerinde,
büyük bir olay söz konusu olduğunda, ölülerin de konuşturulması
güç bir şey değildir. Karşı koyacakları da pek düşünülemez.
Ayrıca onların durumu da kolaydır. Yalnız tarihin yargısını bekleyebilirler.
Böyle bir yargı da kimseye zarar vermez; çünkü hem çok arkadadırlar
hem de birtakım nedenlere bağlıdırlar. “ (Mutafçıyeva 2002,
5-7)
Bu söylemde Türk-Osmanlı yani bize göre ‘öteki’nin olduğu kadar, Batı içinde
Balkanlı olmanın getirdiği bir diğer ‘öteki’ duruş daha vardır. Osmanlı-
Avrupa, Doğu-Batı, geçmiş-gelecek ve daha pek çok ikilemin getirdiği tarihi
muhasebeyi Balkan meselesi ve ‘Cem Sultan’ olayının çözümlemesi bağlamında
yapan Vera Mutafçıyeva’nın, çoklu anlatım ve bakış açısı ile kurguladığı
ve adeta bir soruşturma kitabı olan bu eseri başlı başına bir inceleme
konusu olabilecek niteliktedir.
Son olarak ele alacağımız; Fransız gazeteci, yazar, diplomat ve siyaset bilimci
Edouard Sablier’in Cem Sultan-Bourganeuf Mahpusu adlı eseri, Academia
Française ödülünü kazanmıştır. Fatih’in küçük oğlu Cem’e hitaben “Oğul,
sultan olacaksın sen!..” cümlesiyle başlayan ve ayrı başlıklar halinde on üç
ana bölüm ve içerik akışının sergilendiği alt başlıklardan oluşan eser, üçüncü
tekil şahıs / ‘o’ anlatımı ve yer yer diyalogların eşlik ettiği bir kurguyla ilerler.
Cem, ana karakter olarak dramatik kaderinin rüzgarında, Doğu ve Batı’nın
paylaşamadığı son derece önemli, değerli bir o kadar da stratejik bir konumla
çizilmiştir. Kitabın başında “Yazarın Notu” olarak şu ifadelere yer verilmiştir:
“Bu kitapta yer alan diyaloglar eserin ‘tarihsel anlatı’ olarak adlandırılmasını
sağlayacak şekilde okurlara ‘kurgusal’ gelebilir. Hiç kuşku
yok ki bu şaşırtıcı hikayenin kahramanlarının yaptıkları konuşmalar,
yazar tarafından oluşturulmuştur. Şurası unutulmamalıdır ki, bu diyaloglar
asla yazarın romanlaştırma çabasının bir sonucu olarak ortaya
çıkmamıştır. Yazar bu biyografiyi, dönemin kronikleri üzerinde yaptığı
incelemelere dayanarak hazırlamış…”
Kitabın arka kapağındaki tanıtım cümleleri de içerik, konuya yaklaşım, bakış
açısı ve üslubun nasıl olduğu konusunda açık bir fikir vermektedir:
“Cem Sultan, Osmanlı'nın kadersiz şehzadesi, annesinin kıymetli
Zizim'i. Babası Fatih Sultan Mehmed'in, "Oğul, sultan olacaksın sen!"
diyerek kendi yerine hazırladığı, ama ondan daha büyük olan ağabeyi
Bayezid'in İstanbul'a kendisinden daha önce varmasından sonra tahtı
eline geçirdiği ve bu yüzden ona açtığı savaş bayrağıyla, koca Osmanlı
İmparatorluğu'nu ilk defa bölünme tehlikesiyle yüz yüze getiren veliaht...
Uğradığı ihanetlerle birlikte ağabeyine yenildikten sonra, önce
Memlûklere, sonra Rodos şövalyelerine sığınan Cem Sultan için, ondan
sonrası artık uzun yıllar sürecek bir sürgün hayatıdır. Bu sürede
Osmanlı İmparatorluğu'na karşı savaşan ve Türklerin giderek yayılmasından
büyük endişe duyan Hıristiyan kralları ve imparatorları ile
Papa'nın savaş stratejilerinin elinde bir kozdur.
