« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

20 Ara

2009

MEDENİYETLER ÇATIŞMASI? / SAMUEL HUNTINGTON

01 Ocak 1970

Harvard Üniversitesi’nde görev yapan siyasal bilimler profesörü Samuel Huntington, 1993yılında Foreign Affairs dergisinde yayınlanan 'medeniyetlerin çatışması' konulu makalesiningördüğü yoğun ilgi üzerine bu çalışmasını genişleterek 1996 yılında 'Medeniyetlerin Çatışması veDünya Düzeninin Yeniden Yapılması' adıyla kitaplaştırdı. 11 Eylül (2001) saldırılarının ardındantekrar ilgi odağı olan kitap, pek çok sosyal bilimci tarafından yeniden ve daha dikkatliceokunmaya başlandı.Huntington, 'medeniyetler çatışması' kavramı ile, önümüzdeki dönemde uluslararası ittifaklarınkurulmasında medeniyetlerin belirleyici olacağı ve dolayısıyla olası çatışmaların farklımedeniyetler arasında gerçekleşeceğini ifade ediyor. Huntington'ın kitabının ilk bölümünde yerverdiği üç haritanın kitapta ifade edilen düşüncelerin bir ilüstrasyonuna karşılık geldiğinisöylemek ve 21. yüzyılda uluslararası politik alanda neden kimlik ve medeniyet unsurlarının öneçıkacağı argümanını bu haritalar arasındaki geçişlerle izah etmek mümkün.1920'li yıllara ait olan ilk harita, Batı tarafından kolonileştirilen dünyayı resmediyor. Dünyayı'Batı tarafından yönetilenler' ve 'Batıdan bağımsız olanlar' şeklinde ikiye ayıran bu harita,20’lerde Batının dünyaya ne denli hakim olduğunu gösterdiği kadar, dönemin global politikekonomisini şekillendiren öğenin kolonileşme olduğunu da açıkça ortaya koyuyor. Zira Avrupakolonileri 1800 yılında dünya yüzölçümünün %35'ini, 1878 yılında %67'sini, 1914'de ise %84'ünükontrol ediyordu.

Huntington'ın yer verdiği ikinci harita ise 1960'lı yıllara ait. Soğuk Savaş döneminde ABD ileSovyetler Birliği etrafında kümelenen ülkelerin oluşturduğu iki kutuplu dünyayı resmeden ikinciharita, tamamen politik ve ekonomik ideoloji bazında bir gruplaşmaya dayanan ve bu nedenlede birinciden çok daha farklı olan bir yapılanmayı gözler önüne seriyor.Komünist blokun 1989 yılında çözülmesiyle birlikte Soğuk Savaş döneminin sona ermiş olması,Samuel Huntington'ın 1990'ları resmeden üçüncü haritasını sonuç veriyor ki, bu noktada zatensöz konusu haritanın ortaya çıkardığı tablonun aynı zamanda Huntington'ın makale ve kitabınınyazılma nedenine karşılık geliyor. Zira Huntington, 1990'lı yıllardan itibaren uluslararası ittifak yada ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik ideolojiler değil, medeniyetlerolmaya başladığını ve 21. yüzyılda da bu trendin devam edeceğini ifade ediyor; ve bunun neanlama geldiğini açıklayabilme adına da, dünyanın farklı yerlerinde yaşanan çeşitli olayları örnekveriyor.Huntington'ın tezini en iyi şekilde açıklayan örneğin, Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardındançözülen Yugoslavya olduğu söylenebilir. Zira Yugoslavya'da yeni sınırların farklı inançlaramensup olan Sırp, Hırvat ve Boşnaklar arasındaki savaşlardan sonra çizilmiş olması, söz konususavaşlar esnasında Batı'nın Bosna'ya yardım etme konusunda isteksiz davranması ya da Sırpvahşetini kınarken Hırvat vahşeti konusunda aynı tavrı sergilememesi gibi gelişmelerHuntington'ı doğruluyor. Dünya ülkelerinin önceden sadece bir 'Sovyetler Birliği müttefiki'olarak gördükleri Yugoslavya konusunda, artık 'içindeki farklı unsurlara göre' politika belirliyorolmaları, örneğin Ortodoks Rusların Sırpları, Katolik Almanların ise Hırvatları desteklemesi,ilişkilerde artık giderek artan oranda medeniyetlerin esas alınmasının bir sonucu. Bosna'dakisavaş boyunca Bosna'ya sadece müslüman ülkelerin yardım etmiş olması da yine bu durumunbir başka örneği.Huntington'ın tek örneği elbette Yugoslavya değil. 2000 yılı olimpiyatlarının Pekin'de değilSydney'de gerçekleştirilmesi kararının alınmasını sonuç veren oyların neredeyse tamamınınmedeniyetler ekseninde gruplaşmış olması, Bağdat'ın (1990'da) ABD tarafındanbombalanmasına tüm Batılılar sessiz kalarak destek verirken müslüman ülkelerin neredeysetamamının harekatı lanetlemesi gibi çok sayıda örnek yer alıyor Huntington'ın çalışmasında.Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından bağımsızlıklarına kavuşan cumhuriyetlerin tavırlarınada değinen Huntington, Türki cumhuriyetler ile Türkiye arasındaki ilişkilere ve oraya yatırımyapan işadamlarının dil, din, tarih ve hatta mutfak birliğine vurgu yapmasına da yer veriyor.Bağımsızlığına kavuşan ülkelerin Rus sömürüsüyle ilişkilendirdikleri Kiril alfabesini terketmelerinin ardından Azerbaycan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Özbekistan'ın (Türkiye gibi) Batıalfabesine geçerken, Farsça konuşan Taciklerin, kendilerini İran'a yakın hissederek Arapharflerini kabul etmeleri de Huntington'ın vurguladığı diğer noktalar arasında.Alfabe konusunda benzeri gelişmeleri, birbirine çok yakın lisanlar konuşan Eski Yugoslavyaülkelerinde de gözlemlemek mümkün. Sırpların önceden Sırbo-Hırvatça olarak adlandırılandillerini artık sadece Sırpça olarak adlandırmaları, dahası, Batı alfabesini de reddederekOrtodoks Rusların Kiril alfabesini kabul etmeleri, Hırvatların dillerindeki Türkçe ve Arapçakelimelerden kurtulmaya çalışmaları, Ancak Boşnakların aynı Türkçe ve Arapça kelimelere artıkdaha çok rağbet ediyor olmaları, Balkanlardaki yeni yapılanmanın medeniyetler ekseninde gerçekleşiyor olmasının bir sonucu.Bütün bunlar dikkate alındığında, Soğuk Savaşın ardından yeniden şekillenen dünyada 'Hangitaraftasin?' sorusunun terk edilerek, 'Sen kimsin?' sorusuna odaklanıldığı gerçeğiylekarşılaşıyoruz.

2. MEDENİYETLER BAZINDA ÜLKELER
Soğuk Savaş döneminde ittifaklar, ülkelerin iki süper güç etrafında kümelenmesiyle oluşuyordu.Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından bu durum tamamen değişti. 'Biz kimiz?', 'Nereyeaitiz?', 'Kim bizim gibi değil?' gibi kimlik ve medeniyet eksenli sorulara verilen yanıtlar, yenigruplaşmalarda fazlasıyla belirleyici oldu.Ancak bu durum, ülkelerin hangi medeniyetlere mensup oldukları konusuyla sınırlı kalmadı.Zira, Huntington'ın dikkate aldığı başlıca dünya medeniyetleri olan Batı, Latin Amerika, Afrika,İslam, Çin, Hindu, Ortodoks ve Japon medeniyetlerine kimlerin mensup olduğunu incelemek,yeni ittifakları algılama adına yeterli değildi. Çünkü dünyanın gittiği yönü daha iyi anlayabilmekiçin, her ülkenin mensup olduğu medeniyetle ilişkisini ve o medeniyet içerisindeki nüfuzunu dadikkate almak gerekiyordu. Bunu gerçekleştirebilme adına, Huntington beş ayrı yapı tanımladı:Üye ülke, yalnız ülke, merkez ülke, bölünmüş ülke, kararsız ülke.Huntington'ın, herhangi bir medeniyet ile tamamen ilişkilendirilebilen ülkeler için ortaya attığıüye ülke kavramı, Mısır'ın İslam, İtalya'nın da Batı medeniyetine 'üye' bir ülke olması gibi basitbir anlam ifade ediyor. Yalnız ülke kavramı ile de, Haiti ya da Etiyopya gibi, herhangi bir başkaülke ile kültürel bir bağı bulunmayan, medeniyeti itibariyle dünyadan soyutlanmış olan ülkelerkast ediliyor. Merkez ülke kavramı ise, ait olduğu medeniyete beşiklik eden, o medeniyetinkültürünün kaynağı olarak kabul edilen ülke ya da ülkeleri tanımlıyor. Ancak böyle bir kavramınolması, her medeniyetin bir merkez ülke ya da ülkelere sahip olduğu ya da olacağı anlamınagelmiyor. Örneğin, Batı medeniyetinin ABD ve Franko-Germen olmak üzere iki merkezi olmasınakarşın, Latin Amerika, Afrika ve İslam medeniyetlerinin herhangi bir merkez ülkesi yok.Bölünmüş ülke ve kararsız ülke kavramları yukarıdakilerden bir parça daha karmaşık.Bölünmüş ülke ile, içerisinde farklı medeniyetlere mensup olan çok sayıda insan bulunan ülkelerkast ediliyor. Ciddi oranlarda etnik azınlığa sahip olan Sudan, Hindistan, Çin, Malezya, Filipinler,Endonezya gibi ülkeleri (farklı seviyelerde de olsa) bu başlık altında incelemek mümkün.Soğuk Savaş yıllarında kendilerini politik ideoloji ekseninde tanımlayan insanların, (otoriteryenkomünist idarelerin hakimiyetinin sona ermesiyle birlikte) bu aidiyet hissini kaybetmelerinin pekçok 'bölünmüş ülke' doğurduğu da söylenebilir. Yugoslavya ve Sovyetler Birliği bu tür 'bölünmüşülke'lerin ilk akla gelenleri. Sırbistan, Hırvatistan, Bosna, Estonya, Latviya gibi ülkeler,medeniyetler ekseninde şekillenen yeni dünyanın ürünleri.

Ukrayna ise farklı bir 'bölünmüş ülke' örneği. Ukrayna'nın tamamı Ortodoks olmasına rağmen,ülkenin sadece batısı Ukrayna dili konuşuyor. Dahası, ülkenin bu kesimi, doğudaki ortodokslarınaksine Papanın dini liderliğini de kabul ediyor. Ülkenin doğu kesiminde ise, Rusça konuşuluyorve burada yaşayan insanlar kendilerini Ortodoks medeniyetinin merkez ülkesi olan Rusya'ya aithissediyorlar. 1994 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kazanan adayın %52 gibidengeli bir oy oranıyla seçilmiş olmasına rağmen oyların doğu ve batı arasında son derece netbir şekilde dağılmış olması, kimlik duygularının güçlenmesinin Ukrayna'yı da tehdit ettiğianlamına geliyor.Huntington, bütün bu kavramlar arasında en çok kararsız ülke üzerinde duruyor.

