‘Türk halkı’nın siyasetçilere çağrısı
Sami Selçuk 01 Ocak 1970
Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk “Ülkeye hukuk yeniden gelmeli. Çünkü demokraside hiç kimse çoğunluk istencini ortaya koyan gücün üstünde değil; o gücün buyruğu altındadır” diyor.
Hukuk, asla ahlaka aykırı olamaz. Bu nedenle her hukukçu, aynı zamanda bir ahlakçıdır, eğip bükmeden “HUKUK DER” (juris-dictio) ki diyen biridir.
İşte bu ahlak ve hukuk birleşiminin gereğince her hukukçu, “2017 oylaması hukuk dünyasında doğmamıştır” demek zorundadır.
Çünkü YSK yargıçları, yasama erkinin (TBMM) ve Anayasa Mahkemesinin yerine geçerek ve de bu organların yetkilerini yağmalayarak, gasp ederek (yetki / salahiyet gaspı, usurpation de pouvoir, usurpazione di potere) “mühürsüz oy yasağı” maddesini yürürlükten kaldırmışlardır.
İşte bu yüzden 2017 oylaması, ne yazık ki, hukukun dediğine göre, asla “hukuk dünyasında doğmamış”tır; dolayısıyla tıpkı kaymakamın tutuklama, valinin boşanma kararı vermeleri gibi, hiç kimseyi bağlamamaktadır. Zira bu türden kararları, ne adli polis dinler, ne de nüfus memuru. Dinlerlerse, elbette sorumlu olurlar.
Çünkü yetki yağmasıyla yapılan her işlem, hukukta en ağır yaptırımla sakattır; hukuk dünyasında asla doğmaz, doğamaz. Doğmadıkları için de, bütün dünyada bu sakat işlemlerin yaptırımları, “YOKLUK”tur (keenlemyekün, non-existent, inexistense, inesistente); yok sayıldıkları için de bu türden işlemler (kararlar, dolayısıyla oylama işlemleri), hiç kimseyi ve hiçbir kurumu bağlamaz (Selçuk, Sami, Hukuk Dünyasında Doğmayan Halk Oylaması, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2018).
Radbruch’un herkesçe benimsenmiş “AHLAKA aykırı hukuk, hukuk değildir” ve Ferrari’nin “HUKUKSALLIK,” yaygın deyişle “MEŞRULUK,” sitenin / devletin / toplumun görünmeyen BARIŞ MELEĞİDİR” formüllerine göre, hiç kuşkusuz YSK yargıçlarının kararlarıyla tescil edilen 2017 oylamasını ürünü olan günümüz Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın bu oylamayla değiştirilen ve yoklukla sakatlanmış maddeleri, “MÜSECCEL GAYRI MEŞRULUK”la sakattır.
İşte bütün bu nedenlerle ahlaka dayanan hukuka saygılı ve ahlaklı her hukukçu, bu sakatlığı, yüksek sesle haykırmak zorundadır.
Elbette birilerine yaranmak isteyen bilinçli ikiyüzlüler, düşünür Sakallı Celâl’in deyişiyle “ancak yükseköğretimin ürünü bilgisiz”ler, bu konuda seslerini çıkaramazlar.
31 MART 2024 TARİHİNDE YAPILAN YEREL SEÇİMLERE GELİNCE, hemen baştan belirtmek gerekir ki, demokratik hiçbir ülkede yerel seçimlerde adayların dışındaki kişiler, özellikle cumhurbaşkanı, başbakan, parti başkanları vb. gibi bütün ülkeyi yönetenler ya da yönetme iddiasında bulunanlar, eylemli olarak propagandalara katılmazlar, seçim alanlarına inmezler.
Neden?
Çünkü alanlara inerler ve azınlıkta kalırlarsa, seçim genel seçime ve oylama da güven olmasına; seçim de güven oylamasına dönüşürse; seçimin sonucuna katlanmak ve azınlıkta kalırlarsa halkın istencine (irade) boyun eğerek çekilmek zorunda kalırlar.
Ülkemizde, ne yazık ki, böyle bir demokratik bilinç, hiç gelişmemiştir.
