« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

28 Şub

2010

ŞAH-I NAKŞİBEND HAZRETLERİ H. 718 - 791 Buhara

01 Ocak 1970

Nakşi Tarikatının kurucusu olan Muhammed Bahaeddin Hazretleri, hicri 718'de (m. 1318) Buhara'ya beş kilometre uzaklıkta bulunan "Kasrı Ârifan"'da dünyaya gelmiştir.
Babası Seyyid Muhammed Buhari'den başlayarak ileriye doğru saydığımızda Şah-ı Nakşibend'in on beşinci ceddi, Resûlüllah'ın aziz torunlarından İmamı Cafer Sadık'a eriştiğini görmekteyiz.
Böylece, seyyidler nesline resmen bağlı bulunan Tarîk-ı Nakşi'nin aziz kurucusunun neseben mukaddes silsilenin devamı olduğu da açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim daha ziyade seyyidler neslinden görülecek bir takvâ titizliğinde olan annesi, küçük Bahaeddin'i haram şöyle dursun şüpheli şeylerden bile büyük bir dikkatle korumuş, hattâ şüpheli şeylerden yiyebileceğini sandığı kadınların sütünü emdirmekten bile dikkatle kaçınmıştır.
Aziz annenin bu takvâ titizliği, küçük yavrunun daha dört yaşında iken kerametvâri hâllere mazhar olmasına sebeb olmuş, annesinin inek sağdığı bir sırada yanına gelen küçük Bahaeddin:
"Anne, bu inek önümüzdeki baharda bembeyaz bir buzağı yavrulayacaktır," demiş, verdiği haber ise aynen vâki olmuştur.
Bu gibi hârika hâllerle dikkatleri çeken Seyyid Bahaeddin, Buhara'da bulunan hocalardan ders okumaya başlamış; hattâ Onu mânevî evlâd olarak yanına alan ilim adamı Seyyid Külâl Hazretleri, muhtaç olduğu dini ilimlerle teçhiz ettikten sonra tasavvuf büyüğü Abdülhâlık Gücdüvânî'ye teslim etmiştir.
Bu sebeple Nakşî Tarikatının kurucusu olacak Bahaeddin daha ziyade Ûveysi şekilde yetişmiştir. Yâni, önce tasavvufi terbiye inkişaf etmiş, ilmi iktisab bunun arkasından gelmiştir.
Nitekim, Ûveysi şekilde mânen ilerlerken bir gece rüyasında şu hitabı işitmiştir:
"Bahaeddin, ayağını şeriat caddesinden ayırma, sünnet çizgisinden sapıtma. Dâima azimetle amel et, ruhsatlara kayma!"
İşte bu ikazdan sonra hayatında ruhsatları değil de azimetleri esas alan Muhammed Bahaeddin Şah-ı Nakşibend, şeyhi bildiği Seyyid Külâl'den yavaş yavaş ayrılmaya, daha sâf ve ihlâslı inkişaf yollarını benimsemeye başlamıştır.
Nitekim, Şeyhi gizli zikir ile sesli zikri birleştirdiği halde kendisi sesli zikri bırakıp gizli zikre başlar... Yâni ruhsatı bırakıp azimetle amele yönelir.
Bahaeddin'in bu tercihini yanlış sanan talebe arkadaşları, Onu Seyyid Külâl'e şikâyet ederler:
Bahaeddin, sizin ihdas ettiğiniz sesli zikri terkedip, sadece gizli zikirle meşgul olarak yeni bir usul ihdas ediyor.
Ûstadı Seyyid Külâl'in cevabı şu olur:
-Ona dokunmayın. O, memur olduğunu yapıyor!"
Aradan çok geçmez, Şah-ı Nakşıbend'i huzuruna çağıran Seyyid Külâl, son sözünü söyler:
Size verebileceğimi verdim. şeyhim Muhammed Semmasî Hazretleri'nin emirlerini böylece yerine getirmiş oldum. Artık bundan böyle dilediğiniz yere gider, istediğiniz şekilde irşada başlayabilirsiniz. Sizin himmet kuşunuzun kanatları bizimkinden kuvvetli çıktı, bizden ileri geçtiniz!
Buna rağmen Şah-ı Nakşibend, nefis mücadelesine daha hızlı bir şekilde devam eder. Hattâ. yedi sene Mevlânâ Arifin hizmetinde, on iki sene de Hoca Halil Atâ'nın sohbetinde bulunur. Bu senelerde iki defa da hacca gider, mânevi inkişafını her kula nasip olmayacak bir merhaleye ulaştırır. Yol boyunca rastladığı âlimlerden istifade edip yeni bilgiler, feyizler elde eder.
Hac yolculuğu sırasında arkadaşları ile bazı kararlara varırlar. Kendisi bu hâdiseyi şöyle anlatır:
"Biz üç kişiydik. Hac yolunda Rabbimizden dileklerimiz oldu. Arkadaşlarımın her biri bir şeyler diledi. Benim tek niyazım Rabbimin rızasını kazanacak işlerle meşgul olmak oldu. Bu niyetime hiç bir arzuyu karıştırmadım, yan istekleri ilâve etmedim. Rabbim de beni bu niyetimde muvaffak kıldı. Hâlen Hakk'ın rızâsını kazanmaktan gayrı hiçbir şey dikkatimi çekmez, câzip gelmez."