3. KARARSIZ ÜLKELER
Samuel Huntington, hal-i hazırda kendilerine ait bir medeniyetleri olan, ancak liderleri (halkarağmen) bu medeniyeti terk etmeyi ve başka bir medeniyete geçmeyi amaçlayan ülkelerikararsız ülke olarak tanımlıyor. Huntington, yeni bir kimliğe geçişin (identity redefinition) gereksosyal, gerek politik, gerek kurumsal, gerekse kültürel açıdan son derece uzun, kesintili ve acılıbir süreç olduğunu ifade ediyor ve bugüne kadar bu tür girişimlerin hep başarısız olduğunubelirtiyor.Huntington'ın kararsız ülkelere verdiği örnekler ise, Rusya, Türkiye, Meksika ve Avustralya.Bu ülkeler arasında, özellikle Rusya ve Avustralya'da yaşanan tecrübelerden, Türkiye'nin almasıgereken çok önemli dersler var.RusyaHuntington, Rusya'nın 'kararsızlığı' konusunda daha çok Büyük Peter ve Bolşevik devrimiüzerinde duruyor.Büyük Peter konusu özetle şöyle:1697 ile 1698 yıllarında Avrupa'yı gezen Büyük Peter, döndüğünde ülkesini Batılılaştırmayakarar vererek bir dizi inkılaba girişir. İlk olarak asil sınıfın sakallarını traş ettirerek vazifeye atılanPeter, koni biçimindeki geleneksel şapkayı yasaklar, Kiril alfabesini basitleştirir, Batıdankelimeler ithal eder ve başkenti Moskova'dan St. Petersburg'a taşır. Despotça uygulamalara dagirişmekten çekinmeyen Peter, sosyal ve politik alanda çoksesliliğin önüne geçecek önlemleralır. Ortodoks Kilisesi'ni de, doğrudan Çar tarafından atanacak olan bir meclis tarafındanyönetilecek şekilde yeniden yapılandırır.Sonuç itibariyle Peter, (Huntington'ın ifadesiyle) bir eline Batılılaşmayı, diğer eline dedespotluğu almış vaziyette Rusya'nın 'Batılılaştırılmasına' önayak olur. Ancak (yine Huntington'ın ifadesiyle) Rusya'daki demokratikleşme yanlıları Batılılaşmayı da savunurken,Batılılaşma yanlıları demokrasiden pek hazzetmezler ve bu durum 1980'lere kadar devam eder.Bu şekilde kör topal giderek geçirilen iki asrın ardından Bolşevik devriminin gerçekleşmesiylebirlikte Rusya'nın Avrupa'ya bakışı yeni bir hal alır. Buna göre, Rusya, iki Alman tarafındanAvrupa'da ortaya konan bir ideolojiyi Avrupa'dan önce benimseyerek Avrupa'nın da önünegeçecek, ve dahi onlara da öncülük edecektir!Tıpkı Büyük Peter gibi, komünistler de sosyal dönüşüm konusunda başarılı olamazlar. OrtodoksRus halkının Batı konusundaki kafa karışıklığı da hiçbir zaman sona ermez.'Rusya kendi geleneğine mi sahip çıkmalı, yoksa Batıyı mı örnek almalı?' sorusu, bugün itibariyleRusya'nın gerek entelektüelleri, gerek politikacıları, gerekse halkı arasında halen tartışılmakta.Rusya'nın bu konuda tamamen ikiye bölünmüş durumda olduğu da rahatlıkla söylenebilir. 1992yılında yapılan bir kamuoyu araştırmasının sonuçlarına da değinen Huntington, halkın %40'ınınBatıya açık, %36'sının Batıya kapalı, %24'ünün ise kararsız olduğu şeklindeki sonuca (ve burakamlara çok yakın olan 1993 yılı seçim sonuçlarına) da dikkat çekiyor.Avustralya1990'lı yılların başında, kimi Avustralyalı politikacılar 'Anglofil' zihniyetin terk edilmesi ve Asyalıbir kimliğe sahip çıkılması yönünde bir politikanın ülke için daha iyi olacağını ifade etmeyebaşladı. Ticaretinin çok önemli bir kısmını Asya'daki komşularıyla yapan Avustralya'nın'imparatorluğun bir şubesi' olarak faaliyet göstermesine bir son verilerek kraliyetten tambağımsız bir cumhuriyete geçilmesine yönelik halk desteği 1993 yılında bir ara %46'ya kadaryükseldiyse de, takip eden dönemde bu konu halk nezdinde çekiciliğini yitirdi.Daha da kötüsü, Asyalılar da Avustralya'yı kendi birlikleri içinde görmek istemediler!Malezya'nın (o zamanki) başbakanı Mahathir Muhammed 1994 yılında yaptığı bir açıklamada,Avustralya'nın kültürel olarak hala Avrupalı olduğunu, Asya'ya ait olmadığını, başkalarınıdoğrudan eleştirmekten ya da yargılamaktan uzak duran Asya geleneğine karşın, Avustralya'nın'kültürel olarak Avrupalı olmasından ötürü' başkalarına ne yapıp yapmayacaklarını, neyin doğruneyin yanlış olduğunu söyleme eğiliminde olduğunu ve bütün bunlardan ötürü Asya ile uyumsuzolduğunu ve Avustralya'nın ASEAN adaylığına bu nedenlerden ötürü karşı çıktığını belirtti.(Samuel Huntington, bu noktada, Asyalıların Avustralya'yı kulüplerine almayı reddetmenedenleri ileAvrupalıların Türkiye'yi almama nedenlerinin tamamen aynı olduğunu ifade ediyor:'Onlar bizden farklılar')Kemalizm ve TürkiyeSamuel Huntington, kitabında Türkiye ve Kemalizme sıklıkla değiniyor. Dahası, Türkiye dışındaki pek çok yerde gerçekleştirilen ve bizim daha çok 'halk için halka rağmen' olarak adlandırdığımızmedeniyet ithali ve dayatması eylemlerine de 'Kemalizm' olarak referansta bulunuyor.Huntington'ın ifadesiyle 1920 ve 1930'larda Türkiye'yi Osmanlı ve müslüman geçmişindenuzaklaştırma adına faaliyet gösteren Kemalizm, medeniyet ithaliyle Türkiye'yi Avrupalı yapmayakalkan bir projeydi. Huntington tıpkı benzeri diğer projeler gibi sonuç itibariyle Kemalizmin debaşarısız olduğunu söyledikten sonra, bu başarısızlığın neden kaçınılmaz olduğunu şu cümlelerleaçıklıyor:Eğer Batılı olmayan toplumlar modernleşmek istiyorlarsa, bunu Batılılar gibi değil, tıpkı Japonyagibi, kendi yöntemleriyle, kendi gelenek, kurum ve değerlerini kullanarak ve geliştirerekbaşarmak zorundalar. Toplumlarının kültürlerini temelden yeniden şekillendirebileceklerini düşünebilecek denli kibirledolu politik liderlerin başarısızlığa uğrayacak olmaları mukadderdir. Böyle liderler, atıkültürünün kimi öğelerini tanıtabilseler bile, mevcut kültürün temel öğelerini ortadankaldırmaya ya da sonsuza dek bastırmaya güç yetiremezler. Daha da kötüsü, Batı virüsü bir kezbir başka topluma yerleştiği an, onu oradan söküp atmak zordur. Bu virüs orada yaşamayadevam edecek olsa da, öldürücü değildir; hasta, yaşamaya devam eder, ama virüsün zararındankorunamaz. Politik liderler tarih yapabilirler, ama tarihten kaçamazlar. Kararsız ülkeler ortayaçıkarırlar, Batılı toplumlar yaratamazlar. Kalıcı olan ve tabiat haline gelen kültürel bir şizofreni ileülkelerini malul ederler.Batılılaşma konusunda Türkiye bugün itibariyle (tıpkı Rusya gibi) ikiye bölünmüş durumda.Çünkü Türkiye artık Kemalizm öncesindeki gibi olmadığı (ve olamayacağı) gibi, Batılı da değil. Zira Türkiye, Kemalist dayatmalar sonucunda, ne Orta Doğulu ne de Batılı olmayan, iki arada birderede, kafası karışık ve bütün bunlardan ötürü tanımsız ve kimliksiz bir ülke haline gelmişdurumda. 'Kararsız' olmasının nedeni de yine bu kafa karışıklığı.Tıpkı Avustralya'nın Asyalılar tarafından reddedilmesi gibi, Türkiye'nin de kültür vemedeniyetinin Avrupa ülkelerinden farklı olması nedeniyle yıllardır Avrupa kapısında bekliyorolması da ilk olarak aklımıza Kemalizmi getirmeli. Çünkü her ne kadar ilkokuldan itibarenhepimize 'artık Avrupalı olduğumuz' öğretilse de, dışarıdan bakıldığında gerçeğin hiç de öyleolmadığı (ve daha da önemlisi, olamayacağı) açıkça görülüyor.Türkiye, eğer bu kararsızlıktan kurtulmak istiyorsa, geçmişine ve kimliğine vurulan ölümcüldarbeleri algılayabilme adına Kemalizmin aslında nasıl bir proje olduğunu objektif bir gözle ve(hepsinden önemlisi) ezberlerini bozmaya baştan hazır olarak dikkatle incelemeli. Kendinibulabilmesi ve kaldığı yerden yola devam edebilmesi için bu şart.