Nitekim bu bilinç eksikliği yüzünden 2017 oylamasına göre seçilen devletin başkanı, yerel seçimlerde devletin uçaklarıyla gittiği bütün illerin ve pek çok ilçenin alanlarında, yerel sorunları değil, ülkenin temel sorunlarını gündeme getirerek söylevler çekmiş, yerel seçimlerde partisinin adaylarına oy istemiştir. Bununla da yetinmemiş, adalet, iç ve dış işleri dâhil, on yedi bakanını da seçim alanlarına yollamış; dahası, “İstanbul seçimlerini kaybeden, Türkiye’de seçimleri kaybetmiş sayılır” diyerek taahhütlerde bulunmuş; kısaca kendi davranışlarıyla ve bağlayıcı sözleriyle bu seçiminin bir “GENEL SEÇİM” düzeyinde, dolayısıyla iktidarı için bir “GÜVEN OYALAMASI” olduğunu sağır sultanlara bile duyurmuştur.
Dolayısıyla seçimin, öznel değil, bu çok çarpıcı, asla ÇÜRÜTÜLEMEZ NESNEL SONUCU bir yana bırakılarak basında ve kimi toplantılarda hangi partinin kazançlı çıktığı vb. nesnel değil, kişisel, öznel, dolayısıyla sonuçsuz yargılarda bulunmak anlamsızdır, olasılıkla bilinçli bir şaşırtmanın ürünü; bilim ve mantık dışıdır.
Herkes, özellikle de siyasetçiler, Türk halkının bu iletisini, Adorno ve Horkheimer’in kapalı aklın otoriter olacağına ilişkin görüşlerinin ışığında, açık akıl ile değerlendirmelidir.
Zira 31 Mart 2024 oylamasının öznel değerlendirmeleri bir yana bırakırsak –ki, bu zorunludur- kimsenin karşı çıkamayacağı NESNEL, ÇARPICI SONUCU açıktır ve şudur: İktidar partisi ve destekçisi parti, azınlıkta kalmıştır. 31 Mart 2024 tarihinden bu yana TÜRKİYE, AZINLIK TARAFINDAN VE, ne yazık ki, ANTİDEMOKRATİK OLARAK YÖNETİLMEKTEDİR.
Öyleyse, iktidar da, muhalefet de, gerçeklere dönmeli, seçimin nesnel sonuçlarını çarpıtmamalı, halkı da asla aldatmamalıdır.
Bir bilim insanı ve hukukçu olarak iktidara ve muhalefete sesleniyorum: Bilindiği üzere Tanrı’nın en önemli ve demokratik bilinci destekleyen buyruklarından biri “AHDE VEFA”dır (pacta sunt servanda), sözünde durmadır (Bakara, 177; Mâide, 1; Enfâl, 56; Tevbe, 4, 7; Nahl, 91, 95; Ra’d, 25; İsrâ, 34; Ahzâb, 15; Fetih, 10) ve ahde vefayı çiğnemenin cezası çok ağırdır ( Âl-i İmrân, 134, 159; A’râf, 199;Şûrâ, 37, 40, 43; İsrâ, 34; Mü’minûn, 8; Meâric, 32; Bakara, 24, 258, Nisa8; En’âm, 21, 135; Ar’âf, 199; Tevbe, 109; Hûd, 18, 101; Yusuf, 23; İbrahim, 7, 45; Ahkaf, 10; Zümer, 10).
Bu bağlamda halkın söz konusu iletisi, kendi halkına, cumhuruna “Ananı da al git!” sözleriyle başlayarak “sürtükler!..” vb. diye sövmelere dek uzanan iktidara ve destekçilerine “YETER ARTIK, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.
Bu ileti, “Her akşam yatarken manda yoğurdunun içine (…) Medine hurması doğrarım. Ona çay kaşığı biraz kestane balı, bir de yulaf ezmesi atarım. Karıştırarak yer, yatarım” diyenlere, aç ya da yarı aç yatanların; “itibardan tasarruf edilmez” kandırmacasına başvuranlara, sayısı onları geçen uçaklarıyla saraylarda yaşayanlara “YETER ARTIK, ÇEKİL!” çığlığıdır.
Bu ileti, namazlarını mütevazı camiler yerine, bine yakın koruma ordusuyla, sokakları inleten kornalarla büyük camilerde cuma selamlığına giderek dini araç kılanlara “GÜNAHTIR, AYIPTIR, İNANÇLARI SÖMÜRME, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.
