« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

24 Nis

2007

ABDURRAHİM KARAKOÇ İLK DEFA MİHRİBAN’I ANLATIYOR

Dr. Lütfü ŞEHSUVAROĞLU 24 Nisan 2007

MİHRİBAN UNUTTU MU?
Bir söz vardır, “Türkün aklı sonradan gelir” ya da “Türkün aklı gözündedir” derler. Buna bir de “Türkün aklı kulağındadır” demek lazım. Ben 1960’ta yazmışım Mihriban şiirini, ihtilal olmadan önce… Bir milyonun üzerinde kitabım sattı. Hiç kimse çıkıp da ya burada şu yazıyor, bu deniyor, diye dikkat etmemiş. Ne eleştirenler, ne okuyanlar, hiçbirisi…

Ne zamanki 1995’lerde filan kasete okunmuş sazla beraber, fıttırdı millet, böyle şiir mi olur, ne güzel, diye… Ya, o şiir her zaman vardı! Benim daha iyi, vurgulu şiirlerim de var, onu bilmiyorlar… Onları da bir okuyan oldu mu herhalde farkına varırlar, diyorum. Yani kulağımızda aklımız duydu mu, tamam…

***

Bir gün içime bir şey düşmüş, yazmak istemişim, yazmışım… Ha, kimdir bu Mihriban? Herkes bunu sorar… Mihriban diye bir kimse yoktur. Mihriban, sembol bir isimdir. Ha, muhatabım mı yoktu? Kesin vardı canım, olmasa bu şiir böyle çıkar mı? Olduğu için de böyle çıktı işte…

***

Bugüne kadar kimseye anlatmadım, daha da anlatmam… Yaşayıp, yaşamadığını da bilmiyorum. Yani başımızdan geçmiş bir macera gibi bir şey, fakat vuslat olmamış, o kendi yoluna gitmiş, ben kendi yoluma… Ben onun ismini verirsem, ayıp olmaz mı bu?

***

O yazardı bana, gönderirdi, ama ben ona gönderince zor olurdu. Ben ona gazete gönderirdim, o bana mektup…

***

İki şiiri de bilirdi… Ben, “Artık unutalım bunları” dedim. “Unutmak kolay mı?” diye bir mektup geldi. Ben de “Unutmak kolay mı deme, unutursun Mihriban’ım” diye yazdım. O belki de unutmamıştır da, ateş kalmamıştır… Ateşin harlı zamanı ayrı, korlu zamanı ayrı, küllü zamanı ayrıdır...

***

Magazinlere, televizyonlara bakınca insan, aşk mı kaldı, diyor. Üniversitelere git de gör, günde üç tane aşk mı değiştirilir? Namussuzların aşktan anladığı cinsellik… Aşk, hafife alınacak bir şey değildir. Aşk, bir defa düşen yıldırımdır; ikincisi yok…

Düşünen bir insan, siyasetin peşinde değildir. Mutlaka siyasetin bir ucundadır; ama kimisi organize bir siyasetin içinde bir satranç taşıdır, kimisi geride… Tabii içinde olup düzeltmeye de gücün yetmezse, dışına çıkıyorsun mecburen. Benimki de öyle oldu. Acaba düzeltebilir miyiz, dürüst arkadaşlarla beraber hareket edelim, dediğim zaman heyecan duydum.

Bir zaman sonra baktığım da, dürüst bildiğim arkadaşların birçoğu öyle çıkmadı. Onların içinde de senin ideallerin eziliyorsa ve itibar edilmeyip başka yöne gidiliyorsa, bunda durmanın anlamı yoktur. Fikrinin hâkim olmadığı bir yerde bulunursan, zarar edersin. Şahsına da, idealine de, sanatına da zarar verirsin. Ben politikayla kafamdan geçenlerin ayrı olduğunu gördüm.

Abdurrahim Karakoç’un 75’inci yaş toyunu kutlayacağız yakında. Avrasya Yazarlar Birliği, “Karakoç’un 75. Yaş Toyu”nu programına aldı. Abdurrahim Karakoç 75 yaşında… Nasıl olur? Yüzünde gençliğinin o yağız Anadolu delikanlısı çizgilerinin eskimeden hâlâ muhatabının karakterine göre biçimlenmeğe devam ettiğini görmek ne güzel!..

Sevmediği bir karakterle karşılaştığında içindeki neyse onu yüzünde gördüğünüz yalın ve fakat derin çizgilerin sahibidir o… Sevdiğine fazla belli etmez sevdiğini… Her Anadolu yiğidi gibi günlük konuşmalarında sevgi sözlerini pek bulamazsınız; ama her sevdiği insanla tesis ettiği muazzam dostluk âbidesi kâh seyahatlerle, kâh aynı dâvâya baş koymalarla, kâh bir dilim ekmeği bölüşme, küllenen bir hâtırayı diriltme, kâh samimiyet ve mesuliyet seanslarıyla nesilleri bir arada tutma aşkıyla büyür. Aşkıyla, iradesiyle, fikriyle…

Elbette ki bu dostluk âbidesi şiirle süslenmiş, fikirle çelikleştirilmiş, sevgiyle yontulmuştur.

Şair ve âlim bir baba; şair ve kahraman seven ve bu yüzden oğullarının yüksek seciyelerini şiirlerinden bile önde sayan bir anne sevgisinde de günlük konuşma diline pek yansımayan bu müesses yapı vardır. Her daim yenilenen ve fakat eskimeyen, pörsümeyen yanını inatla muhafaza eden âbidevî yapı… Ve sonra bu aile yapısına eklenen yükseltisi ve alçaltısı bol coğrafya, kültür ve toplumsal çevre…

Hemen bütün kardeşlerin şair olduğu aile ortamına ilave olarak yine şairleri ve kahramanları bol olan Maraş’ın dağları, ovaları, suları, çiçekleri genç Abdurrahim’in şiir iklimini meydana getiriyor; şair ve kahraman tabiatını âdeta bir dâvâ halinde örüyordu.

Her büyük şair gibi çocukluk ve ergenlik şiirlerini yakan Abdurrahim, içindeki ses ve ışığın bütün bir Türkiye’ye; Türklük, İslamlık ve insanlık dünyasına kendince bir şeyler katacağını idrak etmişti.

Bu ses ve ışık ona İsyanlı Sükut’u, Doktor Bey’i, Hakim Bey’i, Hasan’a Mektuplar’ı yazdırdı. Tohum’da, Serdengeçti’de, Fedai’de, Devlet’te, Türk Edebiyatı’nda, Divan’da, Doğuş’ta, Yeni Ufuk’ta, Yeni Düşünce’de, Yeni Hafta’da, Gündüz’de, Vakit’te ve daha birçok dergi ve gazetede yayınlanan şiir ve yazıları, yayınlanmış onlarca kitabı onu edebiyat dünyamızdaki haklı şöhretine ulaştırdı.

