Julius Evola, İslâm ve Avrupa milliyetçiliği
Sinan Baykent 01 Ocak 1970
Julius Evola (1898-1974) figürü, Avrupa'daki milliyetçi olgunun fikir mayasını doğrudan yoğuran ender entelektüellerdendi.
Her ne kadar hayatının bir kesitinde hem faşist Roma hem de nasyonal-sosyalist Berlin'le kimi "düşünsel kesişmeler" tecrübe etmişse de İtalyan ideolog -yaygın ve yanlış kanaatin aksine- hiçbir zaman "klâsik" anlamda söz konusu akımların bir parçası yahut bir destekçisi olmadı. Hatta onları, en güçlü oldukları dönemde şiddetle eleştirmiştir.
Paradoksal olarak, Evola bir "milliyetçi" bile değildi. Kendini konumlandırdığı "Tradisyonalizm" (Gelenekçilik) akımı sınırlarında, "aristokratik" karakteri baskın bir "ulus-üstü/ötesi" kavrayışla donanıyor.
Buna rağmen, bilhassa da 1945-sonrası dönemde, tüm varoluşsal ölçülerini yitirmiş ve çaresizce bir "rehber" arayışına girişen ulusal-sağ cenah için bereketli bir ideolojik ilham pınarı oluyor.
Anti-Hristiyan tonu çok koyu bir pagan idrâka sahip olsa da Evola, Tradisyonalizmin de tesiriyle, söz konusu paganizmi daima derin bir metafizikle beslemiştir. Evola'nın belki de en ilginç yanlarından biri ise, İslâm'a ve Müslümanlara dair bakışı.
Gerçekten de Evola, bir René Guénon misâli ihtidâ etmediyse bile, İslâm'ın çekim gücü karşısında duyarsız kalmamış ve ona kendi metafizik-ezoterik taramalarında müstesna bir yer atfetmiştir.
Gerek 1934 tarihli "Modern Dünyaya Başkaldırı" başlıklı eserinde, gerekse de sonradan yayımladığı muhtelif makalelerde ve dahi muhataplarınca kitaplaştırılan ikili/toplu sohbetlerinde, Evola, "İslâm ve Müslümanlar" levhasına etraflıca değinmiştir.
Söz konusu değerlendirmeler epey ilginç ve Avrupa havzası nazarından bakıldığında, "alışılmadık" denilebilir.
Dahası, bunların Evola'nın "şahsıyla" sınırlı kalmayıp, Avrupa'daki milliyetçilik galaksisinin en ücra köşelerine kadar uzandığı yadsınamaz bir gerçek.
Evola'nın İslâm'a ilgisinin kökenleri
Julius Evola, "medeniyet kaygısı" taşıyan bir düşünürdü. Fakat bu "medeniyet" imgesinin muhteviyatı ezberletilmiş kıstaslara dayanmaz.
Evola açısından bir "Doğu-Batı" ayrımı yapmak anlamlı değil. Keza ikisi arasında bir hiyerarşik "alt-üst" tasnifi yapılmasını da kati suretle reddediyor.
Sahip olduğu "Tradisyonalizm" anlayışına göre -zaten tüm esaslı manevî gelenekler bir şekilde "aşkınlık" prensibinde birbirleriyle kavuştukları için- nakşedilmesi icap eden karşıtlık "Doğu-Batı" ekseninden ziyâde, "kadim-modern" eksenindedir.
Bu önemli bir nüanstır çünkü söz konusu tezadın birtakım inançsal, kültürel, içtimâî ve siyâsî izdüşümleri olacaktır.
Evola nezdinde Avrupa, "Yahudi-Hristiyan değerleri" prizmasından süzülen bir "bulaşıcı hastalık"la cebelleşmektedir. Ve yansımalarının en dramatik olanı, kıta Avrupa'sının "demokrasi zehri"yle yozlaştırılmasıdır.
