« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

30 Eyl

2024

Cumhuriyet Dindarlığının trajedisi

Dücane Cündioğlu 01 Ocak 1970

İstanbul’un en çok kitap satılan semt ve/veya ilçelerinin hangileri olduğu sorulsa, sanırım listenin hemen başında İstanbul’un şu üç ilçesi yer alır:

Beyoğlu, Beşiktaş, Kadıköy.

İlk ikisi Boğaz’ın Avrupa yakasında, üçüncüsü ise Anadolu yakasında.

Kitabın en çok satıldığı, yani en nitelikli kitapların değil sadece, en nitelikli kitapçıların da bulunduğu yerlerin başında geliyor bu üç ilçe.

Sevimsiz bir yükü omuzlamaktan kaçınamam, açıkça sormak zorundayım bu yüzden.

Acaba Fatih, Eyüp, Üsküdar gibi görece muhafazakâr ilçeler bu koca şehirde kitaba ve kitapçılara evsahipliği yapmaktan kaçınırlarken, onları, niçin Beyoğlu, Beşiktaş ve Kadıköy ilçeleri bağırlarına basmakta?

Bir rastlantı mı? Şehre özgü ulaşım olanaklarının kahredici bir cilvesi mi? Yerel yöneticilerin basireti ve/veya basiretsizliği mi? Niçin Eyüp değil de Beyoğlu mesela, Üsküdar değil de Kadıköy, yoksa bu karşıtlık nasıl işlediğini bilmediğimiz bir mekanizmanın mı eseri?

Karşıtlığın nedenlerini belirgin kılmak istiyorsak, soru sormaya devam etmeli, örneğin yanısıra kafelerin, restoranların, bar ve meyhanelerin, kültür ve eğlence yerlerinin yoğunlaştığı semt ve/veya ilçelerin hangileri olduğunu da sormalıyız.

Bu sefer alacağımız yanıtlar bir farklılık arzedecek mi?

Hiç sanmıyorum, çünkü kitapçıların yanısıra eğlence mekanlarının, tiyatroların, sinemaların, barların en çok yoğunlaştığı semtler de yine bu üç ilçe içerisinde yer almakta. Beyoğlu’nda, Beşiktaş’ta, Kadıköy’de. Üstelik birbirinden yalıtılmış bölgecikler halinde değil, yanyana, bitişik halde, neredeyse içiçe. Üç uzun cadde. İstiklal, Ortabahçe, Mühürdar caddeleri.





İstiklal caddesinin renkliliğini ayrıca tasvire ne hacet, sade tasavvuru bile yeterli. Beşiktaş’ta (Ihlamurdere’ye çıkan) Ortabahçe caddesi sizi iki büyük kitapçının arasından hoşâmedi ederken, daha ikinci adımınızı atmışken Çarşı size hemen ellerini uzatır. Kadıköy’de Mühürdar caddesi iki taraflı kitapçı dükkanlarının arasından bir lalezar gibi sizi sînesine davet ederken, cafe ve restoranlar biraz ötenizden size seslenirler. Hele akşam olmaya görsün, ışıl ışıl yanar her yer.

Apolloncu yarar ilkesi, Dionysosçu haz ilkesine daha fazla direnemez, pazarlık yapmak zorunda kalır. İkisi de bir türlü birbiriyle başedemez. Pazarlık pazarın şanındandır çünkü. Müzakere ve diyalog. Eşit ve özgür olanların diyaloğu, farklı olanların müzakeresi.

Kitaba ve kitap okumaya düşkünlük ile eğlence, haz ve zevk birarada yaşamak için bu semtleri tercih ettiklerinden, üçü de zaman içinde kendilerine özgü birer kültür havzasına dönüşmüş. Her birinin belleği var, çünkü muhayyilesi var. Muhayyilesi var, çünkü önlenemez bir devinimi var. Devinimin olduğu yerde yaşam, yaşamın olduğu yerde haz vardır, hazzın olduğu yerde de kültür. Bir tek iktidar yoktur. Tek boyutluluk. Her halukarda farklılıklara hürmet vardır çünkü.