Bu ileti, “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi yadsınamaz” (Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz) şer’i hükmünü (Mecelle, m. 39) bile unutarak, göğsüne vura vura “Ben, ekonomistim. Enflasyonun nedeni faizdir. Nass, faizi yasaklar” diyenlere; banka ve benzeri kurumların, iktisat biliminin bile olmadığı, nüfusu sekiz bini geçmeyen bir kentte on dört yüzyıl önce tapınmadan çok, halkın ezilmesini önleyenlerin tersine, halkı ezdirdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi, dediklerini unutarak yüzde ellilerin üzerinde faizi benimseyenlere, “BİLGİN YETERSİZ, ARTIK, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.
Bu ileti, AİHM, antidemokratik uygulamalar yüzünden “T. C. Devleti”ni ne zaman mahkûm etse, üzülmek, ders almak ve yanlışı düzeltmek şöyle dursun, “Cezayı öder geçeriz;” bir bakıma hız sınırını aştığında ceza yazan polise “Benim param var. Yine sınırı aşacağım” örneği “AYM’nin kararına saygı duymuyorum da, uymayacağım da” kaygısızlığına, istediği kişiyi iki üç günlük Yargıtay üyesi iken AYM’ye üye seçtirenlere, “HUKUKA UYMA BİLİNCİNDEN YOKSUNSUN, YETER ARTIK, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.
Bu ileti, çok utanç verici dönemi kapatarak, hukuk, bağımsız yargılama bilinci, en önemlisi de “çağcıl demokrasi,” yaygın deyişle “gün ışığında demokrasi” (démocratie à ciel ouvert) bilinciyle, “BU BİLİNÇTEN YOKSUN OLAN İKTİDAR SAHİPLERİNE, YETER ARTIK, ÇEKİL! ” diyenlerin çığlığıdır.
Bu ileti, “Hukukta açık metin yorumlanamaz” ilkesine karşın “Yeni sistemin bu ilk seçimidir” diyenlere –ki, ne yazık ki, onlardan biri, bakan olarak adaletin başında; biri de, Yasama organının başında ve hukuk tarihi profesörü olduğu halde Anayasa profesörü geçinen, ama bunu saklayan biridir- “yorumda gözetilecek temel öğe, yürürlükteki yazılı ve değiştirilmemiş yasal metindir” demeyenlere, sistematik yorumu yasal sistematiğe göre yapmayan hile-i şeriyecilerin torunlarına, bu saçmalıklarla var olan yazılı metni çiğneyenlere, bu çiğnemeyi çarpık fetvalarla savunanlara ve de özellikle şerefleri üzerine ant içtiği halde “ANAYASA’YA UYMAYAN İKTİDAR VE SAHİPLERİNE, YETER ARTIK, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.
Bu ileti, her yerde ve Türkiye’de açılan davalar üzerine yasaların anayasaya aykırı olup olmadığını ve / ya bizdeki gibi yargılama sürecinde bir insanın temel hak ve özgürlüklerinin çiğnenip çiğnenmediğini “belirlemek”le görevli Anayasa Mahkemesine ya da yargıçlara talimat vermeye kalkışanlara, ahlaka dayanan “HUKUK İLE DEMOKRATİK KURALLARA UYMA BİLİNCİNDEN YOKSUN İKTİDARA VE SAHİPLERİNE YETER ARTIK, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.
Bu çığlık, yargı(lama) erkinin bağımsızlığı ve hukuk içinde yürütülen yargılamaya göre, yargıcın karar özgürlüğü ile hukuk düzeninin bütünlüğünü ve tutarlılığını birbirine karıştırarak, kavramları ve ilkeleri çarpıtarak sözüm ona hukuksal görüşler üretmeye kalkışanlara, yoksuldan alıp zenginlere verenlere, yandaşlarını ve yakınlarını varsıl, zengin, karşıtlarını yoksul kılarak kayırmacılık (nepotizm) yapanlara, insanlarını yoksullaştıranlara, onu et ve ekmek kuyruklarına mahkûm edenlere, hekimlere “giderlerse gitsinler” diyenlere, hiçbir ülkenin kabul etmediği insanları sınırsızca ülkesine taşıyarak “Türk insan varlığı”nın yapısını bozanlara, çiftçileri ezenlere, Filistinlilere bomba yağdıran İsrail ile ticareti, ikiyüzlü bir politikayla zamanında kesmeyenlere, özetle 21 yılda Cumhuriyetin bütün ilkelerini ve kazanımlarını yok ederek “tek adam sistemi”ni getirenlere, büyük Türk halkının, “ARTIK YETER, YAKAMI BIRAK, ÇEKİL!” ve de, Nikos Kazancakis’in ünlü yapıtının adının benzerini anımsatan “GÜNAH(LAR)A SON VER ÇAĞRISI”nın çığlığıdır.