Bu "burjuva zehri" kıta Avrupa'sında yumuşamayı tetiklemiş ve onu eril, savaşçı ve üstün hususiyetlerinden büsbütün arındırarak "uysallaştırmış"tır.
Evola'nın karşı-teklifi ise ilksel "Ârî Gelenek"e dönüş. Bu "Gelenek"te savaşçılık ve bizzat "savaş"ın kendisi bir çeşit dinî ibâdetin, bir yüksek metafizik kavganın somut temsili şeklinde tecelli ediyor.
Bunun için "Yahudi-Hristiyan" değerlerinden zihnen, mânen ve fiilen koparak "hakiki" Avrupa geleneğinin köklerinin bulunduğu Pers'e, Hindistan'a ve Antik Yunan'a bakmanın şart olduğu çıkarımını yapıyor.
Mevzubahis "kök"lerde "savaşa içkin manevî değerler" ve "manevî değerlere için savaş" esprisinin yattığını ifâde eden Evola, tam bu noktada dikkatini Kur'ân'a veriyor.
Şia üzerinden İslâm'ı keşif süreci
Evola'yı -metafizik ve/veya ezoterik merakının ötesinde- Kur'an'la ilgilenmeye sevk eden tarihsel dekoru ve konjonktürü akıldan çıkarmamalı.
İtalya'da faşizmin ilk demlerindeki propaganda, İtalya'yı Arap-İslâm âlemiyle "aynı ulvî dâvâyı güden" bir genç devlet şeklinde takdim etti.
Bundaki amaç üç boyutluydu: İslâm âleminin İngilizlere nispetle duyduğu hoşnutsuzluğu kendi (ekonomik) menfaatleriyle ahenkli olacak şekilde siyasallaştırmak, Akdeniz'de yalnızca askerî değil aynı zamanda bir siyâsî hâkimiyet kurulmasının temellerini atmak ve komünizme karşı uluslararası cepheyi tahkim etmek.
DAHA FAZLA OKU
Avrupa'da milliyetçilik: İslâm dostluğundan İslâm düşmanlığına hangi süreçler?
Cefalù Manastırı, kaos büyüsü ve sağ-hızlandırmacılık
Batı'nın yeni İslâm düşmanlığı ve Türkiye
Sonradan korkunç bir fiyasko ve utanç içinde sonlanmışsa da başlangıçtaki "girişim"in konturları bunlardı.
Hâl böyleyken, Evola'nın bu "hava"dan bir şekilde etkilendiği yahut "esinlendiği" pekâlâ düşünülebilir.
Şunu belirtmek gerekir ki, Evola Sünnîler ile Şiîler arasındaki mezhep farklılıklarına çok hâkim değil.
Doğrusu, pek umursadığını da düşünmüyorum. İslâmî literatüre âşinâ olduğu belli ancak derinine inip inmediği bir muamma.
İsmâilîler, 1920'lerin sonlarından itibaren Evola için ciddi bir "girizgâh"tır. Kendince İsmâilîlerde tefekkürün aksiyonla, aksiyonun da tefekkürle harmanlandığı bir "model" keşfediyor.
Ve İsmâilîler referansı hayatı boyunca -zikzaklarına rağmen-daima bir "referans", bir nevî "0 noktası" vazifesi ifâ ediyor. Zaman zaman uzaklaştığı ve fakat eninde sonunda dönüp sığındığı bir nokta olduğunun altı çizilmeli.
İslâm'daki kapsamlı ve sıkı "tevhid" algısı, Evola açısından dinin "ilksel gelenek"le olan kuvvetli bağını tescillerken, "ümmet" hakikatinde ise kendi "üstün ruhânî ırk" yaklaşımının bir ekosuna rastlıyordu.
Bilindiği üzere Evola, biyolojik esaslara yaslanan "ırk" tasavvurlarını hepten inkâr ederken, "ruh" ve "mânâ" ikilisi üzerine bina edilmiş bir "ırklar tasnifi" yapılabileceğine inanıyordu.