İster istemez bir de gürültü vardır. Gürültü, hem de ne azîm bir gürültü, koca bir ırmağın çağıldayan sularının gürül gürül akışının değil ama, aksine insan yığınlarının o muazzam yayılışının gürültüsü. Bulutların arasından sızan ışıkla işbirliği halinde talihsizliklerin, alınganlıkların, kibir ve hasedin üzerini bir şal gibi örten şehrin gürültüsü.

Bireye, bireyselliğe, dolayısıyla farklılıklara nefes aldıran ortamların bu denetimsiz gürültünün ortasında saklanmasından daha doğal ne olabilir?

Olmaz, olamaz, çünkü şehir yaşamının canlı olduğu yerlerde belirir neş’enin alametleri. Sadece neş’enin mi, hüznün de! Taşra’nın tekdüzeliğine, hatta teksesliliğine karşın şehrin o akılalmaz karmaşası. Bir senfoni. Akıl ile kalbin çatıştığı nice arasokak. Çatıştığı ve uzlaştığı. İkinci doğa âdeta. Kültür. Bir şaka gibi sanki, kultur, yani hars veya ekin. Ama bu sefer toprağa değil, insan bilincine. Şehrin bilincine.

Her kadim şehir varoluşunu hem aklî (Apolloncu), hem de kalbî (Dionysosçu) ilkelerin yarattığı gerilime borçludur bu yüzden. Bu gerilim değil midir ki şehir halkının, Nietzsche’nin deyişiyle, hem daha neşeli (heiterer), hem daha bilimsel (wissenschaftlicher) olanın arasında salınmasını mümkün kılan?

Bir yandan aklın ve düzenin, uyumun ve kontrolün, nizam ve intizamın hükümfermâ olduğu anacaddeleri inşa eden Apolloncu ilke, öte yandan taşkın ve coşkun duyguların esrimelere yol açan o denetlenemez usdışılığının saklandığı arka sokaklardaki mütebessim Dionysosçu seziş ve kavrayış!
Atina’da agora meyhanelerinde, yani çarşıda sadece lâf u güzafla vakit öldürülmez, Greklere özgü o şölenler (symposium) en ciddi felsefi tartışmalara da evsahipliği yapardı.


Köyceğiz Gölü’nü Akdeniz’e bağlayan Dalyan Çayı’nın sağ kıyısındaki Kaunos (Kbid) antik kentini bilir misiniz, ne ilginçtir ki arkeologlar o kentte hâlâ bir odeon veya bouleuterion izi bulamadılar, bu nedenle theatron’da sadece tragedya ve komedyalar oynatılmakla kalınmadığını, yanısıra müzik dinletilerinin ve politik kararların alındığı halk meclisi toplantılarının da orada yapıldığını söylüyorlar.

Şaşırmamalı tarihin cilvelerine, Dionysos’un mabedinde, hem gösteri, hem müzik, hem siyaset.
Dağlar gibi dalgaların dört bir yana doğru, uğultuyla yükseldiği ve indiği azgın bir denizde, bir gemici, bir sandalın içinde, güçsüz teknesine güvenerek nasıl oturursa, yalnız insan da böylece sakin oturur, bir acılar dünyasının ortasında, principium indivuduationis’e dayanarak ve güvenerek.
Schopenhauer’in tasvir ettiği işbu hayal (maya) perdesini Apolloncu ilkeye uyarlamakta hiç tereddüt etmez Nietzsche.

Bakmayın siz tablonun ortasında bir gemiciye rol verildiğine, gerçekte, şehrin törpüleyici düzenliliği tarafından sürüklenen masabaşı insanının yazgısıdır anlatılmak istenen. Büro yaşamının eşitlikçi düzenekleri arasında eriyip giden zavallı insanın. Kısaca bireyin.

Principium indivuduationis!