4. KEMALİZM VE BATILILAŞMA
Huntington, Batılı olmayan toplumların 'modernleşme' ve 'Batılılaşma' kavramlarına üç farklıtepki verdiklerini söylüyor:1- Hem modernleşmeyi, hem de Batılılaşmayı reddetmek,2- Her ikisini de benimsemek,3- Modernleşmeyi benimseyip, Batılılaşmayı reddetmek.Hem modernleşmeyi hem de Batılılaşmayı benimseyen ikinci tip tepkinin Kemalizme karşılıkgeldiğini söyleyen Huntington, Türkiye'de Mustafa Kemal tarafından hayata geçirilen bumodelin yapısını (Türk kültür mirasının özelliklerini de dikkate alarak) inceliyor.Kitabında Türkiye’ye sıklıkla değinen Huntington, Kemalizm'in üç varsayıma sahip olduğunubelirtiyor:• Modernleşme arzulanır ve gereklidir. • Yerli kültür modernizasyonla uyumlu değildir ve bu nedenle terk edilmeli ya da ortadankaldırılmalıdır. • Bir toplumun başarılı bir şekilde modernize edilebilmesi için, tamamen Batılılaşmasıgerekir. Modernizasyon kavramını daha çok endüstriyelleşme çerçevesinde ele alan Huntington,Kemalizmin bu yaklaşımının, 'Başarılı olmak için bizim gibi olmalısınız, çünkü bunun tek yolubizim yolumuzdur' anlayışında olan kimi Batılılar arasında popüler olmasının sürpriz olmadığını belirtiyor. Batılı olmayan toplumların dini değerlerinin, ahlaki varsayımlarının ve sosyalyapılarının, endüstriyelleşmenin gereklerine en iyi ihtimalle yabancı, zaman zaman da düşmanolduğunu öngören bu anlayışa göre, ekonomik anlamda kalkınabilmek için, günlük hayatın vetoplumun radikal ve yıkıcı bir şekilde yeniden yapılandırılması, ve hatta bu toplumlarda yaşayaninsanların varlığı anlamlandırılma şekillerinin dahi değiştirilmesi gerekiyor.Huntington, bu noktada, medeniyetler çatışması ve Orta Doğu politikaları gibi konularla ilgiliolanların yakından tanıdığı bir isim olan Daniel Pipes'ın 'In the Path of God' adlı kitabından biralıntı yapıyor. Bu kitabında İslamın modernleşme adına herhangi bir alternatif sunmadığınıbelirten Pipes, laikliğin, Avrupa dillerinin ve Batı eğitim kurumlarının kaçınılmaz olduğunu,müslümanların ancak Batı modelini açıkça kabul etmeleri durumunda kalkınabileceklerini, ancakBatı kültüründen bir şeyler öğrenebilmek için, öncelikle onun üstünlüğünü kabul etmiş olmakgerektiğini söylüyor.1Bu noktada sözü Mustafa Kemal Atatürk'e getiren Huntington, Atatürk'ün bu sonuçlaraPipes'tan 60 yıl önce vardığını ve bu nedenle de Türkiye'yi Batılılaştırma ve modernleştirmeadına büyük bir hamle başlattığını belirtiyor.Huntington, Atatürk'ün ülkenin İslami geçmişini reddettiğini ve diniyle, mirasıyla, kültürüyle vekurumlarıyla Müslüman olan bir toplumu modern ve Batılı kılmaya kararlı olan yönetici elit sınıfile birlikte hareket ederek, Türkiye'yi 'kararsız ülke' (torn country) haline getirdiğini ifade ediyor.Bu noktada da, Kemalizmin yüzyıllardır var olan bir kültürü yok etmek ve yerine başka birmedeniyetten ithal edilmiş olan tamamen yeni bir kültür koymak gibi zor ve travmatik birgöreve sahip olduğu sonucuna varıyor.Huntington, kitabının bir başka bölümünde, Türkiye'de 1920'li ve 30'lu yıllarda gerçekleşendevrimleri de yine bu çerçevede açıklıyor. Bu noktada, halkı Osmanlı ve müslüman geçmişindenuzaklaştırma girişiminde bulunan Atatürk'ün, dini gelenekçiliğin bir sembolü olan fesiyasaklamasına ve insanları şapka giymeye teşvik etmesine değiniliyor.Bu amaç doğrultusunda yapılan onca değişikliği tek tek sayan Huntington, bütün bunlararasında harf inkılabının çok daha hayati bir önem arz ettiğini belirterek, daha önce yazdığı'Değişmekte Olan Toplumlarda Politik Düzen'2adlı kitapta yer alan konu ile ilgili bir kısmıalıntılıyor ve kendilerine Roma alfabesi öğretilen yeni nesillerin devasa boyuttaki gelenekselyazına erişimlerinin imkansızlaşacağı konusunu vurguluyor. Roma harfleriyle eğitimin Avrupadillerini öğrenmeyi teşvik edecek olması da Huntington'ın önemli bulduğu bir diğer nokta.Türkiye'de Fransızca bilenlerin Fransızlar, İngilizce bilenlerin ise Anglosaksonlar gibi düşündüğühatırlanacak olursa, Huntington'ın bu vurgusunun, (yukarıda da belirtildiği gibi) eşyaya bakışı vevarlığı algılayışı dedelerinden çok farklı olan yeni bir neslin 'üretilecek' olması konusuyla bire birirtibatlı olduğu söylenebilir.Huntington'ın kitabında, Atatürk'ün, çokmilletli bir imparatorluk fikrine karşı olması nedeniyle,homojen bir ulus devlet oluşturmaya niyetlenmesi ve bu süreç dahilinde Ermeni ve Rumları1Pipes, Daniel. ‘In the Path of God: Islam and Political Power ’ Transaction Publishers.2Huntington, Samuel P. 1968. 'Political Order in Changing Societies' New Haven: Yale University Press.
öldürmesi gibi konulara da değinilse de, asıl odak noktası, Batılılaştırılması hedeflenen birtoplumun geçmişine ve değerlerine yabancılaştırılarak Batılı kılınmaya çalışılmasında. Böyle birşey dünyada Mustafa Kemal'den önce tecrübe edilmediği için de, konu medeniyetlerinçatışması olduğunda, Türkiye önemli bir 'çalışma konusu' haline geliyor. Kemalizm'in(Huntington'ın ifadesiyle) nihayetinde başarısızlığa uğramış olduğu gerçeği de, Türkiye'ninincelemelere konu olma özelliğinin ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor.

5. KEMALİZM VE BAŞÖRTÜSÜ
Samuel Huntington'ın tasvir ettiği şekliyle Kemalizm, bir tür 'toplumsal dönüşüm projesi' olarakkarşımıza çıkıyor. Bu da, Kemalizmin 'bir ideoloji' olduğunu duymaya alışmış olan Türkiye'dekikitleler için pek alışıldık olmayan bir yaklaşım.Zaten kendisini Kemalist hisseden Türkler istisna edilecek olursa, dünyada Kemalizmi 'kendineözgü' yeni bir felsefeye sahip olan ideoloji olarak gören hiç kimse yok denilebilir. Kemalizmdendiğinde, 'Batılı olmayan' bir toplumun, son derece dar bir elit çevre tarafından, 'herşeyiyleBatılı' bir topluma dönüştürülmeye çalışılması süreci akla geliyor.Batılıların, zamanında memnuniyetle karşıladıkları Kemalist devrimleri, Türkiye'nin AvrupaBirliği'ne girmesi söz konusu olduğunda 'demokratik olmaması' nedeniyle eleştirmeleri deburadan ileri geliyor. Çünkü Kemalist uygulamalar Batıda, Türk toplumunu demokrasiyeyaklaştırdığı için değil, Batı için tehlikeli bulunan bir anlayış ortadan kaldırıldığı için sempati topluyor. Ancak, Kemalist uygulamalar çerçevesinde Türkiye'de yaşananların demokratik birdüşünce geleneği dahilinde izahı mümkün olmadığı ve Türkiye bu antidemokratik yapı ileAvrupa'ya entegre olamayacağı için, Türkiye'nin Avrupa'ya dahil olması ihtimali söz konusuolduğunda, aynı Kemalizm, 'terk edilmesi gereken yapısal bir sorun' haline geliyor. Türkiye'ninherşeyi milli duygularıyla yorumlamaya alışmış olan ve Kemalizmi 'Batı yanlısı bir felsefe'zanneden belli bir kesimi, ülkedeki uygulamaların aslında Tunus'takilere benzer bir nitelik arzettiğini algılayamadığından ötürü, Batının Türkiye'ye çifte standart uyguladığını söylemeyebaşlıyor.Kemalizmin gerçekte ne olduğu konusu adamakıllı netleştirilmediği müddetçe, Türkiye'de (bukonuda da) aynı tartışmalar hiçbir sonuca ulaşılamadan devam edecek. Bu konularda,Huntington gibi, konuya 'dışarıdan' ve 'tarafsız' bakan insanların yaklaşımlarını da dikkate almak,işte bu nedenden ötürü önemli ölçüde yol gösterici olabilir. Huntington, kitabının farklı bölümlerinde Türkiye'ye ayırdığı sayfalarda, Kemalizmi, 1920 ve30'larda, 'Batı medeniyetiyle uyumsuz olduğu' varsamıyla Anadolu halkının kültürünü yoketmeye odaklanan ve ithal edilen bir kültürü tüm halka dayatmayı esas alan bir anlayış olarakaçıklıyor. Zaten kitabında Kemalizmden bahsetmesinin tek nedeni de bu! Huntington'ınKemalizme değinmekteki amacı, Batı medeniyetinin bir topluma yerleşmesinin reformla değil,ancak ve ancak 'yerli' kültürün(ün) tamamen imhasıyla mümkün olabileceği yönündeki birgörüşün de var olduğunu okurlarına iletmek. Huntington'ın Kemalizm söz konusu olduğunda çokdoğru bir seçim yaparak 'fes' örneğini vermiş olması da bu nedenle çok önemli. Zira Huntington,Kemalizmin gelenek ve dini ortadan kaldırmayı hedeflediğini belirterek, fesin yerine şapkanınkabul edilmesini (elbette) bir ideoloji değil, kültür transferi olarak değerlendiriyor.Türkiye'de ise Kemalizm, gerek lehinde, gerekse aleyhinde olan çoğu insan tarafından 'belirleyicinitelikleri' ile değil, tekil vurgularıyla tartışılıyor ve bu nedenle de Kemalizm eksenli bütünyapısal sorunlar çözümsüz kalıyor. Bir başka deyişle, Türkiye Kemalizme bütünsel ve akademikbir gözle bakmayı başardığı an, ülkenin sosyal ve politik sorunları arasındaki ara-ilgileri dekurabilecek ve bu da, çözüm adına çok büyük kolaylıklar sunacak.Kemalizmin bütünsel olarak kavranamıyor olmasının doğurduğu algı sorununa en iyi örnek,insanların fes yasağı ile başörtüsü yasağı arasındaki ara-ilginin çoğu zaman farkında olmamalarıolabilir. Zira Batı medeniyetine ait olmayan fes adlı serpuşu takmak nasıl Kemalizme tamamenkarşıt bir tutumsa, başörtüsü de (tıpkı kendini 'çağdaş' ilan eden bir kısım dernek mensuplarınınhaklı olarak iddia ettiği gibi) Kemalist mantığa sonuna kadar terstir. Çünkü Kemalizm, genelniteliği itibariyle, Türkiye'de hakim olan 'kültürü' ortadan kaldırarak, insanların Batılılar gibigiyinmesini, Batılılar gibi yemesini, Batılılar gibi içmesini ve genel anlamda hayata Batılılar gibibakmasını amaçlayan bir sürecin ifadesidir.İşte bu nedenlerden ötürü, Kemalizm bir ideoloji değil, bir toplumsal dönüşüm projesidir. Veyine bu nedenlerden ötürü ilkokuldaki çocuklara uzun yıllardır Kemalist devrimler konusunda'hoşa gitmeyen' düşüncelerin özgürlüğü değil, şapkanın fese, pantolonun şalvara, gramın okkayave metrenin arşına üstünlüğü anlatılır. Ve yine bu nedenlerden ötürü, ilkokul çocukları uzunyıllardan beri resim derslerinde önce beyaz sayfanın ortasından dikey bir çizgi çizerek sayfayıikiye ayırır, sonra da sayfanın bir yarısına eski kültürlerine ait kötü şeyleri, diğer yarısına da yeni kültürlerine ait iyi şeyleri çizerler.Kemalizm Neden Tanımlanmak İstenmiyor?Kemalizmin tanımlanmaması, bugün itibariyle bu anlayışı tekelinde tutan çevrelerin Kemalizmadına farklı zamanlarda farklı politikaları uygulamalarına olanak tanıyorsa da, bu anlayışıniçyüzünün Türk halkından gizlenmesinin asıl nedeni bu değil. Zira Kemalizm gibi 'insanlarıdeğiştirmeye odaklanan' bir anlayışın, yapısı gereği kendisini açıktan tanımlaması mümkündeğildir. Çünkü insanlar, değişim 'olabileceğin en iyisine doğru' dahi olsa, bir başkası tarafından,bir başkasının tasarrufu dahilinde değiştirilme düşüncesine hemen her zaman direnirler. Bunedenle de, Kemalizmin temel niteliği ve amaçları sürekli muğlak bırakılmak zorunda olan biranlayış durumunda. Türkiye'de halkın çok önemli bir kesiminin bireysel haklar ya da toplum-devlet ilişkileri gibi konulara yabancı olmasından ötürü, Kemalizmi ölesiye savunanların dahi(tıpkı Kemalizme karşı çıkanlar gibi) bu anlayışı bütünsel bir şekilde idrak edebilmeleri mümkünolmuyor.SonuçHemen her toplumda olduğu gibi Türkiye'de de, halkın çoğunluğu zihnindeki iyi-kötüleri'kendisine belletildiği şekilde' oluşturuyor ve bu iyi-kötülere küçük yaşlardan itibaren duygusalbir bağlılık-düşmanlık içerisine giriyor. Farkında dahi olmadan savundukları düşüncelerin hangiönkabuller üzerine bina edildiğini de merak dahi etmiyorlar. Bu nedenle de, fes ile başörtüsüarasındaki ilgiyi kuramıyor, (sözgelimi) ilgili kanun hala yürürlükte olmasına rağmen şapkatakmayanlara neden artık yasak getirilmediğini anlayamıyorlar. Çünkü toplumsal dönüşümprojesi, slogan bazında düşünen ve bir tür hayal dünyasında yaşayan insanlar üretiyor. Bu insanlar, hayallerindeki kurgu olaylar ya da kurgu kişilerin daha gerçekçi zeminlerdeincelendiğine şahit oldukları durumlarda ise, hayatlarına anlam kazandırdığını zannettikleri vevazgeçilmez buldukları bu hayalin ellerinden bir anda uçup gitmesi tehlikesiyle karşı karşıyakaldıklarından, böylesi durumlarda, elinden oyuncağı alınmak istenen çocuklar misali rahatsızlıksergilemeye ve (daha da kötüsü) hırçınlaşmaya başlıyorlar. Argümanlarıyla rüyalarını tehditeden kişi, konusunun uzmanı bir profesör dahi olsa, ilkokulda öğrendikleri masalları akademikçalışmalardan daha muteber buluyorlar. Bütün bunlar, toplumsal dönüşüm projesinin, sloganbazında düşünen, farklı fikirlere tahammülü olmayan ve her seferinde ezberlerini koruma adınayeni yollar arayan insanlar üretmiş olmasından ileri geliyor.