Bu zâviyeden, bir "Mü'minler topluluğu/kardeşliği" olarak "ümmet" kavramı Evola için fevkalâde cezbediciydi. "Cihat" kavramı da öyle.
Müslümanları Yahudilerden ve Hristiyanlardan ayıran en önemli karakteristiğin "cihat" olduğunu vurguluyordu.
Cihadın nefsi terbiye ve tezkiye ettiğini, ruhun üzerine çöken maddiyat yükünün böylelikle tahliye edildiğini ve ruhun "temizlendiğini" serdediyordu.
Ezoterik arayışları canlı olduğundan olsa gerek, Evola'nın Şia'ya dair geliştirdiği entelektüel temayül bir parantezi hak eden cinsten.
Evola, On İki İmam'cı Şia'yı pek çok defa "inisiyatik" bir akım olarak tarif ediyor. Hatta On İkinci İmam'ın – yâni İmam Mehdi'nin – "büyük bir inisiyatör", bir "kutup" ve "nizâmın yöneticilerinden" olduğunu söylüyor. Bununla da yetinmeyip, İmamların "masumiyeti"nden dolaylı olarak müçtehitlerin de faydalandığını, bunun Şiîlik dairesinde hususî ve mümtaz bir "ruhânî ırk"ın teşekkülünü sağladığını paylaşıyor.
Özellikle "İmam Mehdi" figürüyle bağdaşık bir "hipnoz" deneyimlediği ileri sürülse abartmış olunur mu, emin değilim.
Öyle ki, daha sonraları bu meseleyi -üstelik bazı eksiklik ve yanlışlarla- bir "idefiks" mertebesine taşıdığı rahatlıkla görülebilir.
Soğuk Savaş yıllarında Arap sosyalizmlerine karşı öfke patlamaları
1945-sonrası dönemde İslâm'ın merkezî önemi Evola'nın gözünde katlanarak arttı.
Katlandı, çünkü modernitenin krizi çift-kutuplu dünya dinamiğinin de ağırlığıyla iyiden iyiye girift bir hâl alıyordu.
Kendisinde İslâm'ın Batı-tipi demokrasi ile komünizm arasında bir "üçüncü şık" olabileceği ve bu vesileyle de modernitenin hırpalayıcı çıkmazlarının aşılabileceği düşüncesi yerleşiyor.
Fakat Evola'nın "dünyanın İslâm'a ihtiyacı olduğu" zamanların gelip çattığı tespitine mukabil, aynı anda Arapların bağımsızlıkçı hareketleri de filizleniyor.
Evola için İslâm âlemine "Batı-tipi demokrasi'nin bulaşması" yeterince kötüyken, "sosyalizm" fikrinin "bağımsızlık" adı altında araçsallaştırılması ise sabır taşının çatlamasıyla eş anlamlıydı.
Evola, Baasçılığı yerden yere vuruyor. Mısır'da Cemal Abdülnâsır iktidarıyla ise deyim yerindeyse adeta "karalar bağlıyor".
Bu bağlamda 3 Mart 1957 tarihinde "Meridiano d'Italia" dergisinde yazdığı ve "İslâm'ın özgürleşmesi komünizme giden bir yoldur" başlığını taşıyan bir makale çok çarpıcı olmasına karşın pek bilinmez.
Makalesinde Evola hem Nâsır'ı destekleyen Avrupa'daki milliyetçi (ve Üçüncü Dünyacı) muhite hem de "İslâm'ı demokrasiyle uzlaştırmaya çabalayan" Müslüman halklara kıyasıya hücum eder. Türkiye'de kemalizm de bu eleştiri oklarından nasibini ziyadesiyle alır.
