Seyyid Ahmet Mekki Efendi
1896 – 06.09.1967 01 Ocak 1970
Son devir âlimlerinden. İsmi Ahmed Neyyir Mekkî olup lakabı Şihâbeddin ve nisbeti Arvasî'dir. 1934'den sonra Üçışık soyadını almıştır. Seyyid Abdülhakim Arvasî'nin büyük oğludur. Annesi Meşayih-i Nakşibendiyeden Seyyid Fehim Arvasî'nin büyük oğlu Reşid Efendi'nin kızı Aişe Hanımdır. 1314 (m. 1896) yılında Başkale'de doğdu. 1387 (m. 1967) yılında İstanbul'da vefat etti. Kabri Ankara Bağlum'dadır.
Küçük yaştan itibaren babası Seyyid Abdülhakim ve amcası Taha Efendilerden ilim tahsiline başladı. Van'da Şa'baniyye Medresesi'nde okudu. Sarf, nahv, mantık, belâgat, kelâm, Hanefî ve Şâfiî fıkhı ile usul-i fıkh tahsil etti. 9 yaşında Arapça, 11 yaşında Farsça öğrendi. Ayrıca mekteb-i ibtidâiye (ilkmektep), mekteb-i rüşdiye (ortamektep) okuyup, Van İdâdîsi'nden (lise) mezun oldu. Bu mekteplerde Fransızca öğrendi.
Medrese tahsilini bitirdikten sonra babasından zâhirî ilim icazeti aldı. Şark'ın Ruslar tarafından işgali üzerine ailesi hicrete mecbur olarak 1919'da İstanbul'a geldi. Abdülhakîm Efendi Medresetü'l-Mütehassisîn'e müderris ve Eyüp'teki Kaşgarî Tekkesi'ne de şeyh olarak tayin edildi.
Mekki Efendi, Sahn Medresesi'nden (İstanbul Medresesi'nin yüksek kısmından) 1924 senesinde mezun oldu. Medreselerin son mezunlarındandır. Bir müddet ilk mektep muallimliği yaptı. Daha sonra Üsküdar ve Kadıköy müftülüklerinde bulundu. Müftülüğü esnasında sual sormaya gelenlere muteber kitaplara bakmadan fetvâ vermezdi. Bu suali sorana cevabı güzelce izah ederek kafasında bir müphemlik bırakmamaya itina ederdi. Sonra da verdiği fetvâları muntazaman bir deftere kaydederdi.
Müftülük vazifesi yanında, hem talebe okutur; hem de muntazaman çeşitli câmilerde vaaz ve ders verirdi. Babasının vefatından itibaren Fatih Câmii, Arap Câmii, Yeraltı Câmii, Sinanpaşa Câmii, Beyoğlu Ağa Câmii, Firuz Ağa Câmii, Rumelihisarı Câmii, Süleymaniye Câmii, Üsküdar Yeni Vâlide Câmii, Bayezid Câmii, Bulgurlu Câmii ve Beylerbeyi Câmilerinde Mültekâ, Dürer, Merâkı'l-Felâh, Hidâye, Şir'atü'l-İslâm, Şifâ, Beydâvî Tefsiri, Süyûtî'nin Şerhu's-Sudûr, Şevâhidü'n-Nübüvve, Sahih-i Buhârî ve Ebussuud Tefsiri'nden ders verdi. Herkesin okumaktan bile âciz olduğu Beydâvî Tefsîri'ni şerhleri ile birlikte, baştan sonuna kadar okutup bitirmek babalarından sonra bir de kendilerine nasip olmuştur.
İlim öğretmek için ekseri zamanlarda talebelerine kendisi giderdi. Şayet talebesi okumak istemezse, tatlı dili ile onu ikna edip okuturdu. Bu işleri hiç bir karşılık beklemeden rıza-yı ilahî için yapardı. Yakınlarından birisi çocuklarını küçük yaşta okumaları için Mekki Efendi'ye gönderdi. Bir müddet sonra çocuklar derse girmekte gevşek davrandılar. Nasihat da fayda vermedi. Bu hususu Mekki Efendi'ye arz ettiğinde buyurdu ki: "Onlara her ders için para vereceğini va'd et! Her gün benden dersini okuduğuna dair imzalı kâğıt getirene şu kadar para vereceğini söyle." O yakını dediği gibi yapınca, çocuklar derslere severek geldiler ve çok şeyler öğrendiler. Küçük yaştaki çocukları bu yolla okutmanın kolay ve faydalı olduğu anlaşılmış oldu.