6. KEMALİST DEVRİMLER
Türkiye 'Avrupa'dan farklı' olduğunun çok uzun süredir farkında. Köklü bir medeniyetten geldiği için de, kendisine 'Sen kimsin?' diye sorulduğunda, 'Ben Avrupalıyım' demesinin mümkünolmadığının, ya da dese bile kendinden başka hiç kimseyi kandıramayacağının da artıkbilincinde. Ancak Türkiye, çocukça bir inatla, kendisini gerektiği şekilde değiştirebilirse 'Avrupalı(gibi)' olabileceğini zannetmekten de vazgeçmek istemiyor.Bu tuhaf tavırda, Türk halkının uzun yıllar boyunca, Avrupalı gibi giyinmesi, Avrupalı gibi traşolması, Avrupalı gibi yemesi ve Avrupalı gibi içmesi durumunda kapıdan içeri buyur edileceğihayaliyle yaşatılmış olmasının çok önemli bir payı var. Konuya bu açıdan bakıldığında da,Türkiye'nin Kemalist kesiminin anlamsız takıntılarının aslında hazin bir hayal kırıklığının sonucuolduğunu fark etmemek de epey zor.Türkiye'nin 'medeniyet ithali' macerası artık öylesine acıklı bir hal aldı ki, Türkiye'nin dahilolmaya çalıştığı Batının içerisindeki pek çok entelektüel, ülkeyi Avrupalı yapacağı zannedilendevrimler konusundaki ezberleri bozduğunda, Türkiye bunları duymak bile istemiyor. Başkaülkelerdeki 'Batılılaşma' projelerini 'Batılı' bir gözle değerlendiren Huntington, aynı yaklaşımlaTürkiye'yi ele alarak kendimize söylediğimiz yalanları (hem de çok basit birkaç ifadeyle) geçersizkıldığında da buna benzer bir durum yaşanıyor. Örneğin, Türk halkına sürekli farklı kültür vemedeniyetler arasında bir 'köprü' olduklarının söylendiğini belirten Huntington, köprü olmanınaslında pek de övünülecek bir şey olmadığını ifade ediyor. Köprünün, iki muhkem ve bağımsızvarlığı birbirine bağlayan, ancak birbirine bağladığı her iki varlığın da bir parçası olmayan sun'ibir yapı olduğunu belirten Huntington, Türk liderlerin ülkelerini 'köprü' olarak nitelendirerek aslında 'kararsız' bir ülke olduklarını kibarca teyit etmekte olduklarını belirtiyor.Huntington'ın bu tespiti, Türkiye'nin uluslararası ilişkileri ile ilgili yorumları ile bir arada değerlendirildiğinde, bu durumun vahametinin boyutu netlik kazanıyor. Şöyle ki, Türkiye'nin,Türki cumhuriyetler konusunda kendine biçtiği abi rolünü oynaması mümkün değil. OrtaAsya'da hakim bir rol oynamasının önünde de engeller var. Türkiye İslam ülkeleriyle deyakınlaşamıyor, çünkü Atatürk'ün mirasını terk etmeden bunu yapması mümkün değil. Bir başka deyişle, Türkiye'nin Orta Asya ya da Orta Doğu'da 'merkez ülke' (ya da merkez ülkelerden biri)haline gelmesi bugün itibariyle mümkün görülmüyor. Türkiye'nin Avrupa'dan da 'medeniyetininfarklılığı' nedeniyle dışlanıyor olması bir yana, birliğe dahil edilecek dahi olsa bu durum onu Batımedeniyetinin bir 'üye ülkesi' yapma adına yeterli olmayacak. Bütün bunlardan ötürü, Türkliderleri ülkelerini 'köprü' olarak tanımlıyor ve bunu (sanki çok matah bir şeymiş gibi) süreklitekrarlıyorlar.Huntington kendimize söylediğimiz başka yalanları da (yine bir Batılı gözüyle) geçersiz kılıyor.Kitabında Orta Doğu hakkında yaptığı kimi yorumlardan, şekle dayalı olması yönüyle süreklieleştirilen cumhuriyet dönemi inkılapları konusunda ilginç çıkarsamalarda bulunmak mümkün.Örneğin, Türkiye'nin Avrupalılaşma konusundaki en büyük takıntısı kıyafet konusu olsa da, OrtaDoğulu müslümanların Batılı gibi giyinmelerinin Huntington'ın pek de umrunda olmadığı açık.Huntington, kıyafete odaklanmanın yanlışlığına işaret etme adına, Orta Doğunun herhangi biryerinde kot pantolonlar giyip, kola içen yarım düzine genç adamın, gün içerisinde kıldıkları ikinamaz arasında bir Amerikan uçağını vuracak bir bomba da yapabileceklerini belirtiyor.Huntington'ın örneğini bu şekilde vermiş olması kimi müslümanları rahatsız edebilecek olsa da,giyim kuşama endeksli bir Batılılaşma hareketinin bir Batılının gözünde pek de bir anlam ifadeetmediğini gösterme adına fazlasıyla yeterli. Huntington bu örneği verdikten sonra,Amerikalıların da yıllardır Japon malı arabalar, televizyonlar ve çeşitli elektronik ürünlerkullanmakta olduklarını, ama bu durumun onları Japonlaştırmadığını belirtmeyi de ihmaletmiyor. Bütün bu örnekleri verdikten sonra da, Batılı olmayan toplumların Batıya ait ürünlerkullanarak Batılılaşabileceklerine inanmayı 'safça' bir yaklaşım olarak değerlendiriyor.Huntington'ın harf inkılabı hakkında söyledikleri de ezber bozucu nitelikte. Huntington,Türkiye'nin Latin alfabesine geçişinin sadece Batı ile entegrasyon kaygısıylagerçekleştirilmediğini, Arap harflerini de yasaklamak suretiyle yeni nesillerin geçmiş döneminyazınıyla ilişkisinin tamamen kesilmesinin hedeflendiğini belirtiyor. Huntington'ın geçmişi yoksayan ve sıfırdan medeniyet inşa etmeye kalkan liderlerin başarısız olmaya mahkum olduklarıkonusunda söyledikleri hatırlandığında, harf inkılabının olmasa bile Arap harflerine karşıtakınılan tutumun Batılılaşmayı değil, kimliksizleşmeyi doğuracağı gerçeği de çok daha belirginbir hale geliyor. Bu noktada, Huntington'ın 'Eğer Batılı olmayan toplumlar modernleşmekistiyorlarsa, bunu Batılılar gibi değil, tıpkı Japonya gibi, kendi yöntemleriyle, kendi gelenek,kurum ve değerlerini kullanarak ve geliştirerek başarmak zorundalar' şeklinde ifadelerini tekrarhatırlamak gerekiyor. Çünkü burada konu sadece 'Batı ile uyumlu' olduğu kabul edilen ve uzunyıllardır dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Japonya'nın hala kendi alfabesini kullanıyorolması değil. Asıl konu, Japonya'nın 'Batılı' değil, 'Batı ile uyumlu' kabul edilmesi.Türkiye, Batılılaşma serüvenini, 'Batı ile uyumlu olma' değil, doğrudan 'Batılı olma' üzerine binaetti. Bu nedenle de, Batılı olmayan kültür ve medeniyetini ortadan kaldırmaktan başka biropsiyon bırakmadı kendisine. Bu dönüşümü gerçekleştirmeye soyunan kadro, sosyoloji eğitiminigörmüş, ya da genel anlamda sosyal bilimlerden nasibini almış da değildi. Bu nedenle de, Türkhalkının toplumsal dönüşümü, Adolf Hitler ya da Benito Mussolini gibi diktatörlerin iktidardaolduğu bir dünyada, katı bir bürokrasi bünyesinde ve askeri emir-komuta zinciri anlayışıçerçevesinde yukarıdan-aşağıya gerçekleştirilmeye çalışıldı. Amaç Avrupa ile uyumlu olmakdeğil, bizatihi Avrupalı olmak olduğundan da, sadece Avrupa'ya ait olan şeylerin yeni nesillere öğretilmesiyle kalınmadı, geçmişe ait olan herşey de öcü ilan edildi, yasaklandı ve kendilerineBatılı olmaları emredilen kitlelerin bu emre itaat etmek suretiyle Batılı olup çıkabileceklerizannedildi.Bugün itibariyle medeniyet ithali öngören uygulamaların işlevsel olup olamayacağı konusuakademik çevrelerde tartışılmıyor bile. Dahası, Türkiye, Kemalizmi, medeniyet dayatması içerenuygulamaların başarısızlığı konusuna bir örnek olarak siyasal bilimler literatürüne kazandırmışdurumda. Ancak bütün bunlara rağmen, sanki dünya Türkiye'den ibaretmiş gibi yapmaya, yakıntarihimizi hiçbir eleştiriye meydan vermeden milli eğitimin üretim tezgahlarında yeni nesillereaktarmaya ve bu şekilde sorunlarımızı daha da içinden çıkılmaz hale getirmeye hala devamediyoruz. Yıllar süren bu süreç boyunca körpe dimağlar, bir alfabenin iyi, diğerinin kötüolduğunu, bir başka deyişle, alfabelerin iyi-kötü ekseninde değerlendirilebileceğini öğreniyorlar.Latin harfleri kullanarak Batılı olduğunu zanneden miniklere, Avrupalıların Arap rakamlarıkullanmakta oldukları bilgisi de elbette verilmiyor. Sonuç itibariyle de, 'Sen kimsin' sorusunaverdikleri cevaplarla kendilerinden başka hiç kimseyi ikna edemeyen yığınların ezberleri,Türkiye'nin her türlü sosyal, politik ve hatta ekonomik sorununda tekrar karşımıza çıkıyor.