Türkçesini nasıl bulalım da söyleyelim, eskilerin diline başvuracağız çaresiz. Toplumsal olanın ortaya çıkardığı bu halin adı teferrüd ve teşahhus. Çağdaşlarımız bireyleşme, bireyselleşme diyorlar, hem de teferrüd’de kendisini saklayan ferd ile, teşahhus’un içinden gözlerini bize dikmiş bakan şahsın varlığına karşın. Ferd ve şahıs sözcüklerinin yanında birey de biraz cılız kalıyor ne yazık ki, bireyleşme de. Öyle ya, hani nerede şu canım ferdiyet, nerede şahsiyet, nerede çağrışımlar ülkesinin, yani dilin insanın ayağını yerden kesen şu baştan çıkarıcı kadîm cilveleri?

Neş’e arasokaklarından sızar şehre. Derken, ciğerleri dolduran kokusu, farklılıkların yanından süzülmeden edemez özgürlüğün. Kuruntularına aldırmaz bile, bir çırpıda eşitliği ihlal eder. Bilhassa geceleri. Işıkların körelttiği karaltıların arasında. Meydanlarda.
Kentin eşitlikçi düzeni, anacaddelerinde, ferdiyeti ve şahsiyeti adım adım oluşturmakla kalmaz, şehrin insanlarını arasokakların o özgürlükçü belirsizliğiyle tehdit etmeyi de sürdürür. Üstelik farklılıkların ölçüsüzlüğüyle. Bireylerin.

Kitap ve eğlence. Düşünce ve sanat. Düzen ve düzensizlik. Müzik ve belirsizlik. Kısaca haz ile anlam’ın aniden ve yeniden çarpışması: sevinç.

Öncelikle yığınlar, ve pek tabii ki sonra şehrin tam da ortasında fıçılarının içinde kimseyi rahatsız etmeden oturmayı beceren bireyler. Görünüş’ün alametleri çoğaldıkça inadına gözden yitip giden Aristotelesçi cevher-i ferd’ler. Ama hep yanyana. Birlikte. Çelişkiden çok karşıtlık. Birbirini hem iten, hem çeken beşik tonozu kıvamında. Bir kemer gibi. Kilittaşı da, insanın, kaslarını, karşıtlıkların oluşturduğu yüreği. Mırıldanmaya ne gerek var, açıkça söylemeli, şehrin ana sermayesi insan yüreğidir. Ölçüye ve ölçüsüzlüğe aynı anda hürmet etmeyi bilen insan yüreği.

İnsanın beyni kitapçılara gereksinim duyduğu kadar, gönlü de yanısıra teselliyi bazen kafelerde, restoranlarda arar. Hem hüzün, hem neşe. Geçim sıkıntısının lafı mı olur, sıkıntının hası: can sıkıntısı. Daralan ruhlar. Dev panoların altında, parlak neon ışıklarının önünde karaltılar. Belli belirsiz üstelik. Yığın ve birey. Eşitlik’le çatışan özgürlük. Tekdüzeliğe teslim olmamakta direnen farklılık. Her daim ölçü ve ölçüsüzlük. Başka bir deyişle, vérités de la raisonun (akıl gerçekliği) yanısıra bir de vérités du fait (olgu gerçekliği). İstanbul’da kültür ve sanat denince, çaresiz Beyoğlu, Beşiktaş ve Kadıköy.

İstanbul’un gerçek karakteri: kosmopolis.

Farklılıklar-arası gerilimin yarattığı cennetler.

Rengarenk bahçeler yani. Her dinden, dilden, kültürden çiçekler. Her şehirden, her bölgeden, Türkiye’nin her kesiminden.

İnsan, hep insan! Önce ve sonra insan!

Gayr-i müslim vatandaşlar, diğerlerine nisbetle üç ilçede de hâlâ hatırı sayılır bir nüfusa sahip bu yüzden. Bir türlü içimin ısınamadığı o sözcükle azınlıklar. Yanısıra sol ve liberal kesimlerin ağırlıklı olarak yaşadığı yerler buralar. Başka deyişle, çokluk İstanbul’un şehirleşmiş popülasyonu. Esasen İstanbullu değilse bile, artık İstanbullu olmuş kesimleri.

