Arif Nihat Asya Ve Bayrak Sevgisi / Ahmet Özdemir
01 Ocak 1970
7 Şubat 1904’de Çatalca'nın İnceğiz Köyü'nde dünyaya gelen Arif Nihat Asya, ünlü “Bayrak” şiirini Adana’nın kurtuluş günü olan bir “5 Ocak”ın heyecanı ile yazmıştı. Kim bilirdi ki, 5 Ocak 1975 günü hayata gözlerini yumacak? Arif Nihat Asya, “Bayrak”la özdeşleşmişti. O bir bayrak şairiydi. Sevdiğim bir bilmece vardır: “Gökten ay ve yıldızı kopardılar, kanımızın içine koydular.” Cevabının “bayrak” olduğunu biliyorsunuz.
Bayrağın ilk defa hangi devlet tarafından kullanıldığını bilmiyorum. Ancak tarihin çok eski dönemlerinden beri var olduğu kuşkusuz.
Divanü Lügat-it Türk’te “batrak” olarak yazılı olan bu kelime, savaşta kullanılan ve ucuna ipek parçası takılan mızrak olarak tanımlanmakta. Aynı eserde yer alan bir şiirde “Ağdı kızıl bayrak / Toğdı kara toprak/ Yetsü gelip uğrak / Tokşup anın giçtimiz” kıtasında bayrak şeklinde kullanılarak, Oğuzların arasında böyle söylendiği belirtilmekte.
Gıyasettin Mesut tarafından Osman Gazi’ye egemenlik simgesi olarak gönderilen armağanlar arasında, bir de beyaz bayrak vardı. İlk Türk akınlarında ordunun başında bu bayrak dalgalanmıştı. Bu tarihten önce Osman Gazi, savaş bayrağı olarak kırmızı rengi seçmişti.
Bayrak, birliğimizin vatan sevgimizin bir sembolü. Gelenek ve göreneklerimizde yaşıyor. Türk Bayrağı olmadan, Türk Bayrağı dikilmeden düğün bile başlamaz.
Arif Nihat Asya şöyle yazıyor:
“Bir firavun olsam ben de ehram yaptırırdım. Fakat altında yatmak için değil; üstünde tahtımı kurmak, bayrağımı çekmek için.” (Kanatlar ve Gagalar)
Hangi bayrağı? Arif Nihat Asya’nın dizelerindeyiz:
“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü…
Kızkardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder
Gölgende bana da, bana da yer ver!
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar;
Yurda ay- yıldızının ışığı yeter.
Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığınla ısındık;
Dağlardan çöllere düştüğü gün
Gölgene sığındık.
Ey şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim…
Senin altında doğdum,
Senin altında öleceğim.
Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;
Yer yüzünde yer beğen:
Nereye dikilmek istersen,
Söyle seni oraya dikeyim!”
5 Ocak 1975’de Ankara’da kaybettiğimiz Bayrak şairi Arif Nihat Asya, millî edebiyatın, cumhuriyetten sonra yetişen en güçlü temsilcilerinden birisi. Üstün karakteri, mertliği ve aşk derecesindeki vatan sevgisinden, millî ve manevî değerlere bağlılığından kuşku yok. Arif Nihat Asya’nın şiirinde bütünüyle memleketimizi, duygularımızı, hüznümüzü, coşkumuzu ve inanışlarımızı buluruz. Üzerinde vücut bulduğumuz bu toprağın, gelenek ve göreneklerimizin sesi, nefesi vardır:
Şehitler tepesi boş değil,
Biri var bekliyor…
Ve bir göğüs nefes almak için
Rüzgar bekliyor.
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye,
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli
Kim demiş “Meçhul Asker” diye?
Destanını yapmış, kasideye kanmış
Bir el, iki ahretten uzanmış.
Edeple gelip birer birer
Öpsün diye faniler.
Öpelim temizse dudaklarımız
Fakat basmasın toprağına
Temiz değilse ayaklarımız.
Rüzgarını kesmesin gövdeler…
Sesinden yüksek çıkmasın
Nutuklar, kasideler!
Geri gitsin alkışlar geri…
Geri gitsin ellerin
Yapma çiçekleri!
Ona oğullarından analarından,
Dilekler yeter…
Yazın sarı, kışın beyaz
Çiçekler yeter…
Söyledi söyleyenler demin,
Gel süngülü yiğit, alkışlasınlar,
Şimdi sen söyle, söz senin!
