Ahmet Kabaklı Hocası Cemil Meriç’i Anlatıyor:
01 Ocak 1970
Cemil Meriç’i 1942′de Elazığ Lisesi’ndeki öğrencilik yıllarından beri tanıyan Ahmet Kabaklı o yılların genç lise öğretmenini şöyle anlatır:
“Daha belki otuz yaşlarında, müthiş kültürlü, yıldıracak belagatle, tâlâkatle söyleyen bir gençti. İddialı, soğuk bir aydın değildi. Çok bilgili, ama darmadağın konuşan, kısık kısık gülen, aramızda “hoca”lığını unutan, başkalarının tedbir, kaygı, nezaket saydığı şeyleri bir nükteye kurban ediveren, çok samimi, bohem, temkinsiz bir insandı. Hiç duymadığımız, düşünmediğimiz meseleleri önümüze seriyor, cılız sorularımızdan bir derslik malzeme çıkarıyor, rahat rahat küfür bile ediyordu. Daha o yaşta kalın gözlüklerinin arkasından gözlerini kısarak bakıyor, elinde kalın ciltler taşıyor, kitaplarla yatıp kitaplarla kalkıyordu. Balzac’lar, Hugo’lar, Lamartine’ler, Musset’ler, Gide’ler sanki koğuş arkadaşları imiş gibi, onlardan senli benli bahsediyordu. Her an her şeyden uzak duran bir hoca, kitaplarına ve bir de bize sığmıyordu. Dinsiz miydi? Vatan ve millete karşı mıydı?
Öteki hocalarımıza ve klasik bilgiye yan mı bakardı Cemil hoca?
Hayır, haşa! Hiçbirine kıyamazdı. Yalnız kalıplara karşıydı, beylik laflara, harcı âleme tepki için doğmuştu Cemil Meriç. Herşey üzerinde düşünen, her kanâati didik didik kurcalayan, değirmen gibi kitap öğüten belki çok şeyi de beğenmemek için okuyan bir insan. Kanaatleri kesinleşmemiş ve ömrü boyunca kesinleşmeyecek olan bir zekâ idi. Fazla alaycı değildi, kimseye kızmaz, kin beslemezdi. Hiçbir şeyi şahsi mesele yapmadığını, hayatın acı ve tatlı hiçbir cilvesine de metelik vermediğini hatırlıyorum. Yalnız sonradan Kırk Ambar kitabına sığdıramadığı bilgisi dolayısı ile bazen yenilip yutulmaz hicivlerle sivri ve uzun dilli olurdu. Cazibeli adamdı. Belki gençliğin icabı fazla “orijinallik” ve bizleri kendine hayran etmek zaafları da vardı ama, asıl derdi “KASITSIZ, MAKSATSIZ, POLİTİKASIZ, İDEOLOJİSİZ, SAĞSIZ-SOLSUZ” olarak bizi düşünceye, tartışmaya alıştırmak, güzel şeyler okutmaktı. Özellikle çok fazla okuyarak öğrendiklerini bize aktarmaktı. Prensip diye yapmıyordu bunu, mizacı böyle idi. Prensibe filan aldırmazdı. Bizim sustuğumuz ve sadece onun konuştuğu, Hugo’nun şiirleri veya ondan nazmen çevirdiği (Namık Kemal iriliğinde) mısralar ile bizi coşturduğu ve zihnimizi, bilgimizi, değerlerimizi alt üst ettiği, bizi utandırarak (iyi bildiğimizi sandığımız) kendi yazarlarımızı âdeta zorla okuttuğu, nice zamanlarımız, nice sohbetlerimiz olmuştur. Küçük bir şehirde, 1940′lı yıllarda, böylesine okuyan, bilen, tedbirsizce konuşan, öğrencileriyle içtiği su ayrı gitmeyen, eşyasız küçük bir evde harp yıllarının memur sefaletini yaşayan, eşi içeriki odada çocuk düşürürken, soğuk bir salonda, acısını öğrencilerine yaptığı garip nüktelerle teskine çalışan böyle samimi ama asla küskün olmayan, daima şen bir hocaya ne sıfat verilebilirdi?
KOMÜNİST.
Hoca’nın kendisini bulduktan sonra hiçbir zaman komünist olduğuna inanmadım.
Belki 18-25 yaşlan arasında öyle “romantikçe-komünist” bir delikanlı çağı olmuştur. Evet Cemil Meriç’in bir basit ideolojinin, birtakım köhne kalıpların adamı, slogancısı, propagandacısı olabileceğini, onu kırk yıldan fazla tanıdığım için aklıma dahi sığdıramadım. Çünkü her şeyi, her cepheyi, nasıl okuduğunu bilirim. Taşkın zekasını, kılı kırk yarıcı muhakeme ve yargılama inadını bilirim; saplantılara nasıl düşman olduğunu; güzel ve doğru karşısında yelkenleri hemen suya indirdiğini de bilirim. Ayrıca kendisinin bilgi aşkı ve iddiasıyla o zamanın en şanlı komünistlerini nasıl cahillikle suçladığını, alayla yere geçirdiğini, ben ve çok kimse duymuştur. Bana, rahmetli arkadaşım Celâlettin Tuğrul’a ve her konuştuğu şahsa sık sık
“BU MEMLEKETTE MARX’IN KAPİTAL’İNİ OKUMUŞ BİR TEK KOMÜNİST MARKSİST GÖSTEREMEZSİNİZ”diyen bu adama o halde neden komünist derlerdi?
O zamanlar çok okumak, yüksek mevkii sahibi olmak, zengin veya tek parti kodamanı olmadığı hâlde fikir beyanında bulunmak ve hele Nazım Hikmet’in adını anmak, mısralarını okumak, komünistlikti.
Cemil Meriç hoca, evet Nazım Hikmet‘i sever, ondan mısralar okurdu ama mesela Namık Kemal’e de aşın hayranlığı vardı. Onun belagatli ve taşkın üslûbuna bilhassa tapardı. Uzun süren heveslerinden biri de, Namık Kemal gibi bol teşbihli, istiareli ve büyük sözlerle yazmaktı. Daha o zamanlar Cevdet Paşa‘ya tutkunluğunu bilirdim. Gerçi Divan Edebiyatı’nı iyi bilmezdi ama Tanzimat’tan sonrakilerin hepsini okumuştu. Ahmet Midhat Efendi‘den, Tarih-i Cevdet’ten bilmediğimiz cevherleri dökerek gözümüzü kamaştırırdı.
Bütün bu halleriyle, o temiz ahlakı, inanılmaz Türk çocuğu samimiyeti, evinde bir kaşık pilavını, bir topak şekerini, biz gariplerle paylaşan Cemil Meriç bizim bir ağabeyimiz, hocamız, dostumuz olarak kaldı.” (Türk Edebiyatı Dergisi, Ağustos 1987)[1]
Unutamadığım bir sözü de şudur.
“Ahmet, her meselede, her konuda, memlekete, dünyaya bakışta seninle beraberim. Düşüncelerimiz bir, kaygılarımız aynı, YALNIZ TARZLARIMIZ ELBETTE FARKLI OLACAKTIR