Şair ve dâvâ adamı kimliği, sadece yazdığı şiirlerle değil, yaşadığı şiir gibi bir hayatla da pekişti, kökleşti.

Ama Türkiye’nin asrımızdaki en büyük halk şairi olan Karakoç, son dönemde daha çok Mihriban türküsüyle geniş kitlelerce tanındı, bilindi…

75 yaşındaki Karakoç’a gençlik aşkının yazdırdığı üç “Mihriban” şiirini sorduk, Mihriban’ı sorduk… Gördük ki, yüzünde daha önce tarif ettiğimiz derin çizgilerin ötesinde sönmeyen bir aşk çizgisi var. Saf, duru, çocuksu bu aşkın bir Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Pol ve Virgini, Romeo ile Juliet masalından hiç de geri kalır yanı olmadığını biliyorum.

Bir başka Karakoç, Sezai Karakoç’un Mona Roza şiiri ve Muazzez Akkaya’sı iki üç ay önce Türkiye’nin gündemini yeniden meşgul ettiğinde haberciler, Mona Roza şiirinin muhatabı Muazzez Hanım’ı arayıp bulmuşlar ve onun Sezai Bey’in aşkından ve şiirinden haberdar olmadığını ortaya çıkarmışlardı.

Mihriban ise Karakoç’un şiirlerinden haberdardı. Abdurrahim Karakoç, Mihriban şiirlerini hem Mihriban’ın yüzüne okumuştu, hem de gazeteye basmıştı.

Abdurrahim Karakoç’un, bölge gazetesinin mücellit bölümünde gazetenin orta sayfasını nasıl yeniden dizdirdiğini, birkaç nüsha gazetenin orta sayfasına şiiri nasıl döşettiğini ve postayla muhatabına gönderdiğini anlatırken, yüzünde o yıllardan kalma muzip ifadesini keşfettim.

Karakoç’ la Mihriban ’ı konuştuk… Mihriban’la annesini konuştuk… Sır, Mihriban’ın annesinden sakladığı aşkında idi…

Şimdi Mihriban yaşlanmış olmalı… Yaşlanmayan şiir ise her saf, duru ve çocuksu aşkların inşasında estetik planı oluşturuyor. Mihriban’la bu coğrafyanın aşkları gergef gibi işleniyor. Mihriban’ı kızında ve şiirinde yaşatan Karakoç’un şiiri ve ruh dünyası etrafında yaptığımız söyleşiyi okuyucularımızla paylaşıyoruz…

***

İlk şiirlerimi yaktım

- Bazı anahtar kelimeler vardır. Söylendiğinde insanlara çağrışımlarda bulunur. Mesela Osman Yüksel Serdengeçti…

- Allah rahmet eylesin… Dürüsttü, namusluydu, yiğitti, dünyaya kıymet vermedi.

- Tanışmanız nasıl oldu mesela?

- Tanışmamız enteresandır. Ben Serdengeçti mecmualarını okurdum, severdim. “Bu adam, nasıl adam?” derdim. Karakteri de uyuyor bana ki, o da hicivcidir. Geldim Ankara’ya, amcamın oğlu da Etlik’te asker… İzin aldık… “Gidelim, bu adamı bulalım” dedik. Sorduk, soruşturduk, sonunda Denizciler Caddesi’ndeki Deniz Palas Oteli’nin alt katında bulduk. Selam verdik, oturuyor orada tek başına... Arkası da hep kitap dolabı, dizi dizi kitap dolu; yememiş, içmemiş kitap almış…

Selam verince evvela şöyle bir baktı, “Kendini tanıt bakalım” dedi. Ben daha bir şey demeden kafasını şöyle bir masaya koydu, düşündü… “Sen Karaoğlan Abdurrahim Karakoç olmayasın?” dedi. “İyi isabetli bir teşhis de, nereden bildiniz?” dedim. “Çok sert bir selam verdin” dedi. “Tamam da, benim selam şeklimin sert olduğunu bir yerden duymadınız her herhalde” dedim. “Kapıdan içeri girdiğinde, ben senin çehrene baktım. Türkiye’nin çilesini çekenlerden, bir fikir sahibi olanlardan olduğun işaretini aldım. Çehrenle beraber şiirlerin aklıma geldi” dedi.

- Kaç yaşındaydınız o zamanlar?

- Valla “Hasan’a Mektuplar” çıkmıştı. Osman Yüksel Ağabey’in de aklına ilk o şiir, sonra diğerleri, Hakim Bey, Tohtur Bey, İsyanlı Sükut gelmiş… Şöyle dedi: “Kim olduğunu düşünürken, Tohtur Bey, Hakim Bey, İsyanlı Sükut aklıma geldi. İşte fazla zorlama beni, çehren ele verdi.” Yani hakikaten şiirden insanı yakalamak çok önemli bir şey… Ta Kahramanmaraş, Elbistan kasabası civarından bir adam… Beni görmemiş, fotoğraflarım çıkmamış, bir yerlerde yayımlanmamış; ama şiirlerim yayımlanıyor… O beni tahmin ediyor, bu her insana da mahsus bir tahmin değildir. Tabii ondan sonra da sık sık görüşmemiz oldu.

- İlk şiiriniz nerede yayımlandı?

- İlk şiirimi ilkokul çocuğu iken yazdım. Yayımlanmadı, ama arkadaşlarımı hicvederdim. Yani şiirle ötekilere düşman olurdum.

- Yani sizin şiir ve hiciv yazarlığınızın atbaşılığı ta o zamana dayanıyor…

- Evet… Sonra büyüdük, genç olduk… O zaman da aşk-meşk şiirleri, vurdu-kırdı şiirleri yazdım.

- Vurdu-kırdı derken…

- Yani dâvâ şiirleri filan… Sonra bir zaman geldi, artık milletin huzuruna çıkmam ve tanınmam lazım, dedim. Ama bu şiirlerle olmaz, dedim. Bunlar benim hamlık dönemim, dedim; onları yaktım…

- İlk şiirlerinizi yaktınız yani?

- Belki güzelleri de vardı içinde, ama beğenmediğim şiirler vardı. Onunla okuyucunun huzuruna çıksam, şimdiki Abdurrahim Karakoç olamazdım. Çünkü herkeste ilk okunduğunda aklında kalan bir imaj var. 1958’den itibaren başladım yeni şiirlerimi yazmaya. Yazdıklarımın hepsi de mevcuttur, hiçbirini de reddetmedim, hepsi de kitabıma girdi.

Kalemimden korkarlardı

- İlk şiirinizi geçtik pekâlâ, yayımlanan ilk şiir nerede yayımlandı?

- Bizim orada mahalli gazeteler vardı. Ankara ve İstanbul’da dergiler vardı. Şiirlerimi Tohum dergisine yazardım ben. Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu okumuş Almanya’da o zaman, Tohum dergisine bir mektup yazmış “Abdurrahim Karakoç’a verilmek üzere” diye… Onlar da benim adresimi alıp, ta oraya gönderdi, oradan bana geldi… Rahmetli benim ironi yapmamı çok müthiş karşılardı. “Hiç görülmemiş, bu nasıl ironi?” derdi hicivlerimden dolayı. Birkaç defa mektuplaştık. Ağabeyime yazdıklarında da benden bahseder, beni överdi.