Bir yandan, kendisine sadık adamlarıyla birlikte oradan oraya sürüklendiği
ve sonuçsuz aşklar yaşadığı bir mahpus hayatı sürer, bir yandan
da içindeki giderek küçülen taht özlemiyle yanıp tutuşarak Avrupa'nın
egemenlerinden medet umar. Oysa, tarih onun yazgısını çoktan
biçmiştir. O, Anadolu'ya, ancak öldükten sonra gelecektir, o da
ağabeyinin nasılsa gösterdiği himmet üzerine...
Bugün Bourganeuf'ten geçenler, Zizim Kulesi'ni mutlaka ziyaret ederler.
Daha sonra Victor Hugo ve Lamartine'i de çok etkilemiş olan bu
kule, yıllar boyunca Cem Sultan'ın ve yandaşlarının hapishanesi olmuştur.
Cem Sultan-Bourganeuf Mahpusu, tarihinde ilk defa Osmanlı’yı
ikiye ayıran bir şehzadenin hazin ve trajik öyküsünü anlatır size..”
Eserin; I. Bölüm-Fatih’in Oğlu, II. Bölüm-İki Başlı İmparatorluk III. Bölüm-
Uzun Süren Takip, IV. Bölüm-Rodos Şövalyeleri Tarikatı, V. Bölüm-Güler
Yüzlü Hristiyanlık, VI. Bölüm-Aşkla Karşılaşma, VII: Bölüm-Casuslar, VIII.
Bölüm-Auvergne Başrahipliği, IX. Bölüm-Zizim Kulesi, X. Bölüm Saint
Pierre’de Bir Müslüman, XI. Bölüm-Sonunda Özgürlük, XII. Bölüm-
Muamma, XIII. Bölüm-Kim Kazandı ? ana başlıklarının içeriği, farklı bir kurgu
ve üslupla benzer şekildedir.
Beş asır öncesinden hüzün, acı ve ıstırap dolu bir hikâyenin kahramanı olan
ve Türk tarihinin en bahtsız isimlerinden Cem Sultan, Fatih'in şehzadesi olarak
zamanının en meşhur alimlerinin elinde yetişti. Devlet idaresine daha
çocuk yaşlarda alıştırıldı; sancak beyliği ve valilik yaptı. Babası 1481 Mayıs-
'ında öldüğü zaman Cem, henüz yirmi iki yaşındaydı ve tahta ağabeyi
Bayezid geçti. Cem başkaldırarak sultanlığını ilân etti ama ağabeyinin gönderdiği
orduların karşısında yenildi. Osmanlı topraklarını terk ederek Mısır ve
Hicaz taraflarına gittikten sonra Anadolu'ya geçip ağabeyiyle tekrar savaşa
tutuştu ve yenilince de memleketinden ebediyyen uzaklaştı.