Cumhurbaşkanı Macron, eşiyle birlikte parkta gezinmek için Elisée sarayından çıktığı bir pazar günü, bir sarı yeleklinin sorusu üzerine sesini yükselterek dinlenmek için dışarı çıktığını söylemesi üzerine o sarı yelekli şöyle demişti: “Siz, benimle konuşurken sesinizi yükseltemezsiniz. Siz o makamda benim uşağımsınız.” İşte 31 Martta yükselen bu çığlık da, sokaktaki istenci (irade) küçümsenen insanımızın “müseccel gayrı meşruluk”un “müseddid ve müseccel gayri meşruluk”a dönüşmesi tehlikesine karşı “ülkenin efendisi” olduğunu kanıtlayan halkın en yüksek sesi, çığlığıdır.
Dolayısıyla demokrasi ahlakının gereği olarak, saptırıcı gerekçelere başvurmaksızın, objektif akılla, mertçe ve dürüstçe iktidar partisi dâhil, bütün partiler, halkın bu istencine (irade) hiçbir özür ileri sürmeksizin uymak, zorundadır.
Bu çığlığı anlamayan, halkın bu iletisini yollara dökülerek haykıramayan bir Ana Muhalefet Partisi ise, elbette asla halkın sözcüsü, dolayısıyla çoğulcu ve çoğunluğun, kısaca demokrasinin partisi olamaz.
İzninizle, bu konuda iktidar, ana muhalefet partisiyle bütün siyasetçilere çağcıl demokrasiyi yakalayan ülkelerden birkaç örnek sunmak isterim.
Birinci örnek şudur: İkinci Dünya Savaşı sona erince, İtalya’da halkoyuyla krallık rejimine son verilmiş ve anayasayı hazırlamak üzere bir Kurucu Meclis (Costituante) oluşturulmuş, Devlet Başkanlığına da geçici olarak Prof. De Nicola getirilmişti. Anayasa’nın benimsenmesi üzerine seçimler yapılmış, De Nicola da görevini seçilen Cumhurbaşkanına bırakmış, kendisi de Anayasa Mahkemesinin (AYM) Başkanlığına getirilmişti.
Bu arada İtalya’da faşist dönemden kalma “zorunlu sürgün” (foglio di via obligatorio) yasası, hâlâ yürürlükteydi. Bu Yasa’ya göre, doğduğu ilden zengin kuzey illerinden birine giden ve orada iş sahibi olamayan bir kimseyi, o ilin valisi sınır dışı edebiliyordu. Amaç, yoksul güneyden varsıl kuzeye göçü, bu göçün yol açtığı suç patlamasını önlemekti.
Sol partilerden biri, bu Yasa’nın özgürlüğü sınırladığını ileri sürerek iptal davası açmış ve Anayasa Mahkemesi (AYM) de, o Yasa’yı iptal etmişti.
Ancak dönemin halkça çok sevilen, AB’nin kurucularından Başbakan Alcide de Gasperi, bu karara uyamayacaklarını, Yasa’nın büyük kentlerde düzenin sağlanması, işsiz güçsüz insanların, başta hırsızlık olmak üzere, bazı suçların önlenmesi bakımından gerekli olduğunu açıklamıştı.
Bunun üzerine AYM Başkanı De Nicola, bir bildiri yayımlayarak ve Başbakan De Gasperi’yi eleştirerek yargılama erkinin bağımsızlığını dile getirdi ve hükümet, AYM’nin kararına uyuncaya dek Başkanı olduğu Mahkemenin hiçbir davaya bakmayacağını, kendisinin de Roma’dan ayrılıp Napoli’ye taşınacağını açıkladı.