Kilis’te çıkan bir gazete vardı, Kent gazetesi, oraya yazardım. Bir baktım, Kent gazetesinde yazanlar, hep solcu… Bir de Hudut Eli diye bir gazete vardı… Okudum, hoşuma gitti, görüşleri görüşlerime yakın… Hudut Eli’nde yazdım, buradakilere verdim, veriştirdim. Hudut Eli’nin sahibi, Muzaffer Hakalan diye yaşlı bir adam, çocuğu yok, kocaman müessesesi var, matbaası filan, yalvardı... “Buraya gel, bütün müessesenin yarısı senin” dedi. Şimdi geçerim, annem babam buna karşı gelir… Ve orada birisi benimle bir röportaj yaptı, parmak gibi bir oğlan, Mehmet Çiftçi…

İzmir’de bir gazete çıkıyordu. Kemal Fedai diye sahibi ve başyazarı vardı. Fedai Bey, deli dolu yazılar yazan bir adam… Şuna iki şiir göndereyim, dedim. Gönderdim İzmir’den. Adı Kemal Fedai Coşkuner… Bir mektup geldi, “Senin şiirlerini gazeteye koymuyorum” diyordu… “Eğer sen bu şiirlerden her sayı bir tane gönderirsen, ben dergi çıkartacağım” diyordu. Kabul ettiğimi söyledim. Fedai dergisini çıkarttılar. 3. hamur kâğıttan, kapağı da öyle... 5-6 ay sonra tiraj 60 bini buldu, müthiş bir şey bu!.. Bir defa rahatsız olduğum için yazı gönderemedim, “Beni mahvettin!” dedi. Benim şiirler geziyor o zaman, herkes bunu okuyor. 27 Mayıs oldu, kimsenin ağzını açamadığı bir zaman… Benim ilk kitabımı da Fedai bastı. Kitap, Hasan’a Mektuplar... İki baskı yaptıktan sonra, “Ya, bizim Aksekili şiir yolluyor” dedi Coşkuner… “Osman Yüksel bir de ben basayım” dedi. Olur, dedim. Serdengeçti’de zaten çıkıyor da ilaveli bir baskı yaptı. Her biri 10 bin adet bastı. O zamanlar ne güzeldi ya!... Daha sonra Töre’yle anlaştım, orada yazmaya başladım. Öyle öyle gitti…

- Herkes Abdurrahim Karakoç’u “Hasan’a Mektuplar”la tanıdı, değil mi?

- Evet, ama esas tanınma Fedai dergisiyle oldu Türkiye geneline yayılan… Her sayıda 60 bin ne demek?! Eskiden şimdiki gibi değildi; gitti, her tarafa dağıldı. Böyle bir yazma serüvenimiz oldu.

Sonraki yıllarda mücadelemize devam ettik. Çok zaman Devlet gazetesi’nde yazdım, haftada bir çıkardı. Başka gazetelerde de yazıyordum, Yeni İstanbul’da, Hergün’de…

- Bu arada memuriyet devam ediyor…

- Memuriyet devam etti. Ben memuriyette yazdım bütün şiirlerimi zaten. Şimdi bana soruyorlar, “Bunlar başından geçti mi?” diye… “Yok ya, neden geçsin başımdan?” diyorum. Doktor da, hâkim de benden çekinirdi o zaman, kalemimden korkarlardı. Bir de ismimiz vardı, severlerdi, iltifat ederlerdi. Ama vatandaşlar öyleydi, görüyordum. Mahkemeye gideni de görüyordum, doktora gideni de... Onlara yapılan, bana da yapılmış oluyordu, ben de onları yazıyordum.

İsyanlı Sükût, vatandaşla devlet dairesinin romanıydı

- Serdengeçti’nin o ilk gördüğündeki “Karayağız delikanlı” aynı zamanda bütün toplumun vicdanı…

- Evet… Mesela “İsyanlı Sükût” hakikaten romana sığmaz. Romanda anlatırsan, şiir bozulur… Yani 6-7 kişilik bir şiirde romanını yazdım ben Türkiye’nin. Vatandaşla devlet dairesinin romanıydı bu…

- Zaten roman, Cemil Meriç’in dediği gibi, yatak odalarının perdesini aralamaya çalışan bir yazı türü ve bizde roman yok… Yani biz yaşadıklarımızı, sevdamızı, çilemizi şiirle anlatıyoruz.

- Onu sordular bana… “Sen romana, hikâyeye filan geçmeyecek misin?” diye… Yok, dedim. Niye? “Çok arkadaş geçti” dediler. “Onlar şiirle meramını ifade etmekte zorluk çektiler de ondan” dedim. “Ben çekmiyorum o zorluğu. Ben bir dörtlükle bir roman yazarım” dedim. Afalladılar, gerçekten de bu böyledir. Şevket Bulut’u bilirsin…

- Allah rahmet eylesin, hikâyecimiz…

- Başta şairdi… İyi bir dostumdur, haftada bir görüşürdük. Bazen toplanırdık arkadaşlarla. Sonra hikâyeye yöneldi. “Neden?” dedim? “Ağabey, valla senin kadar güçlü olamıyoruz hiç birimiz. Meramımı senin kadar anlatamıyorum şiirde, belki hikâyede güçlü olurum” dedi. Hakikaten hikâyede ünlendi, birçok hikâyesi film oldu.

Türk’ün aklı kulağındadır

- Abdurrahim Karakoç çok güzel şiirler yazdı. Günümüzün bence Karacaoğlan’ı…

- Yok canım, Karacaoğlan’la benim tarzım çok ayrıdır. Ben ne Yunus’um, ne Karacaoğlan’ım, ne Fuzuli’yim… Ben, benim…

- Gelmek istediğim, mukayeseden çok Halk şiirimizin bugünkü en büyük şairi olduğunuz halde tanınmanızın daha çok türküleşen “Mihriban”la olması… Türkiye sizi biliyor, ama daha çok şiirle ilgilenenler biliyor. Mihriban şiiriniz türkü olunca genelde bütün Türkiye tanıdı. Bunu neye yoruyorsunuz? Popüler kültür, biraz edebiyattan uzak olduğu için mi?

