Zer İle Zor Arasında – II
Dücane Cündioğlu 01 Ocak 1970
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Sayın Mustafa İsen’in şöyle dediğini yazdı gazeteler:
Muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanat normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz.
Ne tuhaf değil mi, böylesine kesin ve güçlü bir retoriğe emanet edilmiş siyasi beklentiler tarih boyunca hep karşılıksız kalmıştır.
Yıkılışlarının ardında cılız bir fiske vardır hepsinin de.
Bir fiskecik,
ve o hazin son!
İşte o fiskecik:
Önce vakıa, sonra bahs u nazar
Yani kuram, olgudan önce gelmez!
Hoşunuza gitmeyebilir, ama ne yapalım, yaşam diyalektiğinin yasası bu! Olgu ortaya çıkmadan evvel norm oluşturmaktan, yapılar meydana getirmekten söz etmek kolaydır, yapmaksa zor değil, –sanılanın aksine- olanaksızdır.
İster istemez bu mucizeyi “yükümlülük içindeyiz” şeklinde bir çoğul kipine taşıtma mecburiyeti vardır. Bir beklentiyi önce ödev haline dönüştürmek. Sonra bir karara. Sonra bir buyruğa. En nihayet yasaya.
Yükümlülük yasalaşınca, yasadışılık ortaya çıkar: suç ve tehlike.
Farklılıklar tehlike olarak algılanır. Toplumsal her tehlike cezalandırılması gereken bir suç vasfı kazanır. Cezalandırılması, yani yok edilmesi gereken bir cürüm.
O “normlar oluşturmak yükümlülüğü” yok mu, ah, ne de acımasız bir çehre kazanır vicdanın yaralandığı o elim dönemlerde? Bir çırpıda kıyıcılığa dönüşür, ülkenin zaten zor yetişen zekalarının üzerine çarpılar çizme kolaycılığına. Darbe hazırlıklarına özgü fişleme dedikleri o lanet işleme. Bürokratik teröre. Sistematik ve hiyerarşik tasalluta.
Türkiye’de tam da sanat ve muhafazakarlık tartışmaları bağlamında Sovyet Jdanov’culuğu tecrübesini hatırlamanın ve hatırlatmanın mahcubiyeti sanırım hepimize yeter!
Andrey Aleksandroviç Jdanov, 1934-1938 yılları arasında SSCB'de kültür politikalarının belirlenmesinde başrolü oynamıştı. Kimlerin canını yakmadı ki? Kaç aydının, kaç sanatçının?
Komşumuzun tarihine ilgi duyanlarımız, lütfen 1946-1950 yılları arasında SSCB’de yürürlüğe konulan kampanyayı ve sonuçlarını okusunlar. Stalin önderliğinde Sovyet muhafazakarlığının serencamını. Ülkemizde hemen hemen aynı yıllara gelen Amerikan McCarthy’ciliği bilinir, ama nedense Jdanov’culuktan çok az söz edilir.
Oysa öncesi vardı. Mesela I. Dünya Savaşı’ndan itibaren Rus avangardının serazad muhayyilesinin yarattığı o çılgın Konstrüktivizm! Tatlin’in kulesi. Makinalaşmanın yüceltilmesi. Maddenin. İlerlemenin. Gerçekte ise Matematiğin.
Ve keza Suprematizm. Dördüncü boyutun ispatı. Mistisizmin zirvesi. Zavallı Maleviç. Kare’nin ressamı. Siyahın ve Beyaz’ın. Sonuç itibariyle, dördüncü boyut denemelerinin sürmesine izin verilmeyecek ve Maleviç “toplumsal gerçekçilik” adlı muhafazakar sanat hamlesinin ilk eledikleri arasında yer alacaktı.
Büyük yanılsamaların en büyük becerisi, gerçeğe, onu mıncıklayacak kadar yakın durmaktır. Yalan mı söyleyeceksiniz, gerçeğe en yakın olanını seçin. Lenin gibi, her önder gibi, gerçekliğe sınırlar tayin etmekten kaçınmayın. Nitekim 1908’de şöyle der Vladimir İlyiç Lenin:
Matematik belki dört boyutlu uzayı mümkün hale getirebilir, fakat siyasal devrimler ancak üç boyutlu uzayda gerçekleşebilir.
Bu yüzdendir ki siyasal iktidarların en az hoşlandıkları insani yetidir muhayyile! Gerçekliğin hoyratlığıyla başa çıkmanın biricik vasıtası. Sadece Din’in ve Sanat’ın değil, Bilim’in de temeli.