7. İSLAMİ DİRİLİŞ
Samuel Huntington, 20. yüzyılın ilk yarısında hakim olan, 'dinin zamanla yok olup gideceği'şeklindeki düşünceye değinerek, o zamanlar bu düşünceyi sadece dinin yok olmasınıisteyenlerin değil, bu duruma üzülenlerin dahi kabul ettiğini ifade ediyor. Bilimin, akılcılığın vepragmatizmin dini ortadan kaldıracağını, hoşgörülü, rasyonel, pragmatik, ilerlemeci, hümanistve laik olarak nitelendirilecek yeni bir toplumun ortaya çıkacağını öngören bu görüş, 20. yüzyılınikinci yarısında geçerliliğini yitirdi. Zira bu dönemde ekonomik ve sosyal anlamda dünya çapında(tahmin edildiği gibi) ciddi bir değişim yaşanmış olsa da, dini inançlar yok olmadı. Aksine,insanların dine dönmeleriyle birlikte, inançların da aynı ölçüde küreselleştiğine ve uyanışageçtiğine şahit olundu.

Samuel Huntington, yüzyılın ikinci yarısında insanların tekrar dine dönüşüne Gilles Kepel'in'Tanrı'nın İntikamı' (le revanche de dieu) adını verdiğini belirtiyor. Dine yönelişin, 1970'lerinortalarından başlayarak her kıtayı, her medeniyeti ve hatta her ülkeyi tesiri altına aldığınıbelirten Huntington, bu duruma çeşitli örnekler veriyor. 1994 yılında, 25 yaşın altındaki Rusların%30'unun ateizmden Tanrı'ya inanca geçtiklerini söylediklerini, Rusya'da kilise çanlarının tekrarduyulur olduğunu, Orta Asya'da binlerce cami açıldığını belirten Huntington, Soğuk Savaşsonrası dönemde politik ideolojilerin yerine medeniyetlerin belirleyici olduğu bu ortamda,uluslararası ilişkilerin yeni bir nitelik kazandığını ifade ediyor.İnsanların 'kendi'lerini (self) tanımlamadıkları müddetçe, 'kendi ilgilerini/menfaatlerini' (self-interest) koruma adına rasyonel bir biçimde düşünmelerinin ve rasyonel davranışlarsergileyebilmelerinin mümkün olamayacağını ifade eden Huntington, buradan hareketle,'ilgi/menfaat merkezli politika' ile 'kimlik' arasındaki bağı nazara veriyor.320. yüzyılın ikinciyarısına karşılık gelen bu dönemde, hemen her toplumda, insanların günlük hayatlarında veçalışma düzenlerinde inancın giderek daha da önemli bir yer edindiğini, hükümetlerinuygulamalarının da bu kaygılar doğrultusunda şekillendiğini belirten Huntington, inançların iledeğerlerin (doğal olarak) iç içe geçmiş olan yapısına dikkat çekiyor. Bütün bunlar sonucunda,Huntington'ın George Weigel'den alıntıladığı 'Dünyanın sekülerleşmekten uzaklaşması, 20.yüzyılın son döneminin en baskın sosyal vakalarından biridir' şeklindeki ifadeler, döneminanlayışının ilginç bir özeti haline geliyor.İslami DirilişSamuel Huntington, dünya nüfusunun en azından beşte birini doğrudan ilgilendirmesi ve tarihin(halen devam eden) bir dönemine damgasını vurmuş olması nedeniyle İslami Diriliş (IslamicResurgence) ifadesini (tıpkı 'Fransız İhtilali' ya da 'Rus Devrimi' ifadelerinde olduğu gibi) büyükbaşharflerle yazmayı doğru bulduğunu söylüyor. Mensuplarının İslamiyeti sadece bir din değil,aynı zamanda bir hayat tarzı olarak algıladıklarını belirten Huntington, İslam'ın günümüzdeyaşanan problemlere bir 'çözüm' olarak algılandığını da ifade ediyor. Endüstriyelleşmeyi kabuledip Batılılaşmayı reddeden müslüman toplumların, İslamiyeti sadece bir kimlik değil, aynızamanda bir güç, kalkınma ve umut kaynağı olarak görmeleri sonucunda 'İslam çözümdür'(Islam is the solution) ifadesinin sloganlaşmış olması da bu bakış açısının bir sonucu.4İslami Diriliş dendiğinde Huntington (olması gerektiği gibi) kuşatıcı bir analiz yapıyor ve İslamitoplumların, 'değerlerine yeniden sahip çıkma' süreçlerini sadece politik alana indirgemiyor.İslami Diriliş'in entelektüel, kültürel, sosyal ve politik yönleri olan dünya çapında bir hareketolduğunu belirten Huntington, söz konusu Diriliş'in İslami fundamentalizmeindirgenemeyeceğini de ifade ediyor. Zira Huntington'a göre, Diriliş, İslami düşünce adına çokgeniş boyutta bir uygulama ve retorik uyanışı anlamına gelirken, fundamentalizm ise, bir bütün3İnançlar, 'Ben kimim?', 'Nereye aitim?' gibi kimlik ile ilgili sorulara verilecek yanıtları önemli ölçüde şekillendiriyor. Sahip çıkılan inançlar ve buinançların öngördüğü değerlerle oluşan kimliklerin, ilgi/menfaat (interest) merkezli yaklaşımları da doğrudan belirliyor olması sonucunda, farklıdeğer ve önceliklere sahip olan medeniyetler ekseninde şekillenen bir uluslararası politik alan ortaya çıkıyor.4Türkiye'de bir dönem popüler olan 'Huzur İslamda' ifadesi de, aynı çerçevede değerlendirilerek, huzur bulamayan bir toplumun çözümü İslamdininde görmesi olarak açıklanabilir.
olarak ele alınması gereken bu uyanışın politik alandaki bileşenlerinden biri sadece. Huntington,İslami Diriliş'in dünyadan izole olmayan, yayılmacı bir niteliğe sahip olduğunu belirtmesinerağmen, fundamentalizm konusunu bu bütünden sağlıklı bir şekilde ayrıştırmış olmasının verdiğirahatlıkla, Diriliş'in aşırılık (extremism) içermediğini dahi ifade edebiliyor - ki bu günümüzde pekçok Batılı analizcide göremediğimiz bir durum.Bu yaklaşım, doğal olarak, fundamentalizme indirgenmeyen 'İslami Diriliş'in entelektüel,kültürel ve sosyal alanda körüklediği değişim' ile neyin kast edildiği sorusunu akla getiriyor.Huntington bu noktada Georgetown Üniversitesi'nde görev yapan Uluslararası İlişkiler ve İslamiÇalışmalar profesörü John L. Esposito'nun 'İslami Tehdit: Mit mi Gerçek mi?' adlı kitabından biralıntı yapıyor.Esposito, müslüman ülkelerde İslami yayınların, camiye gidenlerin, oruç tutanların, namazkılanların, alkolden uzak duranların sayısının artmakta olduğunu, İslami değerlere ve giyimtarzına artık daha çok önem verildiğini, sufizmin yeniden canlanmakta olduğunu nazara veriyor.Bütün bunların İslami değerlere sahip çıkan hükümetlerin iktidara gelmesine de yardımcıolduğunu ifade eden Esposito, bu tür gelişmelerin Tunus ve Türkiye gibi 'seküler' ülkelerde(diğerlerinden farklı olarak) hükümet ve yöneticilerin (rulers) İslami konularda eskisinden deendişeli bir tavır takındıklarını da belirtmeyi de ihmal etmiyor.Huntington'ın bu konuda görüşlerine yer verdiği bir diğer isim de, Sudan'lı lider Hasan el Turabi.Turabi, İslami Diriliş'in ne kişisel dindarlıktan ne de entelektüel, kültürel ya da politik birhareketten ibaret olmayıp, bütün bunları içine alan, toplumun baştan aşağı yenidenyapılandırılmasını öngören çok daha geniş kapsamlı bir uyanış olduğunu belirtiyor. Kendisinin busözlerinden hareket eden Huntington da, 20. yüzyıl sonlarında yaşanan İslami Direniş'inmüslüman ülkelerin politik hayatına olan etkisini göz ardı etmenin, 16. yüzyıl sonunda ProtestanDevrimi'nin Avrupa politikaları üzerindeki etkisini göz ardı etmeye benzeyeceğini söylüyor.5İslami Diriliş ve TürkiyeHuntington, Hıristiyan, Müslüman, Musevi, Hindu, Budist ve Ortodoks toplumlarda inançlarayönelik adanmışlığın arttığını, bunun dünyanın hemen her ülkesinde gözlendiğini belirtiyor. Buelbette yorumdan bağımsız olan, sosyal bir gerçeklik. Ancak bu gerçekliğin önemli bir boyutudaha var ki, o da, 20. yüzyıl sonlarında gerçekleşen 'Tanrı'nın İntikamı'nın, yerel olmayan, dahasıher haliyle küresel bir anlam ifade eden bir gerçeklik olması.Ancak, halen devam eden ve bütün dünyanın 'küresel boyutta' yaşanan bir trend olarakalgıladığı bu süreç, Türkiye'de başından bu yana tamamen yerel kalıplar çerçevesindetanımlanmaya çalışılıyor. Bu durum da, hakim rejimin değil siyasi, sosyal trendleri bile'Cumhuriyet ve düşmanları' ekseninde tanımlıyor olmasının bir sonucu.Kapalı bir toplumu öngören, Açık Toplum'un gereklerinin herbirini de, rejimin ideolojisinin5Huntington'ın bu benzetmesinin ne kadar önemli olduğu gelecekte çok daha net bir şekilde anlaşılacak.

bekasına(!) yönelik birer tehlike olarak algılayan bu yaklaşım, çoğu zaman dünyanın gerikalanından kopuk bir şekilde kendi hayali cennetinde yaşamaya çalışıyor ve bunun artıkmümkün olamayacağını her hissettiğinde yeni bir 'varolma savaşı' başlatıyor. Bütün bunlardanötürü de, her toplumun zaman içerisinde yaşadığı küçük ve sıradan doğal değişimler dahi,Türkiye'de 'rejime muhalefet' olarak algılanabiliyor. Sonuç olarak da, ister istemez değişmekzorunda olan (daha da doğru bir ifadeyle, 'değişmiş olan') bir toplumun 1930'larda donmuş olanbir ideolojinin kalıplarına sığamaması sonucunda yaşanan sancılar Türkiye'nin siyaset gündeminibelirliyor.