Böylece, yüz yıllar boyunca tarihin en büyük gurbet maceralarından sayılacak
olan on üç yıllık bir sürgün hayatına atıldı. İlk durağı Rodos’tu... Adanın
hâkimi olan şövalyeler Cem'i hem Avrupa’ya, hem ağabeyi Bayezid’e pazarlamaya
çalışarak iki taraftan da binlerce altın kopardılar ama daha sonra bir
Türk baskını endişesiyle Cem’i Fransa'ya geçirdiler. Avrupa'daki hemen bütün
devletler Cem'i ele geçirebilmek için uğraşıyor, şövalyeler de şehzadeyi
bir şehirden ötekine taşıyorlardı. Şövalyelerin reisi d'Aubusson bu tehlikeli
maceranın yönünü değiştirerek yüklü bir para ve kardinal unvanı karşılığında
Cem'i Roma'ya, Papa İnnocent’e sattı. Fatih'in bu en sevgili oğlu, giderek
Roma’da Hristiyan dünyasının Türkler'e karşı kullandığı, hem pazarlık hem
tehdit konusu haline geldi... Papa’nın hayali Cem’i İstanbul'a karşı başlatılacak
bir Haçlı seferinde kullanmak olduğu için Tuna boylarında bir Macar
ordusu bekletiliyordu ancak şehzade, memleketine karşı olan bütün bu teklifleri
reddetti. Venedikliler’le Napoli Krallığı Cem'i Papa’nın elinden alabilmenin,
Papa İstanbul’dan daha fazla haraç alabilmenin peşindeyken, Bayezid,
tahtının rakibi Cem’i kendisine iade etmeleri yahut öldürmeleri için Vatikan'ı
hazineler teklif ediyordu. Papa ise, İstanbul'un altın musluklarını açık tutabilme
çabasıyla Cem’i kaleden kaleye naklediyor ve İstanbul’dan devamlı haraç
kesebilmenin tadını çıkarıyordu. Papa İnnocent ölünce yerine dönemin
İtalya’sının en kanlı ailelerinden Borjiyalardan Roderica aldı ve VI.
Alexandre ismiyle papalık tahtına oturdu. İtalyanlar Cem’i Alexandre zamanında
da pazarlayarak Bayezid’den tehditle veya vaadlerle her sene sandıklar
dolusu altın almayı sürdürdüler. Fransa Kralı VIII. Charles, Cem’i kullanarak
Kudüs'e doğru bir Haçlı Seferi planladı. Şehzadeyi ele geçirmek ve duruma
el koymak için Roma'ya girdi ve Papa, Cem’i krala vermekten başka
çaresi kalmayınca şehzadeyi Fransız kralına teslim etti. Ancak, bahtsız Cem
Sultan bir başka gurbette rahatsızlandı ve birkaç gün sonra 1495’te acılar
içinde kıvranarak can verdi. Papa, senelerce haraç kaynağı olan şehzadeyi
başkasına yâr etmemiş, Kral’a vermeden önce zehirlemişti.
Cem’i on üç yıl Osmanlı’ya ve İstanbul’a karşı senelerce koz niyetine kullanan
Avrupa, şehzadenin cenazesini bile para vasıtası haline getirdi. Tabut
yeniden şehir şehir dolaştırıldı. Cenazesi Bursa'ya getirilip defnedildiğinde
ölümünün üzerinden dört sene geçmiş ve on üç yıl, kardeşi Cem’in tahtını
elinden alacağı korkusuyla yaşayan Bayezid’e çok büyük bir hazineye mal
olmuştu.
Olay örgüsünü toparlamaya çalıştığımız eser boyunca kurguya eşlik eden
belgesel anlatılar, mektuplar, çeşitli tarihi kaynak ve kronik parçaları, tanık
metinler olarak akış içinde yer alır. İstanbul’un fethinden itibaren Fatih Sultan
Mehmet, fetih şuuru, inanılmaz pazarlıklara konu olan Cem, Cem Şairleri,
Bayezid, tarihi-coğrafi konumu ve önemiyle İstanbul, Bursa, Osmanlı ve
Osmanlılık kavramı, Anadolu ve Rumeli, Hristiyan Avrupa, tarikat yapısı,
konumu ve stratejileriyle Rodos şövalyeleri gibi konular çeşitli tasvir, çözümleme
ve diyaloglar eşliğinde sergilenmiştir.
Cem Sultan’ın insani özellikleri; aşırı duyarlılığı, zaafları, üstünlükleri, aşkları,
gurur ve pişmanlığı, vatan hasreti, tutsaklığı, sürgün psikolojisinin boyutları,
olaylara bağlı olarak yansıtılırken, ‘öteki’ bağlamında Cem Sultan portresi,
on üç yıl boyunca tahtı elinden alacağı korkusuyla yaşayan (Ayvazoğlu
1987: 171) Bayezid’e göre daha sıcak, olumlu ve aynı zamanda trajik olarak
çizilmiştir.