Hamza Sâdi Özbek
Prof.Dr. Necmeddin Sefercioğlu 01 Ocak 1970
BİR komüniste Atsız Beğ aleyhinde açtırılan ‘hakaret dâvası’nın 03 Mayıs 1944’deki duruşması sonunda Ankara’da yapılan gençlik gösterisi ve yürüyüşü bahane edilerek başlatılan ve Türkçüleri büyük acılara gömen devlet terörünün yirmi dört somut mağdurundan biri Hamza Sâdi Özbek idi. 1944 yılı Mayısında görevli bulunduğu Aydın’da tutuklanarak İstanbul’a götürülmüş, öteki Türkçüler gibi işkencelere uğratılmış, İstanbul I. Sıkıyönetim Mahkemesinde bir yıla yakın süren yargılamalar sonunda aklanmıştı. Bütün suçu At-sız’la mektuplaşması ve Onun yayınladığı Orhun dergisinin anketine “Türk’çe” cevaplar vermiş bulunmasıydı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün bulunduğu ünlü Sanasaryan Hanı’ndaki ‘tabutluk’a O da konulmuş; fakat iri cüssesi dolayısıyla bu işkence dolabına zorla sığdırılmış, uzun boyu dolayısıyla başının yüksek akımlı lâmbalara çok yakın olması yüzünden bayıldığı için işkence başarıya ulaşamamıştı1. Özbekistan’dan gelip Muğla bölgesine yerleşmiş bir yörük ailesinin çocuğu olan Hamza Beğ, İzmir Lisesindeki edebiyat öğretmeni Tahsin Burdurlu’nun telkini ile Türkçülüğü ülkü olarak benimsedi. Hayatı boyunca Türkçülüğün önde gelen sevdalılarından biri oldu; Muğla ve çevresindeki bütün milliyetçi etkinlik ve eylemlerin düzenleyicisi, öncüsü ve önderi idi.
•••
O, mezar taşı yazıtında verilen bilgiye göre, 01 Mart 1914 günü Muğla’da doğdu2. Babası Mehmet Saadettin Efendi, Annesi Sıddıka Hanımdır.
İlk ve orta okulları Muğla’da okuduktan sonra bir süre aynı yerde öğretmenlik yaptı. Daha sonra Bursa ve İzmir liselerinde okudu. Ardından Ankara’daki Maliye Meslek Okulu’nu bitirdi.
O okulu tamamladıktan sonra, Batı Anadolu illerinde maliye kurumlarında çalıştı. Aydın Tahsisat Müdürlüğünde memur iken 1944-45 Türkçülük soruşturması ile ilgili görülerek tutuklanıp İstanbul’a götürüldü. Yargılamalar sonunda aklandıktan sonra eski işine döndü. Kısa süre sonra da Torbalı Mal Müdürlüğüne atandı. 1950’den sonra Muğla’da “Maden İrtibat Memuru” oldu. Yatağan linyit kömürlerinin bulunup işletilmesine önemli katkılarda bulundu. 1951 yılında Türk Milliyetçiler Derneği’nin Muğla Şubesini kurdu ve kapatılışına kadar başkanlığını yaptı. 1960 sonrasında memurluktan ayrılarak linyit kömürü işletmeciliği yaptı ve ticaretle uğraştı. 1971’de amansız bir hastalığa yakalandı. Ankara’daki tedavisinden olumlu sonuç alınamaması üzerine götürüldüğü Muğla’da 06 Kasım 1971 günü3 uçmağa vardı.
1947’de Milas’lı bir Türkmen ailesinin kızı olan Halide Hanımla evlenen Hamza Sâdi Özbek’in Neslihan ve Yeşimcan (merhume) adlı iki kızı ile Umurbeğ adlı bir oğlu doğdu.
Edebiyata da ilgi duyan Özbek, Türkçü ve yerel dergi ve gazetelerde ülküsünü dile getiren hamasî şiirler, toplumsal konularda yazılar; bazı kitapçıklar yayınladı.
•••
Sanırım 1959 yazı idi. Millî Kütüphane’nin Konu Kataloglaması Bölümünde çalışıyordum. Cam bölme ile ayrılmış bulunan yanımızdaki odadan Nejdet Sançar Hoca’nın yüksek sesle “Ooo! Kim gelmiş... Hoş geldin!..” dediğini duyarak ilgimi oraya yönelttim. Nejdet Hoca âdeta koşarak odanın ortasına kadar gelmiş, oraya erişmiş bulunan konuğu ile kucaklaşıyodu. Konuğu, o güne dek görmediğim iri cüsseli, güleç yüzlü, yanaklarından âdeta kan damlayan, yakışıklı biriydi. Hareketlerinden çok nazik, çevresine saygılı bir insan olduğu anlaşılıyordu. Aralarında bir süre sohbet ettikten sonra Nejdet Beğ beni çağırdı. Ara kapıdan geçerek yanlarına vardığımda, Onu bana “1944 işkenceleri sırasında tabutluğa sığmayan Hamza Sâdi Özbek!” diyerek tanıttı. Masa önünde, Onun karşısındaki sandalyeye ilişerek onları dinlemeye koyuldum. Adını daha önce Nejdet Hoca ile öteki Türkçü ağabeylerden duyduğum, ilgili olduğu olayları ve durumları haftalık Orkun dergisinde okuduğum Hamza Sâdi Beğ ile tanışmam böyle gerçekleşti.