8. MERKEZSİZ İSLAM MEDENİYETİ'

Dünyanın medeniyetler ekseninde yeniden şekillenmesi' ve 'İslami Diriliş' gibi iki önemligelişmenin aynı anda yaşanıyor olması, İslam medeniyetinin merkez ülke ya da ülkelere sahipolmaması konusunu gündeme getiriyor. Osmanlı Devleti'nin sona ermesinin ardından merkezülkesiz kalan İslam dünyasının bugünkü durumunu Samuel Huntington son derece zekice birtabirle 'Birliksiz Bilinçlilik' (consciousness without cohesion) olarak nitelendiriyor. Zira dünyamüslümanlarının çok önemli bir kısmının İslami Diriliş öncesinde dahi kendilerini herşeydenönce müslüman olarak tanımlayacak derecede bilinçli olmalarına rağmen, Osmanlı'dan bu yanaherhangi bir uzun ömürlü birlik tesis etmeleri mümkün olmadı.Huntington, İslam medeniyetinin merkez ülke ya da ülkelere sahip olmaması nedeniyle dahili veharici ihtilaflarla birlikte anıldığını ve bu durumun İslam dünyası için bir zayıflık, başkamedeniyetler için de bir tehdit kaynağı olduğunu belirtiyor. Huntington'ın bu tespiti her nekadar doğru olsa da, problem sadece bundan ibaret değil.Bugünün dünyasında Batı, Çin, Hindu ve Ortodoks medeniyetleri, merkezi ya da merkezleri olandevletler. Bu medeniyetlerin merkez ülkelerinin herbiri, nükleer silahlara da sahip olan ciddibirer askeri güç. Ekonomik alanda da benzeri bir durum söz konusu. Batı medeniyetinin merkezülkeleri günümüzün ekonomik liderleri iken, Çin ve Hindu medeniyetlerinin çok hızlı büyüyenmerkez ülkeleri de, önümüzdeki yıllarda liderliği ele geçirme mücadelesi veriyorlar. 20. yüzyılınsüper gücü olan Ortodoks medeniyetinin merkezi Rusya'nın da (şu an için aynı derecede şansıolmasa da) benzeri bir mücadele içinde olduğu söylenebilir. Bu dört medeniyete ek olarak,medeniyetine başka bir ülkede rastlanmayan Japonya da, dünyanın ikinci büyük ekonomisiolarak tek başına ayrı bir güç odağı.Özetle, dünyanın sekiz medeniyetinden merkeze ya da merkezlere sahip olan beşi, dünyaüzerinde belli bir ağırlığa ya da iddiaya sahip. Merkezsiz üç medeniyet için ise böyle bir durumsöz konusu değil. Bu durum, Latin Amerika, Afrika ve İslam medeniyetlerinin dünyanın ikinciligini oluşturduğu anlamına geliyor. Spesifik anlamda İslam medeniyeti ise, 1400 yıllık tarihininen sefil ve en acınacak yıllarını yaşıyor. Huntington'ın 'merkez ülke' tanımına göre, İslammedeniyetinin bir merkez ülkeye sahip olmaması aslında şu anlama geliyor: İslam ülkeleriarasında, büyük bir ekonomiye ve güçlü silahlara sahip olan, dünyadaki müslümanlara dini vepolitik alanlarda liderlik etmeye kendini adamış, İslami kültüre kaynaklık edebilecek çapta bir tek ülke bile yok. Bu durum, İslam dünyasının mevcut dünya dengeleri üzerinde herhangi birağırlığı olmadığı anlamına da geliyor.6İslam dünyasının liderliği söz konusu olduğunda zaman zaman 6 ülkenin adının geçtiğini belirtenHuntington, hiçbir ülkenin gerekli şartların tamamına sahip olmadığını belirttikten sonra, buülkelerin herbirini kısaca değerlendiriyor. Huntington'ın değerlendirmeleri (sırasıyla vekendisinin ifadelerine sadık kalınarak) şöyle özetlenebilir:
Endonezya: Dünyanın en kalabalık müslüman ülkesi. Ekonomisi de hızla büyüyor. Ancak coğrafiolarak diğer müslüman ülkelerden çok uzakta. Ayrıca nüfusunda çok sayıda yerliler, Hindular,Çinliler ve Hıristiyanlar da var.Mısır: Büyük bir nüfusa sahip olan bir Arap ülkesi. Merkezi konumu nedeniyle stratejik biröneme de sahip olan bir ülke. İslami öğrenimin önde gelen kurumu olan El-Ezher Üniversitesi'nede sahip. Ancak çok fakir. ABD'ye, Batının kontrolündeki uluslararası kuruluşlara ve petrolzengini Arap ülkelerine muhtaç.İran: Yüzölçümü, coğrafi konumu, nüfusu, tarihi, doğal kaynakları ve orta dereceli ekonomikkalkınmışlığı İslam'ın merkez ülkesi olması için yeterli olabilir. Ancak müslümanların %90'ı sünniiken İran şii. Ayrıca Araplarla tarihten gelen kimi problemleri İslam'ın merkez ülkesi olmasınızorlaştırıyor.Pakistan: Yüzölçümü, nüfusu, (nükleer) askeri gücü ve eskiden beri tutarlı bir şekilde İslamülkeleri arasında işbirliğini savunan ve İslam'a çok defa sözcülük eden liderleri nedeniyle merkezülke olmaya uygun. Ancak çok fakir. Ayrıca politik anlamda da epey istikrarsız.Suudi Arabistan: İslam'ın kutsal şehirlerine sahip. Doğal kaynakları nedeniyle zengin. Ancaknüfusu çok fazla değil. Coğrafi şartları nedeniyle de (Afganistan gibi) işgal edilmeye çok müsait.Korunmak için de Batının desteğine ihtiyacı var.Türkiye: İslam'ın merkez ülkesi olmak için gerekli olan tarihe, nüfusa, birliğe, orta dereceliekonomik kalkınmaya, askeri geleneğe ve diğer ayırt edici özelliklere sahip. Ancak Atatürk,Türkiye'yi çok sıkı bir şekilde (explicitly) laik bir ülke olarak tanımlayarak Osmanlı Devleti'nin burolünü Türkiye'nin devam ettirmesini engelledi. Türkiye bu nedenle İslami KonferansÖrgütü'nün imtiyazlı bir üyesi bile olamıyor! Türkiye kendini laik bir ülke olarak tanımlamayadevam ettiği sürece de İslam dünyasının lideri olamaz. Ancak Türkiye bir noktada Batıdan üyelikdilenmek gibi hayal kırıklığına uğratıcı ve aşağılayıcı rolü bırakıp, İslam'ın sözcülüğü gibi çok dahaetkileyici ve seviyeli olan tarihi rolüne devam etmeyi düşünebilir. Fakat bunu yapabilmek içinTürkiye'nin Atatürk'ün mirasını, Rusya'nın Lenin'inkini reddettiğinden dahi daha kapsamlı birşekilde reddetmesi gerekir.6Samuel Huntington (ihtimal) İslam ülkelerini fazlasıyla güçsüz bulduğu için zaten böyle bir ağırlıktan hiç söz etmiyor. Bu merkezdeki yorumlartamamen bana ait.

9. DİĞER KONULAR

Soru 1: Samuel Huntington medeniyet ve kimlik kavramını oluşturan bileşenleri ne şekilde sıralıyor?
Samuel Huntington, bir insanın ‘Sen kimsin?’ sorusuna verdiği cevapta en çok din, dil ve tarihinbelirleyici olduğunu belirtiyor. Örneğin bir Batılının aşağıdan yukarıya doğru, Romalı, İtalyan,Katolik, Hıristiyan, Avrupalı ve Batılı olarak tanımlanabileceğini söylüyor.

Soru 2: Herkes medeniyeti aynı şekilde mi tanımlıyor?
Çoğu zaman evet. Ama kimi zaman da hayır. Mesela Huntington Almanların medeniyet algısınınkültürü kapsamadığını, daha çok mekanik ve teknolojik gelişmeleri medeniyet olarak gören,materyal eksenli bir bakışa sahip olduklarını belirtiyor.Ancak tabii Almanların bu yaklaşımı, 'Almanlar kimdir?' sorusunu yanıtlarken, Alman kültürünühesaba katmayacağımız anlamına gelmiyor.

Soru 3: Dinin 1970’lerden itibaren yükselişte olmasını anlıyorum. Ancak yine de bütün medeniyetleriçin en belirleyici unsur olması mümkün mü?
Dinin belirleyiciliği çoğu zaman bireylerin dindarlıklarıyla ilişkilendirildiği için, bu konunun ifadeettiği kültürel ve siyasi mana yanlış anlaşılıyor. Bu yanlış anlaşılmaların önüne geçme adına,Huntington’ın kendisinden alıntıda bulunduğu bir İsveçlinin söylediklerine kulak verilebilir.Söz konusu kişi, İsveçlilerin Avrupa’nın en dinden uzak insanları olduğunu, ancak İsveç’inkurumlarını, sosyal uygulamalarını, aile yapısını, siyasetini ve hayat tarzını şekillendirenLutheran mirasını anlamadan bu ülkeyi anlamanın mümkün olamayacağını belirtiyor.İnsanların kültürleri ve etik kodları üzerinde dinin çok önemli bir tesiri var. Bu kodlar – kişilerfarkında dahi olmadan – nesilden nesile aktarılıyor. Değişmeleri elbette mümkün, ancak çok zor.Zira insanlar çoğu zaman içlerinden öyle geldiğini düşünerek belli şekillerde davranış gösterselerde, düşünce ve davranışlarını nelerin şekillendirdiğini ve nelerin harekete geçirdiğini bilmezler.(Bu, ayrıca ele alınması gereken, çok zor, uzun ve bir o kadar da önemli bir konu.)Türkiye’de de insanlar dinin kişisel bir konu olduğuna, laik bir devlet tarafından yönetildikleriiçin de uluslararası ilişkilerde dinin bahis mevzuu olmayacağına inandırıldılar yıllar boyunca.Bunun doğru olmadığını yeni yeni fark ediyorlar, ancak medeniyet ve kimlik kavramlarına çokyabancı oldukları için bu durum kaba bir milliyetçiliği (ya da yeni tabirle ulusalcılığı) sonuç veriyor.

Huntington’ın alıntıladığı İsveçli kişinin sözlerinden Türkiye’nin öğrenmesi gereken çok şey var.Zira Türkiye, henüz farkında olmasa bile bir İslam ülkesidir. Medeniyeti de, köklü bir İslammedeniyetidir. Kişinin dindar ya da ateist olmasının bu konuyla ilgisi zorunlu değil. HattaTürkiyeli bir ateist, İslam medeniyetini dindar bir müslüman vatandaşına göre çok daha derin birşekilde özümsemiş olabilir. Bu onu müslüman yapmaz belki, ancak ait olduğu medeniyetin İslam medeniyeti olduğuna şüphe yoktur.

Soru 4: Batılılaşma Türkiye’nin kimliğini hiç değiştirmedi mi?
Elbette değiştirdi. Huntington’ın Türkiye’yi ‘kararsız ülke’ olarak nitelendirmesinin nedeni dezaten bu. Ancak bu durum, Türkiye’nin hem Batılı hem de İslami bir medeniyete sahip olduğuanlamına gelmiyor. Huntington’ın defalarca belirttiği gibi, medeniyet ithalinin dünyada bugünekadar başarılı olabildiği tek bir ülke bile yok. Aksine, medeniyet ithali, şizofren toplumlar oluşturuyor. Türkiye bugün itibariyle İslami bir temel üzerine bina edilmiş, üzerinde fazlasıyla eğreti duran bir Batılı görsel kültüre sahip. Batının kimliğini, tarihini, düşünce tarihini ve paradigmalarını içselleştirmiş olması elbette söz konusu değil. Dahası, bu teknik anlamda dahi pek mümkün değil. Medeniyet ithalinin Türkiye’ye hiç benzemeyen (daha da kötüsü, başka bir ülkeye debenzemeyen) Fransa’dan yapılmış olması da ayrı bir cahilliğin sonucu.