Şah-ı Nakşibend'e Allah'ın rızasından gayrı maksatlar o kadar uzaktır ki, kerametlerini bile açıklamaktan vazgeçmeyi tercih eder. hattâ kerameti tarikatın bir oyunu olarak görür ve gösterir.
Nitekim bir müridi ile çölde giderken gecenin yaklaşması üzerine müridi korku kaplar. Az sonra da karanlık basar, müridin korkusu iyice çoğalır. Tam o sırada çevrelerini büyük bir aydınlık kaplar. Bu aydınlık varacakları köyün yakınına kadar devam eder. Köyün yakınına varınca müridini ikaz eden Şah-ı Nakşibend:
Sakın buna bakıp da aldanmayasın. Bunlar tarikatın oyunlarıdır. Aldanıp kalınacak bir mertebe değildir. Esas olan Hakk'ın rızasını ihlâslı şekilde muhafaza etmelidir" der.
Bundan dolayıdır ki, Nakşi tarikatında kerametler, zikirler gibi gizlenir, açıklanması uygun görülmez. Buna setri keramet denir.
Nakşi Tarikatında şu söz bu sebeple meşhurdur: "Kerameti gizlemek, göstermekten daha büyük keramettir". Demek ki, keramet bir mânâ ifade eder. Ancak bu kerameti gizleyecek kadar ihlâs göstermek de başka bir ihlâs ve mânâ ifade eder.
Bu mevzuda kendisinin ifadesi aynen şöyledir:
"Gaye Allah'dır, keramet değil. Allah verdikçe verdiğinde kalmayıp ihlâsa talip olmak, hasbiliği esas almak gerektir. Kerametle yüce makama çıktığını zanneden insan bazen ihlâsını muhafaza edemez; bulunduğu makamdan da aşağıya düşebilir..."
Şah-ı Nakşibend Hz.'lerine bir gün;
-Neden sizde keramet görülmüyor? diye sorulur:
Şöyle cevap verir:
-Azizim, sırtımızda bunca günah kamburu var iken hâlâ ayakta kalışımızdan daha büyük keramet olur mu? Şah-ı Nakşibendi Hazretlerinden sitayişle bahseden Bediüzzaman Hazretleri de keramet mevzuunda şunları dikkate verir:
"Ehl-i velâyet keşif ve keramet, ezvak ve envar verildiği vakit, bir iltifatı ilâhî nev'inden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvâlin istitar ve inkıtâını istemişler. Tâ ki, amellerindeki ihlâsı zedelenmesin."
Şah-ı Nakşibend Hazretleri, bir ara huzuruna çıkan bir talebesine eski iltifatını göstermez, yüzünü çevirip başka tarafa bakmayı tercih eder. Buna üzülen talebesi düşünüp dururken Hazret sorar:
Sen bir mü'min kardeşinin kalbini incittin mi?"
Derviş itiraf eder:
-Buraya gelirken bir köylüyle ağız münakaşası yaptık. Ona kırıcı sözler söylemekten kendimi alamadım." Hazretin cevabı şu olur:
Git, onun helallığını al, yoksa benden iltifat göremezsin!
Talebe gider, köylüyü razı edip helâllığını almak ister, ama muvaffak olamaz. Durumu şeyhine anlatır. Şah-ı Nakşibend kalkar, köylünün evine kadar gider ve ricada bulunur:
-Talebemin işlediği bu kusuru ben üzerime alıyor, kendim işlemiş kabûl ediyorum. Helâl et, bunu rica etmek için geldim evine.
Köylü mahcup olur, hakkını helâl eder. Hazret de hem köylü, hem talebesine iltifatta bulunur, tarafları barıştırıp gönül huzurunu te'min eder.
Horasan, Tus gibi doğunun ilim merkezlerini gezip kalb ve gönülleri senelerce imar ve ihyâ eden Hazret-i Şah'ın, 73 yaşında, hicri 791'de doğduğu yer olan Kasrı Nûfan'da vefat ettiği anı anlatırken büyük âlim, Alâeddin-i Aktar, şu bilgiyi verir:
"Hazret hastalanmış, son anlarını yaşıyordu. Bizler de Yâsin süresini okuyorduk. O ise durmadan Kelime-i Şehâdeti söylüyordu. Biz okuduğumuz Yâsin suresinin, yarısına geldiğimiz sıralarda ansızın bir nûr kapladı. Ne olduğumuzu bilemez olduk. Şimşek çakmasına benzeyen bu kısa zaman içindeki nûr kaplamasından sonra bir de baktık ki, Hazret ruhunu Rahmân'a teslim eylemiş, nûrların içinde ruhu makamı âlisine uçmuş..."

Ziyaret -> Toplam : 125,26 M - Bugn : 17456

ulkucudunya@ulkucudunya.com