Dediğini de yaptı.
Derken, bunalım büyüdü, grevler yaygınlaştı. Bütün kamu hizmetleri durdu.
Sonuçta Başbakan De Gasperi, halkın çığlığını duydu; yargılama erkinin bağımsızlığı ilkesi doğrultusunda geri adım attı, iptal kararına uyulacağını açıkladı ve Anayasa Mahkemesi Başkanı De Nicola ve yargıçlardan özür diledi.
Anayasa Mahkemesi başkan ve üyeleri de, görevlerine döndüler.
İkinci örnek ise şu: İsveç sosyal demokrat partisinin eski genel başkanı Mona Sahlin, 1995’te Ingvar Karlsson hükümetinde başbakan yardımcısıydı. Olof Palme okulundan yetişmiş genç politikacı, geleceğin başbakanı olarak görülüyordu. Bir akşam evine dönerken, özel kartını unuttuğu için, görev yaptığı bakanlığın harcamalarında kullanması gereken resmi kredi kartıyla çikolata ya da çocuk bezi almış, ertesi günü de aldığı parayı hazineye hemen yatırmıştı.
Ancak toplum, bu davranışı sindiremedi, halkın “devlette dürüstlük” çığlığı üzerine Sahlin, siyasetten çekildi, yıllar sonra kızının otelinde temizlik işçisi olarak çalışmaya başladı.
Üçüncü örnek de, bizde yaşanmıştı. TBMM’nin on altıncı yasama döneminde boşalan beş ilde milletvekilliği için 14 Ekim 1979’da yapılan ara seçimlerini, -evet, ara seçimlerini- muhalefetin kazanması üzerine, 1977 seçimlerinden sonra, en büyük partinin başkanı olarak hükümeti kuran Başbakan Ecevit, TBMM’de çoğunluğu olmasına ve yandaşlarının direnmesine karşın, halkın çığlığına ve çoğunluğa dayanan demokratik anlayışa saygı duymuş, hemen görevinden ayrılmış; geleceğin siyasetçilerin önemli bir demokrasi ve ahlak dersi vermiştir.
Unutmayalım, “Dünya,” demişti Napoléon, “kötü insanların şirretinden değil, iyi insanların sessizliğinden acı çekmektedir.”
Hiçbir hukukçu, taşıdığı hukukçu yurttaş ve bilim sorumluluğuyla ülkemizde yaşanan hukuk dışılıklara sessiz kalamaz, kalmamalıdır.
Nitekim özür dileyerek kendimden bir örnek vermek isterim. Dünya görüşüne hiç katılmadığım halde, sanık R. T. Erdoğan hakkında verilen hukuka aykırı hükümlülük kararına “Hukuk der ki” diyerek sesiz kalmamışımdır (Selçuk, Sami, Yargının “Hukuk Sınavı / Türkiye’nin Demokrasi Sınavı,” Ankara, 2002).
Bunu kendisi de çok iyi bilir.
Çünkü HUKUKUN KARŞISINDA KİMLİKLER SUSAR.
Kısaca bu yazıyı sadece hukuka olan saygım yüzünden, “hukuk der ki” diyerek yazdım, yazıyorum.
Şu anda bizlere düşen, yerel seçimin nesnel iletisini, hiç çarpıtmadan dürüstçe, mertçe değerlendirmektir.
Şu anda iktidar da bilenlere danışmalı, bilgisizlerden ve damara göre şerbet verenlerden, özellikle de ikiyüzlülerden uzak durmalı.