- Bir söz vardır, “Türkün aklı sonradan gelir” ya da “Türkün aklı gözündedir” derler. Buna bir de “Türkün aklı kulağındadır” demek lazım. Yani okumaya üşeniyorlar. Ben 1960’ta yazmışım Mihriban şiirini, ihtilal olmadan önce… 1 milyonun üzerinde kitabım sattı. Türkiye’de yazılmış bu kitaplar... Hiç kimse çıkıp da ya burada şu yazıyor, bu deniyor, diye dikkat etmemiş. Ne eleştirenler, ne okuyanlar, hiçbirisi… Ne zamanki 1995’lerde filan kasete okunmuş sazla beraber, fıttırdı millet, böyle şiir mi olur, ne güzel, diye… Ya o şiir her zaman vardı. Benim daha iyi, vurgulu şiirlerim de var, onu bilmiyorlar. Onları da bir okuyan oldu mu herhalde farkına varırlar, diyorum. Yani kulağımızda aklımız duydu mu, tamam…

Mihriban sembol bir isimdir

- Madem artık Mihriban’a geldik, Mihriban’ı soralım… Mihriban’ı nasıl yazdınız?

- Bir gün içime bir şey düşmüş, yazmak istemişim, yazmışım… Ha, kimdir bu Mihriban? Herkes bunu sorar… Mihriban diye bir kimse yoktur. Nasıl ki Hasan diye birisi yoksa muhatabım, Mihriban da öyledir, sembol bir isimdir. Ha, muhatabım mı yoktu? Kesin vardı canım, olmasa bu şiir böyle çıkar mı? Olduğu için de böyle çıktı işte… Ha sana bir de üçüncü bir Mihriban şiirinden bahsedeyim. Başlangıçta vardı da sonra nasıl olduysa düşmüş bu… Bende de kalmamıştı, bir yerlerden çıkarıp gönderdiler. O halk şiiri tarzında değil. Birincisini Zekeriya Bozdağ besteledi, plağa okumuştu. İkincisini Musa Eroğlu besteledi. Ama üçüncü bestelenmedi…

- Mihriban yaşıyor mu şimdi?

- Bilmiyorum…

Mihriban’ı kimseye anlatmadım, daha da anlatmam

- Tüm Türkiye Mihriban’ı merak ediyor. Diğer şiirlerinizi muhayyel bir kişilik üstüne yazıyorsunuz, ama Mihriban diye biri var, değil mi?

- Adı Mihriban değil, ama var… Geçenlerde biri, “Ya ağabey, biri senin Mihriban’ın hikâyesini anlatıyordu” dedi. “Yok, hepsi yalan söylüyor” dedim. Tabii, benden çıkmadığına göre, herkes farklı farklı anlatacaktır. Ben de kimseye anlatmadım, daha da anlatmam… Yaşayıp, yaşamadığını da bilmiyorum. Yani başımızdan geçmiş bir macera gibi bir şey, fakat vuslat olmamış, o kendi yoluna gitmiş, ben kendi yoluma… Ben onun ismini verirsem, ayıp olmaz mı bu?

- Sezai Karakoç’un Monaroza şiiri vardı, Monaroza’yı buldular. Kendisine şiir yazıldığından bile habersizmiş, Siyasal’da sınıf arkadaşı imişler…

- Ha, benimki bilirdi canım…

- Üçünü de mi?

- İkisini bilirdi… Ben, “Artık unutalım bunları” dedim. “Unutmak kolay mı?” diye bir mektup geldi. Ben de “Unutmak kolay mı deme, unutursun Mihriban’ım” diye yazdım. O belki de unutmamıştır da, ateş kalmamıştır… Ateşin, harlı zamanı ayrı, korlu zamanı ayrı, küllü zamanı ayrıdır...

Unutmak istesen, aklına düşer; uzağa atarsın, yakına düşer

- Ama gözleriniz hâlâ parlıyor?

- Yok canım, geç bunları… Öyle anlar, öyle simalar var ki, unutmak istesen aklına düşer; uzağa atarsın, yakına düşer, diyorum… Yani bunu da reddedemezsin. Ha, niye yazdım bunu? O şeye karşı yazdım, fakat tam unutmayı değil de, esas şey kalmasın diye… Bu şiir çıktı, hangi dergide bilmiyorum, bizim Maraşlı gençler İstanbul’da fakültede almışlar Mahir İz Hoca’yı, yolda çeviriyorlar. Şiir okuyalım, diye etrafını çevirince, mecbur kaldı, diyorlar, birisi okumuş baştan sona, son kıtayı okuyunca, dur bakalım, demiş… Bundan sonrası var mı, demiş. Yok deyince, Allah’a şükür, demiş. “Benim 500’e yakın Arapça ve Farsça, Fransızca ve İngilizce’den unutmak üstüne aklımda şiir var; hepsi oldu da insana kendi kendini unutturan bundan başka şiir yok” demiş. “Son kıtada bunu yapmış bu şair. Eğer o kıtadan sonra bir kıta daha yazsaydı, getirir gözünü oyardım onun” demiş. “Yaşıyor o değil mi?” demiş. “Yaşıyor” demişler. Tamam, demiş, ellerinden şiiri almış, bir hafta bütün sınıflarda okumuş, dersi bu şiir üzerine işlemiş. İşte edebiyat budur…

Aşk, hafife alınmaz

- Unutmak ve unutulmamak o kadar derin bir ateş ki bu, şaire öyle bir şey yazdırıyor. Günümüzdeki gençlerin aşklarını, aşk için söylemlerini ve şiirden uzaklaşmalarını neye yormak lazım? Gerçekten aşk yok mudur?

- Nadir olarak var da, şu magazinlere, televizyonlara bakınca insan, aşk mı kaldı, diyor. Üniversitelere git de gör, günde üç tane aşk mı değiştirilir? Namussuzların aşktan anladığı cinsellik… Aşk, hafife alınacak bir şey değildir. Unutulacak da bir şey değildir; elinde olmayan, ta ruhuna işleyen, ebediyete kadar… Bir tane olur, iki değil… Bir insana yıldırım bir defa düşer, iki defa düştüğü görülmemiştir. Aşk da budur, bir defa düşen yıldırım; ikincisi yok…

- Mihriban nerede yayımlandı ilk olarak?

- Hatırımda değil, eline verdim, kendi okudu, ilk defa okuyan o oldu. Ben verdim, gitti, ondan sonra da tavrı değişti…

-Tavrı değişti?!..

- İyice yakınlık oldu. Şiir zevkli bir iştir; yazmasını, okumasını bilince… Tabii o zaman daha talebeydi…

- Siz çalışıyor muydunuz?

- Ben memurdum. O başka vilayetteydi.

- Gider miydiniz?

- Gitmem mi hiç!?

- Kaç defa gittiniz?

- Bilmiyorum…

- …

- Yani gazete baskıda 1, 4 ve 8 basılmış, ama orta sayfası boş çıkartıyorsun… “Mihriban’a Mektuplar”… Haftada on beş günde bir tanesini gönderirdim, giderdi kendisine…

Mihriban’a özel gazete hazırlardım o da bana mektup gönderirdi

- Yani Mihriban’ın esas baskısı illegal olarak bu…

- Evet…

- O düşüncelerini yansıtır mıydı?

- O yazardı bana, gönderirdi, ama ben ona gönderince zor olurdu. Ben ona gazete gönderirdim, o bana mektup…

- Duruyor mu mektuplar?

-Yok...

- Neler yazardı?