VE öte yanda, mahcup bir halde susakalmış üç koca ilçe, hazdan ve zevk ilkesinden uzakta üç kadim belde, hem de bir kanadı kırık tam üç yüzük kaşı. Fatih, Eyüp, Üsküdar. Bir asra yakın bir süredir kendilerine gelemiyorlar, bir türlü geçmişlerine yaraşır bir kültür havzası olmayı başaramıyorlar. Bugün’de ve şimdi’de yaşamadıkça, zamanda ve mekanda geçmişin mirasına bir gelecek sunamayacaklarını anlayamıyorlar.

Niçin?

Henüz terkettikleri köyün hatıralarıyla meşgul yerel yöneticilerinin beceriksizliği mi, yoksa ilçe sakinlerinin yaşamdan uzak, neş’eden uzak, devinimden uzak taşralı ufukları mı?

Her ikisi de değil, çünkü bu ihtimalleri geçersiz kılacak bir geçmişe sahip oldukları malumumuz, zira gayet iyi biliyoruz ki ne eski Fatih, ne eski Eyüp, ne de eski Üsküdar bugün işaret ettiğimiz türden uzaklıklara aşina idiler.

Peki sorun nerede? Cumhuriyet dindarlığının bu denli haz ilkesinden, yani şehir yaşamından, kültürden, neş’eden, umut ve sevinçten uzak oluşunun asıl sebebi ne?

Fatih’in merkezinde Fatih Camii, hemen yanında çarşısı (Malta). Eyüb’ün merkezinde Eyüp Sultan, hemen yanında çarşısı (İkram ve Arasta). Üsküdar’ın merkezinde Mihrimah Sultan ve Yeni Cami, yine hemen yanında çarşısı (Atlama Taşı). Benzerlerine bütün Osmanlı şehirlerinin merkezinde rastlayabileceğiniz türden, loncaların belirleyiciliğinde oluşmuş küçük dükkanlardan müteşekkil tipik çarşılardır bunlar. Örneğin Bursa’da, Muğla’da veya Üsküp’te, Saraybosna’da, hep aynı arasta’lar. Cami ile çarşı yanyana, hatta içiçe. Pek tabii ki yanısıra medreseler, ve (sonraları) taş mektepler. Kısaca düzen ve intizam. Kurallar ve yasalar. Her türlü değişime direnen töreler.

Peki zevk ilkesi?

Şiir ve musiki?

Bunca yasaya, bunca kurala rağmen, hani kuraldışılık, hani farklılık, hani çeşitlilik?

Özgürlük nerede?

Deliler ve sarhoşlar?

Şairler ve dervişler?

Fransızların la raison a toujours raison dedikleri gibi haklı olan, hâkim olan hep akıl mıdır bu beldelerde?

Yegâne belirleyici, tartışmasız hakem, topluluğu kayıtsız şartsız zabt u rabt altına alan hep Musa’nın şeriatı mıdır, Hızır’a hiç mi yer yoktur?

Hep Arapça’nın kesinliği mi Türkçe’nin yalınlığına eşlik edecek olan, hani nerede Farsça’nın kıvraklığı ve ürkekliği?

Bu kadar mı tek boyutludur bu şehirler? Yoldan çıkmaya, günaha hiç mi izin verilmez? Günaha, yani mahremiyete, yani sırr u esrara, yani neş’eye, hüzne, eğlenceye, şiiriyete?
Nizam’ul-Mülk yaşıyor hâlâ, ama Ömer Hayyam nerede? Molla Kasım’lar da tamam artık, peki ya hani Yunus’larımız? Vani Efendi’ler her yerde, peki ama Niyazi Mısrî’ler nerede? Ebusuud Efendi’lere sözümüz yok, İbn Kemal adaylarına da, iyi ama a dostlar bizim gözlerimiz İbrahim Maşukî’leri arıyor. Hani şu, ey canlar dedikçe canlarına okunan şah-ı merdan çocuklarını. Çentik atılmış isimsiz mezartaşlarıyla bile nadanın nazarından saklanan şehrin us’lanmaz deli çocuklarını.