Soru 5: Peki bundan sonra ne olacak? Türkiye eski kimliğine geri mi dönecek?
Türkiye, her ne kadar yıllardır üzerine zorla tutturulsa da, bir türlü bünyesiyle tam anlamıylauyum sağlamayan kimi Batılı özellikleri eninde sonunda atacak, bir kısmını ise tutacaktır. Bu,elbette Kemalist dayatmalar sona erer ermez kendiliğinden gerçekleşecek olan doğal bir sonuç.Ancak Türkiye’nin eski kimliğine dönmesi söz konusu olamaz. Çünkü bu da ayrı bir medeniyetithali olur. Çünkü Türkiye Batılı olmadığı (ve olamayacağı) gibi, artık Osmanlı da değil. Ancakşunu da unutmamak gerekir ki, 14., 16. ve 18. yüzyıl Osmanlısı da aynı Osmanlı değildi. Değişimher zaman kaçınılmazdır. Ancak 20. yüzyılda bunun dayatmayla gerçekleşmiş olması acı sonuçlardoğurdu. Çünkü toplum şizofrenleşerek, hem kendini algılama, hem de değişme ve gelişmeyeteneğini kaybetti. Bu nedenle Türkiye’nin yapması gereken şey eskiye kimliğine geri dönmekdeğil, aslıyla yüzleşmek.Bunun gerçekleşebilmesi için de, özellikle yakın tarihini özgürce değerlendirebilmesi ve belli birtarihten itibaren yeni nesillerin nasıl endoktrine edildiğini öğrenmesi şart. Bu da düşünceözgürlüğünün ve şeffaflığın tam anlamıyla güvence altına alınmasıyla mümkün – ki Cumhuriyettarihi boyunca bu dümeni döndürenlerin mevcut şartlarda böyle bir şeye razı olacaklarıdüşünülemez. Ancak er ya da geç yapılması gereken, Cumhuriyet'in toplumsal dönüşümprojesinin gerçekte ne anlama geldiğinin ve bu projenin başarılı kılınabilmesi için halka neleryapıldığı konusunda gizliliğe bir son verilmesi. Halkın kendi yönünü kendisinin tayin edebilmesiiçin öncelikle bu konudaki gerçeklerin açıklığa kavuşturulması gerekiyor.

Soru 6: Kimileri Franko-Germen anlayış yerine Anglosakson modelinin esas alınması durumunda Türkiye’nin pek çok sorununun çözüleceğini söylüyor?Medeniyet dayatması ‘yanlış bir ülkenin medeniyeti dayatıldığı için’ Türkiye’yi şizofrenleştirmedi. Sadece ve sadece ‘medeniyet dayatıldığı için’ Türkiye’yi şizofrenleştirdi. Birmedeniyetin bir diğerine göre Türkiye’nin yapısına daha uygun olduğu elbette iddia edilebilir.Ancak bu, o medeniyetin Türk halkına dayatılmasını mazur göstermez. Çünkü eğer bir değişimyaşanacaksa, aslolan, o değişimin halk tarafından benimsenerek gerçekleştirilmesidir.Anglosakson geleneğin çoksesliliğe, çokkültürlülüğe çok daha açık olan yapısının Osmanlı siyasalgeleneğiyle daha uyumlu olduğu elbette söylenebilir. Ancak buradan hareketle medeniyetithalinin Fransa yerine İngiltere’den yapılmış olması durumunda Türkiye’nin şizofrenleşmemişolacağını varsaymamız gerekmiyor. Muhtemelen ülkenin süreklendiği psikoz bu denli vahimboyutta olmazdı. Ancak yine de ‘kararsız ülke’ konumunda olmamız kaçınılmaz olurdu.

Soru 7: Peki Türkiye kendi isteğiyle, Türk halkının benimsemesiyle Anglosakson modele geçemez mi?
Geçebilir. Bu şekilde geçmesi durumunda da bu zaten medeniyet dayatması olmaz. Ancak böylebir aşama sorunları azaltsa da tamamen çözemeyecektir. Çünkü Türkiye’nin bu noktada yapmasıgereken 'Fransız modeli olmadı, bir de Anglosakson modeli deneyelim' demek olmamalı.Türkiye, öncelikle kendi etik kodlarını (Cumhuriyet sonrası da dahil olmak üzere) keşfetmeyeçalışmalı ve bu bilinci kazandıktan sonra, değişim konusunda 'kendisi olarak' adım atmalı.

Soru 8: Türkiye'de Anglosakson modelini savunanlar kendi kimliklerini bilmiyorlar mı?
Maalesef bilmiyorlar.Türkiye'deki Anglofiller, ya liberal düşünceden, ya da İslami kaygılardan hareket ederek bumodele geçilmesini savunuyorlar.Liberal düşünceden hareket edenlerin önemli bir kısmı, devletin küçültülmesinin bütünproblemleri çözeceğine ikna olmuş durumda. Bu amacın başarıya ulaştırılması onlar için ilkdeğil, son gaye. 'Bu işi bir halledelim, ondan sonra her birey özgür bir ortamda istediği yönegitsin' anlayışı hakim daha çok. Bu yaklaşım, sosyal alanın kimi noktalarının ister istemez uzlaşıgerektireceği gerçeğini göz ardı ediyor olsa da, en azından herhangi bir dayatmada bulunmakaygısına sahip değil. Ancak kişinin 'ne istediği' konusu, 'kim olduğu' ile çok yakından ilgilidir.Liberaller ise işin bu yönünü ihmal ederek, sadece hantal ve otoriteryen devleti zaptetmekonusuna odaklanıyorlar. Bu da onları felsefi anlamda kısırlaştırırarak birer 'aktivist' halinegetiriyor.

İslami kaygılardan hareket edenlerin durumu biraz daha farklı. Çünkü dini kaygılara sahipolmaları nedeniyle kimlik konusuyla yakından ilgililer. Diğer yandan, Huntington'ın örneğindekikategorizasyon çerçevesinde değerlendirilecek olurlarsa, (diğer konulardaki temel farklılıklarınarağmen) tıpkı Kemalistler gibi hem modernleşmeyi hem de Batılılaşmayı kabul ediyorlar. Ancakgenel yaklaşımlarında Türkiye'nin kendisine dönüp, medeniyetini 'kendi elleriyle' 'kaldığı yerden'inşa etmeye devam etmesi yerine, Anglosakson modeline geçmesini öneriyorlar.Bu kesimin sunduğu argümanlara bakıldığında göze çarpan bir diğer şey de, önerdikleri modelikimliklerine değil, kimliklerini, önerdikleri modele uydurma gayreti. Bu yaklaşım medeniyetdayatması olarak tanımlanamaz elbette, ama bunun bir medeniyet inşası olmadığı da kesin. Bubir tür medeniyet adaptasyonu.Bu tür öykünmeci yaklaşımların, yapıları gereği, herhangi bir orijinallik içermeleri elbette pekmümkün değil. Yakın geçmişte yayınlanan bir manifesto bunun bir örneği olabilir.'Demokrasiyi kabul ediyor ve destekliyoruz', 'Teokratik düzeni kabul etmiyoruz', 'Laik devletin velaik hukukun meşruiyetini kabul ediyoruz', 'Kadınların erkeklerle aynı çiğnememez haklara sahipolduklarına inanıyoruz' gibi ifadelerle yüklü olan manifestonun üslubunda, bir duruş ortayakoymaktan çok, bir yaranma kaygısı olduğu hissi seziliyor. Manifesto'nun tamamı okunduktansonra, 'Eğer bugün Batıda şimdi olduğundan biraz daha farklı bir görüş hakim olsaydı, o zamanda duruşlarını herhalde o görüşün (İslamiyet'e karşı) temel kaygılarına göre ayarlayacaklardı'dememek pek mümkün değil gibi. İnsanların, inançlarını yukarıda tırnak içerisinde belirtilenifadelerle uzlaştırmaları elbette mümkün. Ancak bu bir inanç değil, kimlik ve medeniyet sorunu.

Soru 9: Küreselleşme etkileşimi artırdığına göre farklı medeniyetlerin birbirleriyle etkileşime girmeleridoğal değil mi?
Elbette doğal. Ancak iki medeniyetin etkileşiminden söz etmek için, öncelikle karşımızda kendikimlik ve değerlerinin bilincinde olan iki farklı medeniyet olması gerekir. Burada ise, 'Benkimim?' sorusunu kendine sormamış olan, bu nedenle de kendi düşünce tarihini bilmeyen,bilmediği için de kendi 'prensipler bildirgesi'ni başka bir medeniyet tarafından ortaya atılmışkavramlarla sunmaktan başka çaresi kalmayan temsilcilerle karşıyayız. Cumhuriyet döneminde düşünce özgürlüğü başta olmak üzere pek çok konudaki otoriteryenuygulamalara (haklı olarak) karşı çıkan Türk Anglosakson yaklaşımı, bu noktada Kemalistlerleaynı düzlemde buluşmuş oluyor.

Soru 10: Samuel Huntington'ın ekonomi alanındaki tespit ve öngörüleri nasıl?
Huntington, Çin'in 21. yüzyılın başlarında dünyanın en büyük ekonomisi olacağını, 2020 yılındadünyanın en büyük beş ekonomisinden dördünün, en büyük on ekonomisinden de yedisininAsya'da olacağını söylüyor.

Soru 11: Huntington Batının kendisi dışındaki ülkelere çifte standart uygulandığını düşünüyor mu?
Aslında bu bir sır değil. Herkes gibi Huntington da bunun farkında. Kitabında 'Batılı olmayanülkelerin' de bu durumun bilincinde olduklarını belirten ve Batının söyledikleriyle yaptıklarınınarasındaki tutarsızlıkları 'iki yüzlülük' olarak nitelendiren Huntington, Batılı olmayan ülkelerinBatıyı samimi bulmamasının nedeni olan çifte standart örneklerini (bir yönüyle) tekrarlıyor. Bu noktada, demokrasiyi sadece İslami fundamentalistleri iktidara getirmezse destekleyen, Irakve İran için silahsızlanma çağrısında bulunulan, ama İsrail konusunda sessiz kalan, serbestticaretin ekonomik kalkınma için gerekli olduğu söyleyen, ama kendi tarım sektöründekikorumacı politikaları görmezden gelen, Çin söz konusu olduğunda insan haklarının öneminivurgulayan, ancak aynı şeyi petrol satın aldığı Suudi Arabistan için düşünmeyen, petrolü olanKuveyt'e yapılan saldırıya derhal karşı çıkan, ama petrolü olmayan Bosna konusunda aceleetmeyen bir Batıdan söz ediyor Huntington. Avrupalıların kendi kıtalarında Bosna ya da Türkiyegibi müslüman ülkelerin bulunmasından pek mutlu olmadıklarını da belirtiyor. Ancak, hepsinden önemlisi, Batının, gücünü, fikirlerinin, değerlerinin ya da dinin üstünlüğündendeğil, organize şiddeti diğerlerinden daha üstün bir şekilde uygulayabilmiş olmasındankaynaklandığını söylüyor. Batılıların aksine, Batılı olmayanların bunu asla unutmadıklarınıeklemeyi de ihmal etmiyor. Bu noktada Huntington'ın, başka medeniyetlerin mensuplarınınzaten çok azının Batının dinine geçmiş olduğu belirtmiş olması da önemli.