- Aklımda yok ki…

- Gazetenin ortasında senin özel baskın var. Gazete çalışanları, birkaç gazeteyi özel basıyorlar; orta sayfada Mihriban şiiri…

- Çocukların yorulmasına üzülürdüm, ama üç tane gazetenin orta sayfasını ayrıca dizerler; o zaman hurufat elle diziliyordu mahalli gazetelerde. Mihriban’dan birkaç kıta dizilir, üç dört adet basılırdı. Gazeteyi bana verirlerdi, ben de adrese gönderirim.

- Annesinin, babasının haberi var mıydı?

- Başka yerden duymuşlar. Hatta konuştuk, sohbet de ettik. Annesi ağır konuştu kızına… Böyle bir şey vardı da neden söylemedin, isteyenlerin hepsine yok dedin, diye… Bana bir şey demedi.

- Gelin, isteyin demediler mi?

- Ben bozdum işi…

- Niye?

- İşte, kafam öyle tuttu, bozdum...

Göremediğin insana gitti, kayboldu dersin

- Sizin Mihriban’ın dışında da çok şiirleriniz bestelendi. Kimileri mahkemelik oldu. Bugün artık bu telif yasalarıyla işler düzeldi zannediyorum. Öyle eskisi gibi hırsızlayan yok herhalde?

- Gene var…

- Sizin hiciv şiirleriniz, aşk şiirleriniz ve dava şiirleriniz var. Artık köşe yazarlığı da yapıyorsunuz. Yazılarınızda hiciv ustalığınızı konuşturuyorsunuz. Bir de yazılarınızda dörtlükler vardı. Daha sonra yayımlandı bunlar…

- Üç kitap oldu.

- O dörtlükleri yazarken, birdenbire mi geliyor, yoksa konuya göre mi yazıyorsunuz?

- Politiktir genellikle ya da günün aktüel olaylarını oraya resmetmektir. Ben iki sayfa yazarım köşe yazısını daktilo sayfasıyla, bir de dörtlük koyuyorum başa. O dörtlüğü yazmak, düzyazıdan kat kat zor, zaman alıyor. Bir dörtlüğü yazmak, dört sayfa yazı yazmaktan zor…

- Dörtlüğün dışında son zamanlarda şiir yazıyor musunuz?

- Bazen oluyor, çok az…

- En son şiiriniz nedir?

- Hatırlamıyorum, unuturum… Bazen yazıyorum, ama unutuyorum. “Tut Ellerimden” diye bir şiirim var mesela… Bu şiirimi çok severim. Bir kıza verdim, o okuyacak.

- Bu, Mihriban (2)’den sonra mı yazıldı?

- Bu hayali bir şey… Filmlerde, romanlar da olur ya, onun gibi bir şey…

- Tayin mi olup gitti Mihriban?

- Göremediğin insana gitti, kayboldu dersin...

Fikrinin hâkim olmadığı bir yerde bulunursan, zarar edersin

- Biraz da dava şiirlerinden bahsedelim. Sizin aydın ve şair sorumluluğu ile elini taşın altına koyan tavrınız var. Öyle köşesinde durup, şiir yazanlardan değilsiniz. Nerde bir mesele var, ona girmişsiniz ve cesaretle de kavganın içinde yer almışsınız. Bu herhalde Nurettin Topçu’nun mesuliyet, Akif’in samimiyet duygularından-kavramlarından yola çıkılarak elde edilen bir şey. Yani siz yaşadığı iklimde kendi fildişi kulesinde yazan, çizen birisi değilsiniz. Her vesileyle taşrada olsun, merkezde olsun siyasetin de kavganın da mücadelesinde yer alan birisiniz. Bu konudaki duygu, düşünce ve görüşlerinizi de elbette okuyucularımız merak ediyor. Tabii Abdurrahim Karakoç, bir parti kimliği altında değerlendirilebilecek bir şair değil. Ama bazen öyle oluyor ki, bütün iktidar partileri peşinizden koşsa da, siz muhtemel olmayan bir siyasi çizgiyi de öneriyor ve önermekle de kalmayıp içinde yer alıyorsunuz? Bu süreci bize biraz özetler misiniz?

- Düşünen bir insan, siyasetin peşinde değildir. Mutlaka siyasetin bir ucundadır; ama kimisi organize bir siyasetin içinde bir satranç taşıdır, kimisi geride… Tabii içinde olup düzeltmeye de gücün yetmezse, dışına çıkıyorsun mecburen. Benimki de öyle oldu. Acaba düzeltebilir miyiz, dürüst arkadaşlarla beraber hareket edelim, dediğim zaman heyecan duydum. Bir zaman sonra baktığım da, dürüst bildiğim arkadaşların birçoğu öyle çıkmadı. Onların içinde de senin ideallerin eziliyorsa ve itibar edilmeyip başka yöne gidiliyorsa, bunda durmanın anlamı yoktur. Fikrinin hâkim olmadığı bir yerde bulunursan, zarar edersin. Şahsına da, idealine de, sanatına da zarar verirsin. Ben politikayla kafamdan geçenlerin ayrı olduğunu gördüm.

Beni taşımak, hakikaten zordur

- Sizin Maraş’tan başlayan ve Ankara’da devam eden bir politik kimliğiniz de var elbette. O dönemin politik liderlerine ilişkin hatıralarınızdan bahsedelim? Erbakan, Türkeş…

- Ben kimseden samimiyet görmedim, onlar benden istifade etmeye kalkıştılar, ben seviliyordum…

- Hatıralar bakımından…

- Erbakan enteresan bir adamdır. Onlar Milli Nizam’ı kurduğunda hakikaten bir sempatim vardı. Namazlı, abdestli diyordum.

- Süleyman Arif Emre de sizi çok severdi…

- Ben de onu severim. Benden yaşlı ama dürüst bir insan, ağır bir adam… Onlarda vefa duygusu fazladır, bende vefa duygusu çok yoktur.

- Siz tabii hür bir insansınız?

- Beni taşımak, hakikaten zordur…

- Haydi Erbakan’ı anlatmadınız da, Türkeş’le olan anılarınızı anlatsanız… Mesela Abant gezisi beni çok etkilemişti ya da ilk tanıştığınız anı, hatırlıyor musunuz?

- 1970 yılında Maraş’a gelmişti. O zaman tanıştık, bütün şiirlerimi içeren “Vur Emri”nde olan şiirlerimi verdim. Gittiği her yerde okuyordu. Hatta “Türkeş’in Vur Emri” kitabı diye yazdılar. Açık söyleyeyim, gerçekten beni severdi, çok takdir ederdi. Hatta ben ayrıldığımda “Niye ayrıldın, ben seni çok severdim” demişti. “Ben de çok sevdiğinizi biliyorum, ama hiç güvenmezdiniz” dedim. “Oğlun Tuğrul’a da güvenmediğin gibi… Güvenilmediğim yerde durmam” dedim.