Onu, Millî Kütüphane’de çalıştığım 1959-62 arasında Nejdet Sançar’a yaptığı ziyaretler sırasında ben de görme, Hoca ile yaptığı güzel sohbetlere dinleyici olarak katılma fırsatı bulabiliyordum. Dil ve Tarih-Coğrafya Fa-kültesine geçişimden sonra bu görüşmelerimiz iyice seyrekleşti. Tesadüflere bağlı duruma girdi. Fakat 1970 yılı yazının bir on beş gününü, bir okulun yatak odası yapılmış sınıfında, yan yana kurulmuş karyolalarda Onunla birlikte geçirmek mutluluğunu yaşadım:
O yıllarda Kültür Bakanlığı, değişik düzeylerdeki kütüphane görevlileri için ‘Hizmet İçi Eğitim’ kursları düzenliyor, yaz aylarındaki o kurslara öğretici olarak beni de çağırıyordu. Kurslar genellikle İstanbul’da, Kabataş Lisesi’nde yapılıyor ve iki veya üç hafta sürüyordu. Halk, okul ve çocuk kütüphanecileri için ayrı programların uygulandığı bu kurslara her gruptan 30’ar kişi katılırdı. Yatılı olan lisenin yatakhanelerinde kursa katılanlar kalır; öğreticiler ise, sıralar bir kenara itilerek oluşturulan alana yerleştirilen karyolaların bulunduğu derslikleri kullanırlardı. Yani biz öğreticilere bağımsız birer oda veriliyordu.
1970 yılının 13-31 Ağustos’u arasında düzenlenen kurslardan Halk kütüphaneciliği ile ilgili olanına ‘müdür’ler çağırılmıştı. Muğla İl Halk Kütüphanesi Müdürü Neslihan Özbek de onlar arasında idi. Özbek soyadı bana hemen Muğla efesi Hamza Sâdi Beği hatırlattı. İlk dersin başlangıcında yoklama yaparken, sıra ona gelince Hamza Beğle ilişkisi olup olmadığını sordum. Aldığım “Kızıyım” cevabı beni hem şaşırttı, hem de sevindirdi. Şaşırdım; çünkü kızının Muğla Halk Kütüphanesinde çalıştığını ve müdürlüğe atandığını bilmiyordum. Sevindim; çünkü bu vesile ile Ondan haber almak, belki de kendisini görmek mümkün olacaktı. Ders sonunda Onun da kızı ile birlikte İstanbul’a geldiğini, bir otelde kalacağını öğrendim. Kursa katılanların yakınları henüz ayrılmamışlardı. Okul bahçesinin deniz kıyısındaki banklarında Boğazı seyrederek yorgunluk gideriyorlardı. Hemen bahçeye çıkarak Hamza Sâdi Beği aradım ve buldum. Ona otelde kalmasına gerek olmadığını, lûtfedip kabullenirse, bana ayrılan sınıfa bir karyola daha koydurup kendisini konuk etmekten büyük mutluluk duyacağımı belirttim ve kendisini okulda kalmaya ikna ettim. Bana verilen odada iki oğlumla birlikte kalıyorduk. Böylece kurs boyunca Hamza Sâdi ağabeyle aynı havayı solumak mutluluğuna kavuştuk. Hafta sonlarından birinde de O, kızı Neslihan Hanım, oğullarım Mehmet Kürşat ve Erhan ile birlikte Atsız Beği ziyaret ettik. Bu ziyaret, o sırada Kartal Maltepesindeki eski evinde oturan Atsız Beği çok memnun etti. Evin arkasındaki, varlığını o ziyarette öğrendiğim küçük bahçede hoş saatler geçirdik.
Hamza Sâdi Beğ ile birlikte geçirdiğimiz o on beş gün, kendisini daha yakından tanımamı, saygı ve sevgimin daha da artmasını sağladı. Ne kadar kibar, alçak gönüllü, saygılı, saygı uyandırıcı bir insan olduğunu anlama, algılama fırsatı buldum.