Mehmed Akif’i dilinizden düşürmüyorsunuz, ama siz bize niçin Neyzen Tevfik’ten hiç söz etmiyorsunuz? Hani şu Yenikapı Mevlevihanesi’nin eşiğinde büyüyen ser-mestten. Akif’in dostundan? Medreselerin estirdiği poyraz ve lodos şöyle dursun, seher vakti tekkelerde esen meltemlerin bile ciğerlerini harab ettiği İstanbul’un has evladından? Sokakların sultanından, delilerin, meczubların, serserilerin pirinden?

Cibril’in inişi için insana hüzün ve keder gerek, peki ya Cibril’i bile geride bırakacak mirac için? Hani sizi yedi kat semanın üzerine uçuracak Refref’iniz, hani üzerine bineceğiniz Burak, lütfen söyleyin a dostlar hani nerede semavi cazibe, mehabbet ve aşk nerede?

Dindar semtlerde neş’e, hüzün ve yanısıra derin kültür arıyorsak, çaremiz yok, tekkelerinin izlerini takip edeceğiz.

Fatih’in Haliç’e bakan tarafı medresenin, medresecilerin yakası, peki Hırka-i Şerif’e mücavir olan yaka? Avam bir yanda, peki havass? Hani İskenderpaşa’nın eski asaleti? Asitane’nin sesi hiç mi ulaşmaz Mihrimah Sultan’ın civarına? Asitane’nin, yani Yenikapı Mevlevihane’sinin? Cerrahi Tekkesi’nde inleyen ses, içten gelen bir sestir, ama Fatih hiç duymaz bu sesi, duysa bile hazmetmeyi beceremez. Hele hele delilerine ve sarhoşlarına tahammül bile edemez.




Eyüp Sultan’da, Haliç’in kenarında suya dudaklarını değdiren o ünlü Bahariye Mevlevihanesi’nin yerinde yeller esti yıllarca.

Güya restore edildi de n’oldu, şimdi ideolojinin merhametsiz pençeleri el koydu o canım binaya.




Çırağan Sahilhanesi’ne feda edilmiş Beşiktaş Mevlevihanesi’nin bedeninden eser kalmamış olsa da, İstiklal caddesinin tutunamayan çocuklarına kucak açan Galata Mevlevihanesi Tünel’in yanıbaşında veya Üsküdar Mevlevihanesi başından itibaren hem bedenen, hem ruhen tüm haşmetiyle saklandı durdu Doğancılar’ın arka sokaklarında.





Eyüp’te Haki Baba Tekkesi’nin İstiklal Harbi’nden sonra nasıl hiç esamesi okunmadı ise, Üsküdar’da Özbekler Tekkesi’nin de bir daha doğru dürüst çığlığı duyulmadı. Mehmed Akif’in ve dostlarının ziyaretçilerinden oldukları Beylerbeyi’ndeki Bedevi Tekkesi’nin de, Havuzbaşı’ndaki Afgani Tekkesi’nin de bugün adını da, yerini de bilen ne az kimse var.

Sözün özü, Eyüp’te de, Fatih’te de, Üsküdar’da da hüzün ve neş’e vardı bir zamanlar. Haz ve zevk ilkesinin hası hem de. Çünkü yüzlerce tekkeyi sînelerinde saklıyorlardı. Sadece sarhoşlara, berduşlara, külhanbeylerine mi, bahtı karalara da, aşıklara da, tutunamayanlara da kucaklarını açıyorlardı. Delilere. Şairlere, hep şairlere. Şiire.

Cami ve Medrese ve Çarşı merkezi temsil ediyordu, nizam ve intizamı. Anacaddeleri. Musa’nın şeriatını. Hızır ise tam da aksine arasokaklarda dolaşırdı, iktidarın aşinası olmadığı izbe mahallerde, bazen mehtaba çıkamayacak kadar yorgun aşıkların düşlerine girer, bazen tekkelerin tevhidhanelerinde, kafeslerin arkasından da seyretseler el-âlemi, o gönülleri kıpır kıpır genç kızların hayallerini zenginleştirirdi.