Şehitler tepesi boş değil,
Toprağını kahramanlar bekliyor.
Ve bir bayrak dalgalanmak için
Rüzgar bekliyor.
Destanı öksüz, sukûtu derin,
“Meçhul Asker”in…
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;
Yattığı toprak belli…
Kim demiş “Meçhul Asker” diye…
Arif Nihat Asya, milli tarih şuuru içinde yurt ve vatan sevgisiyle dile getirdiği hamasi şiirlerine, güçlü bir duyarlılıkla musikiyi ve ahengi soktu. Şiirlerinde hece, aruz ve serbest vezinleri kullandı. Fikrin ağır bastığı şiirlerinde milliyetçilik konusu büyük bir yer tuttu. Güzel ve zarif benzetmelerin yanı sıra, keskin zekâsının, şakacı kişiliğinin ürünü olan nükteleri, taşlamaları, kelime oyunları anlatımını tamamlayan unsurlardı. Bayrak ve vatanın en usta anlatıcılarından biri olmuştu.
Onun destanlarında, o günleri yaşıyormuş gibi heyecanlanıyor, kendimizi, içimizden kopup gelen bir mehterin ya da marşın kanatlarında buluyoruz.
“….. Kopardılar ayı gökten, / Bir ipek dala astılar / Yurt dediler, gölgesine / Ayaklarını bastılar … … Benim dedemle yan yana / Yazılı kalacak adım… / Yıldızların söneceği / Güne yıldızlar sakladım.”
Arif Nihat Asya, “Yabanlar kıskanır diye, destan da yazmayalım mı” diye soruyor. 1990 yılında TRT Radyo 2 için Folklor Penceresi dizisinin metinlerini yazıyordum. Bir bölümün konusu Kitap Sevgisiydi. Kitap sevgisini anlatırken, Arif Nihat Asya’nın “Kitap” başlıklı bir yazısından alıntı yapmıştım. Şöyleydi:
“…. Gösterişsiz kabına bürünmüş uyuyorsun şimdi. Uyu ey kitap uyu… Günü gelecek uyanacaksın. Bir gülün, bir şark lalesinin açılışıyla açılacaksın. Rengin olacak, kokun olacak; altın kanatlı arıların, altın kanatlı kelebeklerin olacak!
Bayrak tanıyacak seni. Toprak tanıyacak seni… Gözler, yıldızlar, dudaklar tanıyacak; okuyacak seni. Yapraklarını kanat yapıp uçabilenler neslinin geleceğine ben inandım… Sen de inan ey kutlu kitap….”
Bu şekilde bir şiir güzelliğindeki sözler sürüyordu. Arif Nihat Asya adını okuyan TRT denetçisinin sanıyorum tüyleri diken diken olmuştu ve makaslayıp atmıştı. Üzülmüştüm.
Düşüncelerinden dolayı sürgünler yaşadı. Bayrak şairimiz öldükten sonra da düşünceleri belli kafalarca makaslanıyor. Çok şeyi hoş görmüştür ama bayrağa karşı saygısızlığı asla. 1964 Eylül ayında yayınlanan bir yazısından birkaç paragraf aktararak yazımı bitirmek istiyorum:
“Mahalli bayram için onlar da bayrak çekmişler… Ayyıldız’ı bizimkini andırmakla beraber, zemini kahverengine yakın, siyaha kaçan ve içler karartan bir renk.
Bu her halde benim şiirini yazıp Mesir günlerinde iki yerde okuduğumdan ayrı bir bayrak…
Bizimki için “Rengini kanımızdan aldı” deriz. Onlarınkinin rengini, onların kanından almış olacak…
Bizimki, kusursuz olur… Onlarınkinde bir köşe, iki yerinden yırtık. Kendilerinin hayal perdesi gibi…
Böyle bir bayrağı, Manisa’da Mesir şenlikleri münasebetiyle kaldığımız otelin yakınlarında kendilerine parti diyen bir teşekkülün balkonunda gördük.
Bedbahtlar, onu oraya, Türk bayrağı yerine Türk Bayrağının karikatürü olarak çekmişlerdi. Yenisini alacak paralarının olmadığından değil…
Arkadaşım Cemal Oğuz Öcal, onlara bayrak direği ile ders vermek gerektiğini söyledi. Ben bayrağın ipiyle ders vermeyi düşündüm. …”