Zamanın hâkim ve savcıları iyiydi, şimdikiler gibi değildi brifing almadıklarından

- 70’lı yıllarda Türkiye’nin başında bir mücadele vardı. Mesela sizin “Minarelerin üstüne ‘Hak Yol İslam’ yazacağız” şiirinizi bütün Türkiye bilirdi. Yani çok lirik, militan şiirleriniz de vardı.

- Ben o şiiri yazdım, öyle duruyor… Bir gün bizim oraya Avukat Bekir Berk bir dava için gelmiş. Nurcuların avukatıydı. “Ya hiç mi şiirin yok?” dedi. “Al, bir tane var” dedim, verdim, gitti… Bir de baktık ki, marş olarak söylenmeye başlandı. O zaman çoğu kişinin cesareti yoktu bunları yazmaya, ama ben yazıyordum. İlk yargılandığım şiirim:

Hürriyeti gelin ettik, dul çıktı

Çal davulcu fırsat ele bir geçe

Bu düğünün şakşakçısı bol çıktı

Çal davulcu fırsat ele bir geçe.

27 Mayıs olmuş, “Vay devlete, millete karşı geliyor” dediler. Zamanın hâkim ve savcıları iyiydi, şimdikiler gibi değildi brifing almadıklarından… Savcı bir gün beni şikâyet etti. Ben yazıyorum, ta Ordu’da yayımlanıyor…

Ulan dirlik pınarı ha duruldu, durulacak

Dayan esaret yuları ha kırıldı, kırılacak

Yanacak bir gün çıralar, aydınlanacak töreler

Sessiz kanayan yaralar, ha sarıldı sarılacak

Kara yolda kucak kucak geçmiş hesaplar olacak

İplik iplik, salkım saçak ha soruldu, sorulacak

İhtilal var… Veriyorlar mahkemeye, birkaç yerde dava oluyor. Gittim, görüştüm; savcıların işgüzarlığı diyorum ben. Mahkeme, ağır ceza demek, ihtilale teşvik var… Ben esaret diyorum, sözle dahil bu millete yakıştıramam, “Savcı kafasından uydurmuş, edebiyattan anlamadığı için” diyorum. Bir de kalk kavga et savcıyla... Hâkimlerin de hoşuna gidiyor bu… “Peki, niye yazdın?” diyorlar. “Cezayir’de Fransızlara karşı hürriyet mücadelesi vardı. Cezayir bir zamanlar bizim topraklarımızdı, onların hürriyeti de bizim hürriyetimizdi, onlar için yazdım” dedim. 1974’te yazdığım bir şiirden dolayı bile Adalet Bakanı Şevket Kazan beni mahkemeye vermek için talimat gönderiyor. Devlet gazetesi burada çıkardı, ama çıkış yerini Konya gösterirdik sıkıyönetim yüzünden. Talimat göndermiş, mahkemeye verdiler, ağır cezadan Rahmetli Tevfik Fikret, Kılıçkaya yazı işleri müdürü… Avukat korkuyor, “Ben beraat isterim, sen de kurtulursun” dedim. “Bundan içeri girerim” dedi. “Girersen gir, ben de kurtulurum” dedim. Orada bir noter vardı Celal Özdemir, avukatlar kaçtı, ben mahkemeye gittim. Bakandan emir var, dava açın diye… “Dosyanı bulduk” dediler. Celal Özdemir açtı baktı, avukatlar değil… 8. Ağır Ceza’dan verilmiş, ben 2’deyim, benim adresi geç bulunca… Konuşunca savcı çok sert çıktı, “Terbiyeli ol” dedim… “Siyasetçilere alet oluyorsunuz” diye başladı. “Edepli ol! Hem okumuşsun, hem de alet oluyorsun demek, kötü bir şeydir” dedim. “Bunu ben sana iade ediyorum” dedim. İfademi aldı, tamam dedi. Tehir edecek… “Gitmem” dedim. “Ne demek gitmem?” dedi. “Mazeretim çok, hasta olurum, gelemem” dedim. “Memurum, amirim izin vermeyebilir, param olmayabilir, mevsim belli olmaz, kar olur, kış olur” dedim. “Ya ceza verirsek…” dedi. “Verin ya da beraat ettirecekseniz ettirin” dedim. Konuştu oradakilerle, “Çık dışarı, biz seni çağırırız” dedi. Çağırdı, geldim... “Haydi, savunmanı yap” dedi. Hükümet ortaklarını çete gördüğümü iddia ediyorlar.

Savcı diyor ki, Şirket DYP, kel Süleyman Demirel, çete dediği de hükümet üyeleri… “Herkes dengiyle kıyaslanır. Sizinle Şevket Hoca kıyaslanmaz. Şurada Demirel varsa, karşısında da CHP ile MSP var. Beni onlar mahkemeye versin, amme davası açmaya hakkı yoktur Savcı Bey’in” dedim. “Hükümet yok, hükümet ancak hükümetle mukayese edilir. Ben bunu reddediyorum” dedim. Savcı “Ortaya ………..” demesin mi?

Türkiye’nin kaderi biraz karanlık gibi geliyor

- Türkiye’nin geleceği ile ilgili gençlere mesajlarınız var mı?

- Türkiye’nin geleceğini tahmin etmek, müneccimlere dahil caiz değil şu anda. Devletimiz, derin devletimiz, kenar devletimiz var... Siyasi partilerimiz var ve artık Atatürkçü ve değil diye ikiye ayrılmış. Türkiye’nin kaderi biraz karanlık gibi geliyor. Allah’ın takdiri, bu ekip yolda mı acaba, onu bilmiyorum. Böyle bir ekip yolda olsa, gelse, bürokratlarını halka şikâyet ediyor. Burası şikâyet yeri değil, çözme yeri… Bürokratlarını halka şikâyet etmeyen iktidar istiyorum. İnşallah gelir…

Kemal devri var, Celal devri var… Bu despotların… Kemal devri bitiyor epey zamandır, duruyorlar. Daha namuslu, daha adil, daha çok Türkiye’yi seven insanlar gelirse ne âlâ...

-Akademi dünyasını ele alırsak, hakkınızda tezler yapılıyor. Bunlardan beğendiğiniz oluyor mu?

- Oluyor... Bazılarını da beğenmiyorum. Ama bir şeylere faydamız oluyor demek ki… Bazı öğrenciler beni konu etmeye çekiniyorlar hocaları izin vermez diye, bazıları da hocalarına söyleyince, çok isabetli olur, diye destek alıyorlarmış.

Dağları çok severim

- Yaş 75 oldu… Bahattin Karakoç ağabeyiniz de, siz de bu yaşa kadar dağlara çıktınız. İkinizin de dağlara dair şiirleriniz çok.

- Ben yıllarca avcılık yaptım. Onun bilmediği, görmediği dağların hepsine çıktım. Ben dağları çok fazla severim.

- Avcılığı neden bıraktınız?