Sovyetlerin en büyük düşünürü güya Kasparov! Bir satranç ustası! Bu utanç Sovyet idarecilerine yeter! İran’lı idarecilere gelince, tarih aynı bestelere farklı güfteler yazmaktan hiç bıkmamıştır. Ali Şeriati’yi rahmetle anmaktan başka elimizden ne gelir!
Sovyet Jdanov’culuğu, “toplumsal gerçekçilik” adına düşünceyi de, sanatı da boğdu. Kementle değil, ardısıra dizili normlar aracılığıyla. Madde başlıklarıyla. Tanımlamak suretiyle. Netleştirmek adına farklılaştırdı. En küçük farklılığı tehlike, en küçük tehlikeyi suç saydı. Bağrına çökülen sadece Futurizm değildi, bilakis Sovyet kadızadelerince her türlü ütopya, her türlü fantazya, her türlü imagination insan bilincine haram edildi. Sovyet halkı gerçeklikle başbaşa bırakıldı. Dickens’ın Hard Timesındaki Mister Thomas Grandgrind’in kopyası milletvekili ve bürokratlar eliyle. Hem de en kötüsünden. Gündelik gerçeklerle.
Mister Grandgrind’in cetveli, tartı aleti, çarpım tablosu hep yanındadır. Dimdik duruşu, köşeli ceketi, köşeli bacakları, köşeli omuzları, köşeli alnı ve en nihayet köşeli parmaklarıyla ve hatta ve hatta sanki onu ensesinden yakalamış inatçı bir gerçek gibi duran boyunbağıyla.
İşte sorun da burada, düşlemek yasak, diye haykırır bir defasında:
Düşlememelisin, asla böyle bir şey yapmamalısın. Gerçekler! Gerçekler! Yalnızca gerçekler!
VE önce simge yasaklandı. Dolayımın ta kendisi yani. Pornografinin panzehiri. Hakikatsiz tezahürün. Taleb edilen sadece gerçek’ti, bütün çıplaklığıyla gerçek. Bütün yalınlığıyla. Genel ahlak adına. Toplumsal ödevler uğruna. Her şey toplum eliyle ve toplum içindi. Eksik olansa bireydi. Bireyselliğin ta kendisi. Hizaya girmekten kaçınma güdüsü yani. İnsan olma hakkı. Sürü dışına çıkma hakkı. Farklı olma hakkı.
Hepsi de haramdı. Aşk da, ölüm de.
* * *
Sanatın asıl gücü, gerçekliği temsiller vasıtasıyla dönüştürebilmesinde. Başka bir deyişle yeni gerçekliklere vücud verebilmesinde. Paralel evrenler inşa edebilen bir güç bu. Muhayyilenin gücü. Mecazın. Ve dahi bireyin gücü. Bireyselliğin.
Seçkinliği de bundan. Muhatablarını eler, seçer, gerekirse iter. Ne zer’le, ne zor’la, bilakis simgeler aracılığıyla.
Simge gösterdiği kadar da saklar. Perdeler. Temsil eder. Bu nedenle, hakikat, afişe edilen değil, her daim temsil edilendir. Hep bir adım ötede olandır. Ele geçirilmesi, avuçlanması olanaksız olandır.
Sanat, hakikate sadece işaret eder. Hürmetinden. Onu ele geçirmeyi değil, yanına yaklaşmayı ister. Kokusunu almayı. Mesafeye riayet edişi de bundan. Hep bir aralık varsaymasından. Birazcık aralık, birazcık mesafe. Hakikatin nefes alabileceği kadar. Sadece ama sadece, bir gün kendisine yakınlaşma umudumuzu korumamıza yardım edecek kadar.
Siyasetin ve ticaretin sanattan öğrenmesi gereken işbu hürmettir. Zer’in ve Zor’un. Önce mesafelere hürmet. Simgelere. Perdelere. Özel olana. Özgül olana.
Merak serbest, sanat sözkonusu olduğunda yasak olan ise tecessüs. Sözcüğün kökenine atfen, casusluk etmek. Başkaları adına, hakikatin mahremiyetine tecavüz. Mesafeyi ortadan kaldırma aymazlığı. Sadece yararı gözetme seviyesizliği. Ortalamayı ve vasatı yüceltip aykırı olanı, zayıf görüneni yok etme emeli.