Soru 12: Bu durumda Batılı olmayan toplumlar medeniyetler bazında yeniden şekillenen bir dünyada bütün bunlar nedeniyle Batıdan daha da fazla uzaklaşmayacaklar mı?
Öyle olacak gibi görünüyor. Zaten Huntington da, Batılı olmayan medeniyetlerin giderekgüçlenmeleri sonucunda dünyanın giderek daha fazla modern (endüstriyel) ve daha az Batılıolmakta olduğunu açıkça belirtiyor.Huntington'ın, Batılı olmayan toplumların artık 'Batının yaptığı bir tarihin nesneleri' olmayıreddetmeleri ve her medeniyetin kendisini dünyanın merkezinde görerek, insanlık tarihini kenditarihini merkeze alarak yazmaya başlamış olması konusuna dikkat çekiyor olması da gözden kaçırılmamalı.

Soru 13: Bu trend İslam ülkelerinin de İslam'a yaklaşmaya devam edecekleri anlamına mı geliyor?
Evet. Huntington, İran haricinde tüm müslüman ülkelerin, sosyal, kültürel ve politik anlamda,1995 yılı itibariyle 1980 yılında olduklarından çok daha İslami ve İslamcı olduğunu söylüyor. Butrendin Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında siyasal anlamda da desteklendiğini belirtenHuntington, Soğuk Savaş dönemi boyunca (birbiriyle her zaman çakışmayan periyotlarda da

Cezayir, Türkiye, Ürdün, Mısır ve İsrail hükümetlerinin gerek komünist, gerekse milliyetçihareketlerle mücadele edebilme adına İslamcıları destekleme yoluna gittiğini de söylüyor.1970 ve 1980'lerde müslüman ülkelerdeki liderlerin, gerek rejimlerini gerekse kendilerini İslamibir kimlikle tanımlamaktan çekinmemeleri de Huntington'ın bu başlık altında değindiğikonulardan bir diğeri. Huntington bu tür liderlere örnek olarak, Kral Hüseyin (Ürdün), Ben Ali(Tunus), Kral Hasan (Fas) ve Bruno sultanını veriyor. 1970 yılında Bangladeş'in laiklik ilkesinianayasasından çıkarması da rejim bazında İslamileşmeye verdiği örneklerden.Aynı trendin 1990'lı yıllardaki örnekleri için ise Suharto (Endonezya) ve Turgut Özal (Türkiye)örnekleri veriliyor. Bu noktada, Huntington'ın 1990'lı yılların başlarında Türkiye'nin laik veKemalist kimliğinin ilk kez ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya kaldığı yönünde biraçıklaması olduğunu da belirtmek gerek.Ancak, 'İslamileşme' konusundaki kuşatıcı yaklaşımını hatırlayarak, Huntington'ın konuyu bunoktada da sadece politik alana indirgemeyeceğini tahmin etmek gerekli. Zira Huntingtondünyanın pek çok yerindeki 'politik olmayan' İslamileşme eğilimlerinden de örnekler veriyor.1990'lı yılların başında İslami kuruluşların Mısır'da çok geniş bir şekilde örgütlenerek, sağlık,yardımlaşma, eğitim ve diğer konularda Mısır'ın fakir halkına yardımcı olmaya başlamaları buörneklerden biri. 1992 yılında Kahire'de yaşanan depremin ardından İslami kuruluşların sadecebirkaç saat içinde (yani devlet birimlerinden çok önce) caddelerde insanlara yiyecek vebattaniye vermeye başlayabilmiş olmaları da yine bu ciddi örgütlenmenin bir sonucu.Sadece 4 milyon nüfusu olan Ürdün'de Müslüman Kardeşler örgütünün büyük bir hastane, 20klinik, 40 okul ve 120 Kur'an kursu açmış olmaları, konu hakkında bir diğer örnek.Batı Şeria ve Gazze'de İslami kuruluşların çok sayıda öğrenci kulübü, dini ve sosyal vakıflar,anaokulundan üniversiteye eğitim kuruluşları, klinikler, yetimhaneler ve huzurevleri açmışolmaları da Huntington'ın verdiği örnekler arasında.Endonezya'da 6 milyon mensubu bulunan Muhammediye cemaatinin çok geniş bir okul, klinikve hastane ağı inşa ederek (Huntington'ın ifadesiyle) 'laik devlet içinde bir sosyal devlet' kurarakülke nüfusunun tamamına beşikten mezara hizmet götürüyor olması da bir diğer örnek.Huntington kitabında belirtmemiş olsa da, Türkiye'de de İslami cemaatler tarafından da(özellikle 1990'lı yıllarda) çok sayıda aşevi, hastane, okul ve sosyal yardımlaşma vakfı açıldı.İslam'ın ilk asrından beri bu tür faaliyetlerin gerçekleştirilmiş olması sonucunda sosyalyardımlaşmanın İslamiyet içerisinde güçlü bir gelenek haline gelmiş olduğu malum. Farklı İslamülkelerinde müslümanların birbirlerinden habersiz olarak da olsa, (hastane, klinik, okul, aşevigibi) hep birbirine benzer girişimler ortaya koymuş olmaları da, zaten bu güçlü geleneğin birsonucu. Ancak Türkiye'de İslami Diriliş'in siyasal boyutu gibi, sosyal boyutu da, değil dünyanınmevcut trendleri, İslami geleneğin kendisi dahi göz ardı edilerek, sadece kronikleşen rejimtehditi paranoyası doğrultusunda algılandı.

Soru 14: Batının gücü ne düzeyde?
Huntington, Batı devletlerinin dünyayı yönetme adına sahip oldukları araçlardan da söz ediyor.Aşağıdaki liste, günümüzde dünyaya sahip olmak için nelere hükmetmenin gerektiği konusundabir fikir verebilir.Huntington, Batının,• uluslararası bankacılık sistemine sahip olduğunu ve bu sistemi idare ettiğini, • bütün para birimlerini kontrol ettiğini, • dünyada üretilen malların en büyük müşterisi olduğunu, • nihai ürünlerin çoğunluğunu ürettiğini, • uluslararası sermaye piyasalarına hükmettiğini, • ciddi boyutta askeri müdahalede bulunabilme gücüne sahip olduğunu, • uzaya erişim konusunda hakimiyeti elinde bulundurduğunu, • uluslararası iletişime hakim olduğunu ve • yüksek teknolojili savunma endüstrisine sahip olduğunu ifade ediyor.

Soru 15: Bütün bunlar Batıyı yenilmez bir güç mü yapıyor?
Bence böyle bir şey söz konusu bile olamaz. Bütün bunlar dünyanın temel fonksiyonları da olsa,sözü edilen alanların herbiri el değiştirebilir ya da daha da önemlisi, alternatifler ortaya konmaksuretiyle mutlaktan rölatif olmaya indirgenebilir.Soru 16: Peki Batının gerçek gücü yukarıdakilerle mi sınırlı?Herkesin başını döndüren bu liste, Batının gücünün sebebi değil, sonucudur. Batının gerçekgücü, düşmanlarını dahi tesiri altına alabilmiş olmasında gizli olabilir.Batılı olmayan ülkeler, Huntington'ın Batı ile ilgili şu sözünün yukarıda listelenilenlerintoplamından dahi daha önemli olduğunu anlayabilirlerse, bir alternatif ortaya koyabilirler:'Liberalizm, sosyalizm, anarşizm, korporatizm, Marksizm, komünizm, sosyal demokrasi,muhafazakarlık, milliyetçilik, faşizm ve Hıristiyan demokrasisi de dahil olmak üzere, 20. yüzyılındevasa ideolojilerinin tamamının tek bir ortak noktası vardır: Batı medeniyetinin ürünleriolmak.'10.

SONUÇSamuel Huntington'ın fikirlerini daha çok Türkiye ekseninde ele alan 9 yazı sonucunda ortayaçıkan tablonun, Türkiye'de hakim olan 'Dünya Savaşı tellalı Huntington' resmiyle taban tabana zıt olduğu rahatlıkla söylenebilir.Huntington'ın fikirleri ülkemizde (maalesef) gerçekte olduğundan epey farklı bir şekildealgılanıyor. Huntington'ın çalışmalarını okuma zahmetine girmek yerine, kendisinin şahsını'planlanan küresel çatışmaların fikir babası' ilan eden güruha katılmak elbette çok daha kolay.Hal böyle olunca, Huntington'dan bahsetmek de, üçüncü sınıf gazetelerdeki (kendini komploteorisyeni zanneden) köşe yazarlarına kalıyor.'Medeniyetler çatışması' ifadesinin insanları ürküttüğü elbette gerçek. Ancak bunun nedenini,Huntington'ın kuramının niteliğinden ziyade, oluşturulan sahte Huntington alıgısında armakdaha doğru olur. Türkiye'de ciddi ciddi tartışılan sahte Huntington kuramını izah etmek için yazı yazmak gerekmiyor. Bu konsepti, 'farklı din ve kültürlerin birbirini yemekte olduğu veşiddetin daha çok ABD tarafından körüklendiği' bir 21. yüzyıl tablosu' olarak özetlemekmümkün.Bu türden çıkarsamalar yapanların Huntington'dan yaptıkları herhangi bir alıntıyla argümanlarınıdesteklediklerine şahit olmak epey zor. Zaten böyle bir alıntı teknik olarak da mümkün değil,zira Huntington kitabının hiçbir yerinde medeniyetlerin savaşına şahit olacağımızı söylemiyor.Huntington'ın tezinin temel noktası, sadece ve sadece, Soğuk Savaş'tan sonra günümüzpolitikalarının şekillenmesinde belirleyici olan unsurun politik ideoloji değil, kimlik olacağı. YaniHuntington bir savaştan söz etmiyor. Dünya tarihi boyunca zaten varolmuş olankamplaşmaların, bundan böyle politik ideoloji değil, kimlikler doğrultusunda gerçekleşeceğinibelirtiyor o kadar.Bu noktada sorulacak soru, 'kimlik algısının en üst çatısını oluşturan medeniyetlerin birbirleriylene derece uyumlu ya da uyumsuz oldukları' oluyor elbette. Ancak Huntington bu noktada dahibir savaştan söz etmiyor. Hatta tersi yönde ifadeleri de yok değil. Zira kitabında, 'Belli başlıdünya medeniyetlerin merkez ülkeleri arasında bir savaş çıkması imkansız olmasa bile, fazlasıylaihtimal dışı' dahi diyor Huntington! Yani Türkiye'deki sözde analistler Huntington'ı 'kendisöyledikleriyle' değil, 'onun ağzına koydukları cümlelerle' yargılıyorlar.

Medeniyetlerin İttifakıBugün itibariyle 'medeniyetlerin ittifakı' adına çalışmaların yapılıyor, anlaşmaların imzalanıyorolması, Samuel Huntington'ın tezini sonuna kadar destekliyor olsa da, Türkiye'deki hakim algı,bu gelişmelerin Huntington'ın 'çatışma' tezine karşı, 'ittifak' antitezinin güçlendiği anlamınageldiği şeklinde! Her ne kadar Huntington, 'medeniyetler savaşacak' değil, 'gruplaşmalar medeniyetler bazındaolacak' demiş de olsa, Türkiye'nin algı sorunlu yazarları için bu durum herhangi bir anlamifade etmiyor. Zira söz konusu yazarların hemen hepsi, ya Huntington'ı hiç okumamışlar, yada 'belirleyicilik', 'çatışma' ve 'savaş' gibi kavramların arasındaki farklı algılamaktan acizler. Bunedenle de, medeniyetlerin çatışmasının da, savaşmasının da, ittifakının da, 'medeniyetlerinbelirleyiciliğini' teyit eden farklı gelişmeler olduğunu fark edemiyorlar.

Ziyaret -> Toplam : 125,29 M - Bugn : 49934

ulkucudunya@ulkucudunya.com