- İyi ki de bırakmışım. Yaban diye bir kanal var. Orada avcılar hayvanları vurdukça, deli oluyorum, kapatıyorum televizyonu. Ben keklik ve tavşan avlardım. Hatta arkadaşlara, “Önüme geyik gelse, vurmam” derdim. Tilki çıktı karşıma, vuramadım… Avcılıkta belli bir zaman gelince bırakacaksın. Dağların zirvesinde sessizliğin içinde tek başınasın. Eşsiz bir güzellik…

- Kitaplarınız dışında üç de eseriniz var. Çocuklarınızın birisi avukat, birisi akademisyen, Mihriban da iş öğretmeni… Sizde şiir genleri aileden gelme. Karakoç ailesinin çocuklarında şiir merakı var mı?

- Yok… Bizim beşimiz de şairiz; fakat bizden sonra kesildi, ağabeyimin çocuklarında da yok.

- Siz tabii zirve olduğunuz için…

- Ben zirve kabul etmiyorum. Her zirvenin bir daha ötesi vardır, gidilebilen...

***

Abdurrahim Karakoç’la bu yurdun haşmetli dağlarının doruklarını adımlamalısınız. Anadolu’nun bu karayağız delikanlısının 75 yaşında bile hâlâ delikanlı tabiatının, yol arkadaşlığının hiçbir menfaat birlikteliğinin veremeyeceği lezzete, ağız tadına insanı eriştirdiğine şahit olacaksınız. Siz hep delikanlı kalmaya memur eden karakter tesirinden derin bir haz alacaksınız.

70’li yıllarda şiirlerinden mutlaka birkaç kıta dilimizdeydi. Şiirleriyle yol arkadaşlığı yaptık önce… Sonra, 12 Eylül geldi. Artık onun Maraş’taki memuriyeti bitmişti ve arada bir uğradığı Ankara’ya yerleşmesi daha mümkün hâle gelmişti. Önce Sincan’da “Yeni Ufuk” adını verdiğimiz gazetede buluşuyor, onunla av arkadaşlığımız olmasa da kimi zaman Uludağ, Abant, Kızılcahamam dağlarına, yaylalarına pikniğe çıkıyor, kimi zaman bizi azıcık da olsa anlayanların meclislerinde bulunuyorduk. Yeni Düşünce, Yeni Hafta ve Gündüz gazetelerinde de birlikte yazmanın hazzını tattım.

Hasretin ne olup olmadığını dağlara soran, lambadaki alevin üşüdüğüne şahit olan, bütün yolları sinesine yatıran şairin duygu dünyasını bilmek, sırlarını paylaşmak, daha da önemlisi onunla yoldaş olabilmek kadar insana iç huzuru ve güvenliği veren başka ne var?

Çok şair tanıdık… Gazeteci olarak, Ocak Başkanı, Yazarlar Birliği Başkanı olarak çok şiir şölenleri düzenledik, birçok edebiyat dergisi çıkardık; şairlerin nazlarını, kahırlarını çektik. Kendini şair zanneden genci yaşlısıyla cemiyetimizden Milli, İslamcı, liberal kimliklere şahit olduk. Abdurrahim Ağabey kadar insan ilişkilerinde mütevazı, alçak gönüllü, onurlu, kahraman, arkadaş ve hakiki şair, ne yazık ki, bir ya da ikidir.

O şiir şölenlerine gelmeyen bir şairdi. Bir iki şölene Bahattin Ağabey’in veya benim zorumla katılmıştır. Halk şiirimizin bugünkü en büyük şairi Abdurrahim Karakoç, Nisan 1932’de dünyaya geldiğine göre bu Nisan ayında 75. yaşını kutluyoruz. 75. yaşında hâlâ delikanlı duruşunu yitirmeyen Karakoç’a HABER AJANDA olarak nice ömürler ve saadetler diliyoruz…


Mihriban

Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban.
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban.

‘Yâr’ deyince, kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor
Lâmbamda titreyen alev üşüyor
Aşk, kâğıda yazılmıyor Mihriban.

Önce naz, sonra söz ve sonra hile
Sevilen, seveni düşürür dile
Seneler, asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor Mihriban.

Tabiplerde ilâç yoktur yarama
Aşk deyince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban.

Boşa bağlanmamış bülbül, gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne
Şaştım kara bahtın tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban.

Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi, gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı
Çözemedim… Çözülmüyor Mihriban.

------------------

Unutursun (Mihriban’ım)

Unutmak kolay mı deme
Unutursun Mihriban’ım
Oğlun kızın olsun hele
Unutursun Mihriban’ım

Zaman erir kelep kelep
Meyve dalında kalmaz hep
Unutturur birçok sebep
Unutursun Mihriban’ım

Yıllar sineye yaslanır
Hatıraların paslanır
Bu deli gönlün uslanır
Unutursun Mihriban’ım

Süt emerdin gündüz gece
Unuttun ya büyüyünce
Ha işte tıpkı öylece
Unutursun Mihriban’ım

Gün geçer azalır sevgi
Değişir her şeyin rengi
Bugün değil yarın belki
Unutursun Mihriban’ım

Düzen böyle bu gemide
Eskiler yiter yenide
Beni değil, sen seni de
Unutursun Mihriban’ım

------------------

İKİ MİHRİBAN ŞİİRİNİN ARASINDA ÜÇÜNCÜ BİR MİHRİBAN: BEKLEMEK

Abdurrahim Karakoç’un elinde bir başka kâğıdı görüyorum. Bu, “Mihriban (3)”… Bir diğer ismi de “Beklemek”… “Unutursun” ve “Beklemek”… “Mihriban”, muhatabına takdim edilmişti. Özel gazete baskısı olarak… “Unutursun” ise, unutmayan sevgiliye haşin bir cevap... “Beklemek” ikisi arasında… İkisinin hem öncesinde hem sonrasında… Bunu daha önceki sohbetlerimizden bile bilmiyorum. Benim için yeni bir şiir… Serbest şiirin serazat rüzgârları da var, hecenin geleneksel iç disiplini de… “Beklemek”, “İki Mihriban”ın zamanından münezzeh… İlk aşkın, daha doğrusu aşkın ilk demlerinde Sarıca düzünde döktüğü gözyaşları kadar eski, âdeta sineye yaslanmış bütün yollar ve yıllar kadar yakından bilinen derin bir ıstırabın sarsması kadar taze…



Mihriban (Beklemek)



Sarıca düzünde bir yığın toprak

Sulanır her sabah gözyaşlarımla

Mihriban, Mihriban uyan da bir bak

Hasret düğüm düğüm ak saçlarımda



Ardıçlı dağlarda gene ay doğar

Akasya gölgeleri delik deşik

Bir pınar ağlar akşamdan sabaha dek

Yapraklar sallanır, ışıklar söner

Büyüdükçe büyür içimde bir ben beklemek



Öksüz kaldı, yem döktüğün kumrular

Çiçeklerin boynu bükük, bahçende

Mihriban Mihriban düşsüz uykular

Çıban çıban sızlıyor ah bende



Seneler yollardan izini sildi

Cebimde resmin kaldı bir tek

Bekletti meğerki ulviymiş yaşamak

Ne güzel derdik seninle beklemek

Güneş gene doğup gene batıyor

Yüzüme serdiğin saçların hani

Şimdi karyolanda eller yatıyor

Vefasız aynalar unuttu seni.