Düşünce ve sanatın özerkliği, hoyratça dokunulmaması gereken gözbebeğidir toplumun. O özerklik ne zer’e, ne zor’a dayanan kararlarla korunur, bilakis onu yaşatacak olan bir iki derviş iniltisidir, bir kuşede bir sanatçı yüreğinden gelen iki damla gözyaşı. Aklın fikrin değil, ancak tahayyülün ve dahi ince sezgilerin haysiyet kazandırabileceği bir hususiyettir özerklik.
Vasatın, ortalamanın, itidal ve dengenin müdahalelerinin dışında kalması gereken bir alandan söz ediyoruz. Muhakkak kendi içinde özerk bırakılması gereken bir alandan. Özelleştirilmek suretiyle cezalandırılması, yok edilmesi emredilen değil, bilakis üzerine titrenilmesi, itina edilmesi beklenen bir alandan.
Neyzen Tevfik’in üzerindeki o keskin şarap kokusundan tiksinen dostlarımdan, biraz gayret edip onun ney-i mukaddesinden, yani gönlünden aleme yayılan o ilahi ezgilerle zevketmelerini istesem, acep yasanın dışına mı çıkmış sayılırım?
Hacı Arif Bey’in Nihavend şarkısını bir an bile Efendimizi düşünmeden dinlemiş değilim. Biricik efendimi. Kendimi bildim bileli canımı canına teslim ettiğim efendimi.
Vücud ikliminin sultanı sensin
Efendim derdimin dermanı sensin
Bu cism-i natüvanın canı sensin
Efendim derdimin dermanı sensin
Hacı Arif Bey’in hayalindeki efendinin, benim hayalimdekiyle neredeyse hiçbir alakası olmadığını bilmez miyim!
Ne mahzuru var?
Aynı mı olmak zorunda?
Herkesin efendisi kendince hoş değil midir?
Makbul ve muteber değil midir?
Herkesin rabb-i hassı? Esma-i hüsnadan herkese tecelli eden farklı farklı isimler? Farklı mizaçlar, farklı huy ve karakterler.
Benim, o sözlerin tesiriyle kitapların arasında düşlere daldığım sıralarda, kardeşimin efendisi, karşı pencereden ancak işaretleşebildikleri bir genç kızdı. Güzel yüzünde çiçekler açan kızdan gayrı bir derdi de yoktu, dermanı da.
Aramızda ne fark var sanki? Her birimiz -inansak da, inkar da etsek- rabb-i haslarımızın (mizaçlarımızın) terbiye ettiği nefisler aracılığıyla Rabb’ul-Alemin’e yönelmiyor muyuz? Farklılıklarımızdan dolayı bizi hor görmeyen tek Efendi, alemlerin Efendisi değil midir? Eğer öyleyse, koca bir ülkenin farklılıklarını belirleyecek kararlar alırken, o size özgü rabb-i hassınızın (mizaç ve karakterinizin) sınırlarına değil, bilakis rabb’ul-alemin’in (bütün mizaçların kendisinden türediği ilkenin) sonsuz ve sınırsızlığına istinad etmeniz gerekmez mi?
Parti’nin ve/veya Hükümet’in (geçiciliğin) ilkelerine değil, gerçekte Devlet’in (sürekliliğin) sınırlarına!
Ölçekler büyüdüğünde, ölçütler hassaslaştığında, herhangi bir alemin, mesela sizin aleminizin değil, bilakis bütün alemlerin rabbinin, bütün insanların efendisinin nazarından, bütün alemleri şefkatiyle mazur ve makbul gören Hakk’ın nazarından bakmalı değil misiniz?
Niçin kendi makam ve mertebenizi ölçüt haline getiriyorsunuz? Size sizi gösterecek bir aynadan da mı mahrumsunuz? Hakkı çekinmeden ihtar edecek bir dosttan?
Lütfen söyler misiniz, Şems’in ruhundan hiç mi esintiler ulaşmadı ruhlarınıza?
Anadolu’nun o aşkla dolu kadehlerinden bir kere de mi olsun yudumlamadınız?
Aman dikkat, karar şiddet doğurur ey benim güzel oğlum, diyecek bir yaşmaklı nene de mi görünmüyor artık düşlerinizde?
Sizler bizler adına, kendinizce, kendi mertebenizce, ve pek tabii ki zer’e ve zor’a dayanarak kararlar aldıkça, rahmet alanının daraldığını hissetmiyor musunuz?
Artık başınız göğe değecek kadar mı zirvelerdesiniz?
İniltileri işitebilmek için bir zamanlar içlerine eğildiğiniz o derin kuyulardan gelen çığlıkları şimdi duyamayacak kadar mı zirvelere çıktınız?