Konaklar arasında sevgililere mektupları kimlerin taşıdığını sanıyorsunuz, elbette öncelikle çocuklar, sonra bohçacılar, derken deliler, meczublar, dervişler...

Şehir yaşamının işaretleri bir zamanlar bu dindar semtlerde de vardı. Öncelikle diri bir yaşam, özellikle düşünce ve sanat, yani kültür, yani neş’e! Cami ile tekke arasında oluşan gerginliğin tüm meyveleri. Yasak olduğu için yasak çiğneyiciler de eksik olmazdı şehrin sokaklarından. Günah.


Cumhuriyet dindarlığının dünyasını sadece Cami şekillendirdi, hâlâ da şekillendirmeye devam ediyor. Anlamı hazla buluşturamadığından olsa gerek genellikle neş’esiz ve hülyasız. Had ve hududdan ötesini bilmeyen bir dindarlık bu! Güya yüzünü geleceğe dönmüş ama şimdi’siz ve burada’sız, yıldızlara gözünü dikmiş yürürken çakıltaşına basıp düşen bilgeler misali. Mısır’dan, Pakistan’dan, İran’dan yapılan beylik çevirilerce ideolojik ufku belirlenen Cumhuriyet dindarlığı, yıllardır Tanrı’yı şehre nasıl davet edeceğini düşünüyor. Sadece camilerde toplanmayı biliyor, derneklerde, kurs binalarında, bir de gençken göçmenliğin bütün faturasının kendisine çıkarıldığı bekar odalarında.

Evet, içim yanarak söylemek zorundayım, neş’eden ve hüzünden uzak bir dindarlık bu. Farklı olanı (hoş)görme yetisinden neredeyse mahrum. İlmihal sadeliğinde, ve namaz hocası katılığında.

Şehrin aşure tadındaki çoğulculuğu sadece farklılıklar-arası gerilimin yol açtığı zenginliği ortaya çıkarmakla kalmaz, insana olduğundan daha farklı olabilmenin olanaklarını da sunar. Korkma, istersen değişebilirsin, der. Sana güven veren alışkanlıklarını gözden geçirebilirsin, dilersen bir başkası bile olabilirsin, diye kulağına fısıldar. Süreklilik ilkesinin yanısıra değişmenin heyecanından da mahrum etmez insanı. Hiç çekinme, şiirin, müziğin ve raksın (semahın) eşliğinde ruhunu pekâlâ katılaşmaktan kurtarabilir, bakışlarını kendine çevirmeyi bildiğinde dünyayı da yerinden oynatabilirsin diye muştulamaktan kaçınmaz insanı.

O halde bir türlü şehre ısınamamış yığınların desteğinde kurumasına izin vermemeli canım yaşam ilkesinin, inat edip onu asla ideolojik müsamahasızlığın cenderesinde öğütmemeli, eskilerin tabiriyle havalandırmalı, onu sevinçle şehrin üstüne serpmeli. Yaşamın en temel ilkesini. Arzu’yu, sevgi’yi, aşkı, ama her daim aşkı.

Tüm şehir o aşktan nasiplenmeli, Bektaşilerin duasıyla, evvela, aşkolsun erenler, demeli. Aşkolsun, yani herşey aşka dönüşsün, diye seslenmeli. Israr edilecekse, aşkta ısrar edilmeli.

Ne yapıp edip tanrı’yı şehre çağırmalı! Belki de meydanlarda toplanmak yerine usulca şehrin arasokaklarına dağılmalı!

Aramıza ‘rahmet’in inmesini istiyorsak, korkmamalı, neş’eyle semaya yükselip oradan tekrar şehrin üstüne damla damla düşmeli!

NOT: Bu yazı, ilk olarak "Tanrıyı Şehre Çağırmalı" başlığıyla yayımlanmıştır. (Hürriyet, 12 Mayıs 2013)

https://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com/2013/05/tanriyi-sehre-cagirmali.html

Ziyaret -> Toplam : 125,07 M - Bugn : 92339

ulkucudunya@ulkucudunya.com