Çok cömert idi. Gece-gündüz kapısı sevenlerine, gelenlerine açıktı. Misafirlerine karşı her zaman ikram edilecek bir şeyler de bulurdu. Kendisi de çağırılan, davet edilen yere gider ve gittiği yerlerde büyüklerin hallerinden, yaşayışlarından bahsederdi. Müftülük yaptığı zamanlarda din görevlilerine daima şefkatli davranır, hal ve hatırlarını sorup gönüllerini alırdı. Maddi durumu iyi olmayanlara elinden geldiği kadar yardımcı olurdu. Bu sebeple emrinde çalışanlar onu bir müftü olarak değil, şefkatli bir baba gibi görürlerdi. Bir gün genç bir müezzin askere giderken veda maksadıyla yanına geldi. Mekki Efendi, ona dua ederek; "Evlâdım gidince adresini bana bildir!" diye tenbih etti. Müezzin, asker olduktan sonra, Mekki Efendi'ye bir mektup göndererek adresini bildirdi. Bir ay kadar sonra komutanı kendisini arayarak İstanbul'dan parası geldiğini ve almasını istedi. Müezzin çok şaşırmıştı. Çünkü İstanbul'dan kendisine para gönderecek hiç kimsesi yoktu. Sonra parayı gönderen zâtın, Mekki Efendi olduğunu öğrendi.
Dini ilimleri öğrenip hafızlığa çalışan bir genç, Üsküdar Müftülüğünde imamlık imtihanı açıldığını işitti. Fakir ve garipti. İmtihan günü müftülüğe gittiğinde müracaat edenlerin çok kalabalık olduğunu gördü."Bana burada iş vermezler. Elbiselerim eski, yaşım küçük, tecrübem de yok" diye düşünerek tam geri dönmeye karar vermişti ki, o sırada müftülüğün kapısı açıldı ve dışarıya çıkan bir kişi gerilerden onu çağırarak; "Oğlum sakın imtihana girmeden gitme" dedi ve içeri girdi. Genç bu işte bir hayır var deyip imtihana girdi ve kazandı. Sonra bu zâtın müftü Ahmed Mekki Efendi olduğunu öğrendi.
Mekki Efendi âlimlere karşı fevkalâde hürmetkâr idi. Talebelerinden birisi şöyle nakletmektedir: Bir gün hocamla birlikte başka bir talebenin evine gidiyorduk. Orada ders vereceklerdi. Akşam ezanı da okunmak üzereydi. Bir köşe başına geldiğimizde sokağa adım atacağı sırada durdu. Daha sonra yolunu değiştirerek başka bir sokaktan ve daha çok dolaştıktan sonra talebenin evine vardık. Ben hala yolu niçin uzattığımızı anlayamamıştım. Bu hâlimi anlayarak dedi ki: "Evladım o sokakta büyük bir âlim zat oturuyordu. Bu ilim sahibinin evinin önünden geçerken kendisinin hal ve hatırını sormadan geçmemiz uygun olmazdı. Kapısını çalsaydık, bu defa da dar vakitte kendisini sıkıntıya sokmuş olacaktık. Bu ise hiç uygun düşmeyecekti." O zaman anladım ki, Ahmed Mekki Efendi, ilim sahibine olan edebinden kapısının önünden geçmemişti.
Devamlı abdestli dururdu. Dünya malına, mülküne değer vermezdi. Sık sık şu sözü tekrar ederdi: "Mala mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi/Bir muhalif yel eser, savrulur harman gibi."
Yakınlarından birisi şöyle anlatmaktadır: Merhameti o kadar çoktu ki, kendisine el açanları bir defa olsun geri çevirmezdi. Kalp kırmaktan böylesine sakınan bir kimseyi bizim aklımız anlamaktan acizdi. Nitekim bir gün müftülükte birlikte oturuyorduk. Orta yaşlı bir adam içeri girdi. Müftü Efendiye dönerek; "Efendim bir ay önce Kars'tan gelmiştim. Fakat iş bulamadım. Beş parasız kaldım. Memleketime döneceğim ama bilet almaya param kalmadı. Otobüs kalkmak üzere, ne olur bir bilet parası veriniz." diyerek yalvardı. Ahmed Mekki Efendi adama acıyıp istediği parayı derhal verdi. Akşamleyin Müftü Efendi ile beraber dönüyorduk. Vapura bindiğimizde baktık ki, gündüz yol parası alan adam orada oturuyor. Ben gayet sinirlenmiştim, ancak belli etmiyordum. Müftü Efendi ise bana dönerek; "Bu kimse bugün bize yalan söylemiş. Şimdi beni görürse utanır, mahcub olur. Onun için gel, bizi görmesin." diyerek onun görmeyeceği bir tarafa gittik.