Özellikle iktidar sahipleri unutmamalıdırlar ki, ülkemizde kurnazlık ve ikiyüzlülük, kısaca bu ahlaksızlık, çarpık bir mantıkla çoğu kez zekânın kanıtı olarak benimsenmiş; halkın deyişiyle “Tarlasını yağmurun yağdığı yere taşıyanlar,” sürekli övülmüştür. Oysa kurnaz, “ikiyüzlü davranış” (brutalité, brutalità, brutality), Brutus sözcüğüyle akrabadır ve bu türden davranış, Türk Ceza Yasalarına insan öldürme suçunda ağırlaştırıcı nedenlerden biri olup, “canavarca his” olarak girmiştir (Eski TCY, m. 450/3; Yeni TCY, m. 82/1.b, Selçuk, Sami, Karşılaştırmalı Hukuk Açısından Canavarca His Sevkiyle Adam öldürme, Yargıtay Dergisi, 1988; Adalet ve Yaşayan Hukuk, İmge Kitabevi, Ankara, Ankara, 2009, s. 415436); Erman, Sahir / Özek, Çetin, Kişilere Karşı işlenen Suçlar, İstanbul, 1994, s. 39; 1.C.D. 7.2.2023, E. 2022/7748, K. 2023/338; 10.1.2023, E. 2022/7395, K. 2023/47; 21.11.2022, E. 2022/862, K.2022/9097; karşı oyda, 1. CD. 6.12.2007, E. 2006/7654, K. 2007/9171).
ABD başkanlarından Eisenhower’ın çeşitli kesimlerden gelen, ünlü danışmanları vardı. Bu danışmanlar, asla “Sultanın sofrasına oturan güvenilemez bilginler” (İmam-I Azam Ebu Hanîfe) değildi. Görevleri, bir gün önce Başkanın yapmış olduğu işlemleri, sadece eleştirmekti, övmek değil. Başkan, önce onları dinler, gereken dersleri çıkarır, daha sonra da çalışmalarına başlardı.
Türkiye’yi yönetenler de böyle yapmalı.
Ve de bütün siyasetçiler, bu son seçimi nesnel olarak çok iyi değerlenmeli.
Oylamanın nesnel sonucuna göre, Türk halkı, özgür istenciyle iktidar partisini azınlığa düşürerek sarı kart göstermiş, ona açıkça “HAYIR, ARTIK ÇEKİL!” muhalefete de “ÇOĞUNLUKTA OLMANIN SORUMLULUĞUNU YÜKLEN!” demiştir.
Evet. “Meşruluk, barış meleği”dir. İletisi ve HUKUKUN BU ÇAĞRISI da, yoruma, özürlere, mızıkçılığa kapalıdır; açık ve de kesindir.
İktidar çekilmeli, ülkeye hukuk ve barış yeniden gelmelidir. Çünkü demokraside hiç kimse çoğunluk istencini ortaya koyan gücün üstünde değil; o gücün buyruğu altındadır. Bu kurala uymayan her girişim, hukuk ve adalet dışıdır.
Şunu da hiç kimse unutmamalı: Anasından doğan her İNSAN için Alman Anayasası’nın birinci maddesinin birinci fıkrası şöyle demektedir: “İnsanın şerefine (özsaygı, saygınlık) dokunulamaz. Bütün devlet gücü, bu değere saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür.”
Hukukta bu kuralın adı, “SONSUZLUK, EBEDİLİK KURALI”dır (Rüthers, Bernd / Fischer, Christian / Birk, Axel, [Doğan, İlyas / Aldudak, Rukiye / Eyman, Aydın], Hukuk Teorisi, Ankara, 2020, s. 363).
Bu yüzden iktidar, “Yanlışlarımızı anladık. Başka partilerden seçilenler de bizim insanlarımız” gibilerden sözlerle hiç kimseyi kandırmaya kalkışmamalıdır. İnanmış Müslümanlar, Kur’an’ı dinler. İkiyüzlülere, riyakârlara, mürailere asla kulak vermez (Bakara, 264, 266, 270, 272; Âl-İmrân, 188; Nisâ, 38,39,108; Mâûn, 6), hile-i şeriyelere (yasayı dolanma, fraude à la loi, frode alla legge) kalkışmaz. Köşesine çekilerek, Merhum Ecevit gibi, geleceğin siyasetçilerine ahlak dersi verir, vermesi de gerekir.
İnanıyoruz ki, en azından “sarı yelekliler” (gilets jaunes) kadar saygın ve şerefli olan Türk halkı, bu sonuca katlanmayanlara her türden hukuksal, meşru, yasal yollarla elbette karşı çıkacak; yirmi bir yıldır yaşananları, kuşkusuz tarihin yargılarına bırakarak, bir daha yaşanmaması için, soğukkanlı olarak değerlendirecek ve de asla unutmayacaktır.
Çünkü unutanlar, tarih bilinci olmayanlar, aynı şeyleri yeni baştan yaşamaya mahkûmdurlar.