Ne yazık ki, onu bir yıl sonra kaybetmek bahtsızlığına uğradık. Hastalık döneminin önemli bir bölümünü Ankara’da geçirdiği halde haberli olamayışım içimde küllenmeyen bir yaradır. Sonradan öğrendiğime göre hastanede yapılan tedavi olumlu sonuç vermediği için hastalığının son gün-lerinde komaya girmiş. Artık öleceğini düşünen evdeşi bir din adamı getirtip ‘yâsin’ ve başka duâlar okutmak istemiş. Odasından yükselen duâ seslerini duyan hastane ilgilileri çılgına dönmüş, Hırsla odaya girip “burayı tekkeye çevirdiniz” diyerek hasta yakınlarını azarlamağa başlamışlar. Bunun üzerine hanımı, hastalarını alarak hemen oradan ayrılma kararı vermiş. Hamza Sâdi Beği durumu haber verdikleri Dr. Sadettin Bilgiç’in yardımı ile taburcu ettirip bir cankurtaran arabasına taşıtarak Muğla’ya doğru yola çıkmışlar. Afyon’a yaklaştıkları sırada hastanın gözü ve bilinci açılmış. Memleketine açık bilinçle, yakınları ile konuşarak giden Özbek, üç gün daha yaşadıktan sonra uçmağa varmış4.
•••
Tanrı bana, hiç beklemediğim bir zamanda Muğla’ya gitmeyi, mezarını ziyaret etmeyi, oğlu Umurbeğ Özbek’le buluşup görüşmeyi nasip etti. 40. Kütüphane Haftası dolayısıyla konferans vermek üzere, Muğla Üniversitesi’nin çağrılısı olarak Muğla’ya gittim5. Şimdiye kadar görmek fırsatını bulamadığım o şirin şehirde ilkin oğlunu aradım. İşi dolayısıyla Marmaris’te oturduğunu öğrendim. Muğla’ya gitmeme vesile olan dostlar beni oraya götürdüler. İş yerinde İzmir’de olduğunu, akşama döneceğini söylediler. Tesisin sorumlusu, telefonla görüşmemizi sağladı. Ertesi akşam Kamu Çalışanları Vakfı adına vereceğim konferansa mutlaka geleceğini söyledi.
31 Mart 2004 akşamı hem yemeği birlikte yedik hem de konferansımı dinlemek lûtfunda bulundu. Konferanstan sonra da saatlerce birlikte olduk. Kendisi hem cüsse hem de görünüş bakımından babasının ‘tıpkı’sı idi. Ağırbaşlılık, alçak gönüllülük, kibarlık, saygılı davranış babasından ona geçmiş hasletlerdi. Babası ile ilgili bir de özel arşiv oluşturmuştu. Böyle gerçek bir ‘hayrü’l-halef’ ile karşılaşmak beni çok mutlu etti ve duygulandırdı. O’nu da babası kadar sevip takdir ettim.
Aynı gün sabahleyin, rahmetli Hamza Sâdi Özbek’in kabrini ziyaret edip O’na ve aile yakınlarına fatihalar sunmuştum. Şehrin ortasında kalmış ‘Eski Mezarlık’ta bulunan aile kabristanını bulmak zor olmadı. O, evdeşi, küçük kızı Yeşimcan ve birkaç başka yakını ile birlikte ebedî uykusunu uyuyordu. Mezar taşının arka yüzüne, Ârif Nihat Asya’nın O’nun için düşürdüğü tarih mısraları kazılmıştı:
Çalan her kim olursa olsun kapıyı,
En yakınından önce onu sorardı;
Hani, ey Muğla!
Senin bir Hamza Sâdi Özbek’in vardı.
Şimdi Muğla’da onu tanıyan hiç kalmamış desem yeri. Zamanı mı suçlasak, yoksa yitirdiğimiz değerleri mi?
DİPNOTLARI
1- Polislerin ‘Tabutluk’ dediği, dikine konulmuş bir tabutu andıran, yüksekliği 2 m. eni ve derinliği 50x50 sm. olan, tepesinde 1500 watt’lık lâmbalar yakılan, kapısı kapatıldığında içi cehenneme dönen, işkence yapılanın kollarından zincirlerle bağlanıp ayakta tutulduğu, duvara oyulmuş bu iki ‘mutena hücre’ye, istenilen itirafın alınabilmesi için başka Türkçüler de sokulmuştu.
2- Bayram Akça, ‘Hamza Sadi Özbek’ (Türk yurdu, 159 [Kasım 2000], 40.) adlı yazısında doğum tarihini, kaynak belirtmeden, “H. 1328 (M. 1912)” olarak göstermektedir. Onun verdiği, Özbek’in nüfus kaydındaki tarih olsa gerektir.
3- Bu da Rahmetli’nin mezar taşında yazılı olan tarihtir. Akça bunu da 05 Kasım 1971 olarak veriyor.
4- Daha önce de duyduğum bu olayın ayrıntısını 31 Mart 2004 akşamı Muğla’da görüştüğüm oğlu Oğuzbeğ Özbek’ten öğrendim.
5- Orada biri Üniversite’de ‘Üniversite öğretiminde kütüphanelerin önemi’, öteki (Kamu Çalışanları Vakfı adına) ‘Türk milliyetçiliği ve Türk Ocağının misyonu’ konulu iki konferans verdim.