Dertler beni oylum oylum yakıyor

Her şey yalanmış, bilmeden gittin

Kaderin bağrında doğdu bir gerçek

Mihriban Mihriban ölümden zormuş

Ben de bilmezdim, beklemek

--------------------------

TUT ELLERİMDEN



Sırattan incedir sevda köprüsü

Beraber geçelim, tut ellerimden

Niyet ak güvercin, vuslat gökyüzü

Beraber uçalım, tut ellerimden



Gönüldeki bir his, kalkandır kışa

Aldırma ayaza, yele, yağışa

Giden ilkbahara, gelecek kışa

Beraber göçelim, tut ellerimden



Birleşmek üzeredir, şafak ve bulut

Korku beklenilmez kapıda durup

İster zehir olsun, isterse şurup

Beraber içelim, tut ellerimden



Çağır hayallerin en ötesini

Yakından duyarsın, aşkın sesini

Sonsuz mutluluğun penceresini

Beraber açalım, tut ellerimden



Hatırla kaybolan hatıraları

Elmastan ışıklı, altından sarı

Zaman tortusundan işte onları

Beraber seçelim, tut ellerimden



Şüphe başlangıçtır, karar nihayet,

Zamanı zamana etme şikâyet,

Kaçmak kurtuluştur diyorsan şayet,

Beraber kaçalım, tut ellerimden

----------------

ABDURRAHİM KARAKOÇ

1932 yılının Nisan ayında Kahramanmaraş ili, Elbistan ilçesine bağlı Ekinözü (Cela) köyünde dünyaya geldi. Küçük yaşlarda şiire merak sardı. Bu, aileden gelme bir meraktı. Çünkü dedesi ve babası da şairdi.

İlk yazdığı şiirleri 2 kitap olacak hacimde iken beğenmeyip yaktı ve 1958 yılından itibaren yazdıklarını “Hasan’a Mektuplar” ismi altında 1964 yılında 10 bin adet bastırdı. “Fedai Yayınları” arasında çıkan bu eser, kısa zamanda tükendi ve 2. baskısını yine 10 bin adet bastırdı.

1958 yılında yaşadığı kasabada belediye mesul muhasibi olarak memuriyete girdi.1981 yılı Mart ayında emekli oldu.

Mücadeleci şiirlerinin çokluğu şartlardan kaynaklanmaktadır. 27 Mayıs darbesi, zinde güçler, demokrasi maskaralığı ve haksızlıklar hiciv şiirlerini besledi. 30'a yakın mahkemeye verildi, hepsinden beraat etti. Avukat tutmadı, hep kendi kendini savundu. Hiçbir iktidarla barışık olmadı. Çünkü o, insana ve İslâm'a yapılanların zulüm olduğuna inanmıştı.

1985 yılından beri gazetecilik yapıyor. Bir ara politikaya girdi ve ayrıldı. Niçin girip, niçin ayrıldığını bir röportajda şöyle cevaplandırdı: “Allah rızası için girmiştim, Allah rızası için ayrıldım…”

Kendi dilinden, kendi tarifi

“Ebedî kudretin tek sahibinden alınan emir üzerine 1932 yılında dünyaya gelmişim. Çocukluğum şöyle-böyle geçti. Kıt imkânlara, kıtlık yıllarına rağmen hâlâ o günleri özlerim. Birçok kimseye o yılları anlatsam, 'Özlenecek neresi var?’ diyebilirler, amma ben hep çocukluk yıllarımı sevdim. Şiir yazmaya küçük yaşlarda başladım. Zaten bizim oralarda her genç şiir yazar. Bu tutku başka bir meşgalenin veya işin olmayışından kaynaklanıyor gibime geliyor. Ben de avareydim, boşluğumu şiirle doldurmaya çalıştım.

Benimle şiire başlayanlar yalnızlıktan, yardımsızlıktan dökülüp gittiler.

Bana gelince… Sağolsunlar, iktidarların ve muhalefetin irikıyım politikacıları, ihtilal cuntacıları, ‘bilimsel’ cüppeliler, entellektüel züppeler, millî soyguncular, sosyete parazitleri, sermaye sülükleri, zulüm-işkence makineleri, adalet katleden hukukçular, dalkavuklar, pezevenkler, üçkâğıtçılar vs. hep bana yardımcı oldular. Şiir malzememi veren onlar, öfkemi bileyen onlar oldular. Yardımlarını inkâr etmiyorum, fakat teşekkür de etmiyorum…

Dinsizlerin değil, din düşmanlarının yani İslâm düşmanlarının da az yardımı olmadı. Bir bakıma dinî duygularımın kuvvetlenmesine vesile oldular.

En uygun zamanda yaşadığıma inanıyorum. Yardımcılarım (!) var oldukları sürece yazmaya devam edeceğim. Allah (cc) kısmet ederse...”

Evli ve 3 çocuk babasıdır. 1984 Ekim ayından bu yana Ankara’da ikamet ediyor. Şu anda hiç bir siyasi kuruluş, hiçbir mesleki dernek üyesi değildir. Hakk’ın yanında olanları sözleriyle desteklese de, şahısları övmek, beğenmeyince sövmek gibi basitliği kabul etmemektedir. Yemini var, yazabildiği müddetçe yazacak…

Abdurrahim Karakoç kendini şöyle tanıtıyor:

İman kaynağımdır, tevhid havuzum
İslam'ın dışında arama beni
Muhammed-ül Emin tek kılavuzum
Putların peşinde arama beni.

Hak kelâm duyduğum kitap Kur’ân’dır
Başka yok! Uyduğum kitap Kur’ân’dır
Dolduğum, doyduğum kitap Kur’ân’dır.
Beşerin ‘boş’unda arama beni

Halim Kaya

26 Kas 2024

Süleyman Eryiğit’in yazdıklarından daha önce hiçbir yazısını okumadım. Mümtaz Turhan, Sabri F. Ülgener, Ömer Lütfü Barkan, Mehmet Genç gibi hocaları okuyup Osmanlının geri kalışının sebepleriyle ilgilenmeye başladığımdan ve özellikle de Mehmet Genç’in iki ciltlik “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi” adlı kitabını okuduktan sonra “Osmanlı ve Kapitalizm” konusu daha dikkatimi çekmeye başladı.

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

26 Kas 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

28 Eki 2024

M. Metin KAPLAN

12 Eyl 2024

Nurullah KAPLAN

12 Eyl 2024

Hüdai KUŞ

22 Tem 2024

Orkun Özeller

03 Haz 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Ziyaret -> Toplam : 126,20 M - Bugn : 25276

ulkucudunya@ulkucudunya.com