Evola'ya göre "demokratikleşme" (ister sosyalist isterse de liberal kaplamalı olsun) İslâm'ı Modernite karşısında sahici bir "alternatif" olmaktan alıkoyan yegâne unsurdu. Bunlar birer "sanrı"ydı ve Müslüman halklar efsunlanarak İslâm'ın "ruh"undan koparılmışlardı/kopmuşlardı.
Makalesinde Evola öylesine hararetli ve serttir ki, bir yandan Mısır'daki El-Ezher'in nüfuzunun azalmasına cüsseli bir tepki gösterirken, diğer yandan da bundan böyle yalnızca İhvân-ı Müslimîn'in ve Vehhabîlerin İslâm'ı temsil kabiliyeti haiz olduğu sonucuna varır.
1961 yılında yayımladığı meşhur "Kaplanı Sürmek" başlıklı eserinde de Evola, benzer bir tavır içindedir.
Öyle ki, "Müslümanların bağımsızlıkçı hareketleri onları ilerici ideolojilerin kucağına bırakacak" diye yazar.
1970'lerin başında mürekkebe döktüğü son makalelerde ise Şiî öğelere dönme ihtiyacı içinde olduğu anlaşılır.
Örneğin 1971'de "Le vie della Tradizione" dergisinde yayımlanan "İnisiyasyon Merkezleri ve Tarih" başlıklı makalesinde, Müslümanların "İmam Mehdi'yle aralarındaki ruhî bağın pörsümesine izin verdiklerini", İmam Mehdi'nin de bu sebeple "zuhur edip Tarih'in içe doğru kıvrılışını durdurmadığını" not düşer.
Aslında "İmam Mehdi"nin Evola indinde neden bu denli belirleyici olduğunun bir izahatı "Kaplanı Sürmek"teki "Apoliteia" kavramında düğümlenir.
Evola'ya göre en mühimi, insanın karanlığa bulanmış bu çağda değiştirmeye gücünün yetmediği/yetmeyeceği başlıklarda en azından kendini korumaya alabilmesiydi.
"Oto-muhafaza"ya mâtuf bir "ruhî geri çekiliş" olarak yorumlanabilir. Bunun da kimi Şiî cemiyet ve oluşumlarında desteklenen "İmam Mehdi zuhur edene değin salt ibâdeti mükemmelleştirmeye adanma" hâliyle belli ölçülerde benzerlik ihtivâ ettiği açık.
Avrupa milliyetçilerine etkileri
Evola'nın İslâm'a bakışının Avrupa'da milliyetçiliği blok hâlinde olmasa bile parça parça etkilediği tartışmasızdır.
Her ne kadar 1950'lerin sonlarında Arap sosyalizmine dair serdettiği görüşlerle -başta kendi taraftarları olmak üzere- Avrupa milliyetçiliğinin "Üçüncü Dünyacı" mecrasının şimşeklerini üzerine çekmişse de "İslâm" faktörünün genel olarak Avrupa milliyetçisi çevrelerde yaygınlaşmasında rol oynadı.
Öyle ki, birçok Avrupa milliyetçisi (aralarında Alman, Fransız, İtalyan ve İspanyollar vardır) Evola'nın yazıları ışığında İslâm'a geçti.
Diğerlerinin ise kritik anlarda hem Sünnî hem de Şiî yapılarla dayanışma gösterdikleri, hatta onlarla bazı meselelerde ortaklaştıkları ve "yoldaşlaştıkları" oldu.
2000'lerin başlarından itibaren ise bu "Evolyen damar" gitgide daraldı, büzüştü. Hâlâ tarihsel milliyetçilerin tezlerinde izleri varsa da eskisi kadar "alıcısı" kalmadı.
Avrupa ulusal-sağının "sağ-popülistler" ile "ulusal-muhafazakârlar" arasında "pay" edildiği günümüz bağlamında artık Evola'ya biçilen sorumluluk, "kütüphaneleri süslemek"ten başka bir şey değil.