Mekki Efendi mütevazı ve duası makbul bir zât idi. Sevdiği bir kereste tüccarı vardı. Bir gün maddi bakımdan sıkışınca fâizle borç aldı. Mekki Efendi ona fâizden hayır gelmeyeceğini söylediyse de devam etti. Zenginleştikçe fâize daha çok bulaştı. Bir müddet sonra Mekki Efendi o tüccarı tanıyan birini görerek; "Eğer fâizi bırakmazsa, dükkânı yanacak." diye haber gönderdi. Fakat haberci başka yerlere uğradığından iki gün gecikti. Oraya vardığında o kişinin kereste dükkânının yandığı haberini aldı. "Ben geç kalmasaydım, belki bu olmazdı" diyerek çok üzüldü.
Talebesi Hüseyn Hilmi Işık, hocasını şöyle tasvir ediyor: Ahmed Mekkî Efendi, âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Efendi'nin büyük oğludur. Medrese tahsilini bitirdikten sonra, peder-i âlîlerinden ulûm-i zâhirenin inceliklerini alarak icâzetle şereflenmiş; yüksek teveccühlerine ve himmetlerine mazhar olarak, tesavvuf bilgilerinde de kemâle gelmişdir. Son derece edeb ve şaşılacak bir tevâzu ile kendilerini ağyârdan setr ederdi. Saf kalbli, temiz ruhlu olan yüzlerce genci ilim ve faziletle süsledi. Cenâb-ı Hak, bu feyz ve bereket kaynağından, İstanbul halkını, yıllarca fâidelendirdi. İlm güneşi Abdülhakîm Efendi'nin üfûlünden sonra, mahdûm-i mükerremi, Üsküdar, sonra Kadıköyü müftîsi, fazîletli seyyid Ahmed Mekkî efendinin halka-i tedrîsine kabûl buyuruldum. Büyük bir şefkat ve mehâret ile fıkh, tefsîr, hadîs, ma'kûl ve menkûl, üsûl ve fürû' ilmlerini ta'lîm buyurup beni, 27 Ramezân-ı mubârek 1373 [m. 1953] pazar günü icâzet-i mutlaka ile tedrîse me'zûn eyledi. Fazîletli Ahmed Mekkî Efendi ecdâdı gibi, beyaz, kara kaşlı, iri siyah gözlü ve çok sempatik, güzel yüzlü idi. Ahmed Mekkî Üçışık Efendi, arabî, fârisî kitâblardan ve pederinden din bilgilerini geniş olarak edinmişti. Fetvâlarına güvenilecek, yeryüzünde eşi az bulunan bir mübârek zât idi. Çok sayıda ve olgun, değerli din adamları yetiştirdi. İlim ve mânâ tâliblerinin derdlerine şifâ sunardı. Cenâb-ı Hak, mübarek vücûdu ile İstanbul şehrini ve bütün islâm âlemini şereflendirmiş ve fâidelendirmiş idi.
Ahmed Mekki Efendi, Kadıköy müftülüğü vazifesinde iken, 1 Cemâzilâhir 1387 (6 Eylül 1967) tarihinde Vefâ'daki evinde vefat etti. Son sözü "Elhamdülillah." oldu. Cenaze namazına binlerce kişi katıldı. Edirnekapı Kabristanı'na defnedildi. Kabri üç yıl kadar sonra çevre yolu yapımı sebebiyle Ankara Bağlum'a babasının yanına nakledildi. Kabir açıldığında, cesedin hiç bozulmamış olduğu görüldü.
Mekki Efendi'nin Süheyl, Bahaddin, Medeni, Hikmet ve Zahide isminde beş çocuğu vardı. Bunlardan Süheyl ve Bahaddin Efendiler babalarının sağlığında vefat etmişlerdir.
Eserleri: Mekki Efendi'nin Süyûtî'nin Tebyîdü's-Sahîfe, Seyyid Ahmed Derdirî'nin Risâletü Mevlidi'ş-Şerîf (Bâcûrî Şerhi ile beraber) ve Risâletü Hılli'd-Duhân tercemeleri vardır. Hiç biri tab olunmamıştır.