Dağların eteklerinde insana rabb-i hassı yol gösterir, zirvelerindeyse rabb’ul-alemin! Kendi bahçenizde Rahim olanın rahmeti size yeter de artar bile! Lakin zirvelere çıktınızsa, eğer mülkten ve devletten nasibiniz arttıysa, bundan böyle Rahman olanın rahmetiyle aleme nazar etmek zorundasınız!
Şefkatle ve müsamahayla. Titreyerek. İtinayla.
* * *
Serçeleri çöle salmak onları özgürleştirmek demek değildir, aksine bu lütuf, onları göz göre göre katletmektir. Lütfetmeyiniz, tereddüt ediniz yeter! Bir daha düşününüz. Bir daha. Kendi alışkanlıklarınız için, kendiniz için değil, bizim için de. Arasokakların çocuklarını da gözetiniz.
Şeb-i Arus törenleri özelleştirilebilir mi? Mabedler mesela? Diyanet teşkilatı? Ne tuhaf değil mi, zor, elini çekiyor, tıpkı düşünce gibi sanatı da zere teslim ediyor. Altına.
Sanat kurumlarının birer fabrika muamelesi görmesini hakikaten anlamakta zorlanıyorum. İnsanın yapmadığı, yapamadığı şeyleri yıkması kolaydır. Muhafaza etmek, dondurmak değil, bilakis sürekliliği korumak demektir. Türkiye’nin modern kazanımlarını sahiplenmekten niçin kaçınalım? Şahsen hakkında ilgili veya bilgili olmasak bile farklı kapasitelerin varlığına niçin tahammül göstermeyelim?
Kuşatmak zorunda değiliz! Zorunda olmadığımız o kadar şey var ki! Her şeyi avucumuzun içine almak mesela. Herkesi bir sıraya sokmak. Daracık kollarımızın kucaklayabildiğinin dışında, kenarda köşede el değmedik hiçbir şey bırakmamak.
Bu kadar mı zordur tereddüt etmek? Karar alırken bir kez daha düşünmek?
Devletin ilkeleriyle hükümetlerin tercihleri arasında birebir özdeşlik olması gerekmez. Hükümetlerin sanata, sanatın bir türüne, bir tarzına ihtiyacı olmayabilir, ama devletin öyle mi? Devlet adamlığı sürekliliği gözetmeyi gerektirir; kalıcı ve sürekli olanı. Siyasetçilik ise günü ve/veya dönemi kollamakla sınırlı kalabilir. Örneğin kendini popüler sanata ilgi göstermekle sınırlayabilir. Devlet’in ise böylesi lüksleri olmaz. Yüksek sanata sahip çıkmak zorundadır, çünkü yüksek sanatın devlete ihtiyacından daha çok, bizzat devletin, bilhassa büyük devletlerin yüksek sanata ihtiyaçları vardır.
Yüksek siyaset, yüksek sanat olmaksızın icra edilemez.
Lütfen, Çin’de, halihazırdaki yüksek sanat atılımına uzaktan da olsa bir göz atınız. Bu atılımın Çin’in devlet vizyonunun genişlemesiyle yakın alakası olup olmadığını tedkik buyurunuz.
II. Dünya Savaşı’na kadar dünyanın sanat merkezi Paris’ti, yaklaşık 60 yıldır NewYork. Bu transferin nasıl gerçekleştiğini hiç merak ettiniz mi? İstanbul-Ankara karşıtlığı gibi, Amerika’da da Washington-NewYork karşıtlığından söz edebiliriz; daha diplomatik bir deyişle, narin bir işbölümünden.
Hükümet, bazı konularda kendi duyarlılıklarını askıya almayı bilmeli, Parti’nin kendi tabanının değil, bilakis devletin temel gereksinimlerini hesaba katmayı bilecek feraseti göstermelidir. Sayın Bülent Arınç’ın son açıklaması, Türkiye’ye has bir duyarlılık gösterileceğinin işaretlerini taşıyordu. Nitekim kendilerine yakışan da budur: siyaset dışı konularda, bir devlet adamı duyarlılığıyla hareket etmek.
Aksi takdirde bir gün bu ülkede kimilerinin arzu ve temenni ettiği gibi tornadan çıkma “muhafazakar sanatçılar üretimi” başarılırsa, onların tıpkı Rus balerinleri, Romen jimnastikçileri, Doğu Alman yüzücüleri gibi zer’e ve zor’a ayarlanmış birer makine parçası olacaklarından kimse kuşku duymasın! Çaresiz, öteki’ye (düşmana) karşı başarılı olması beklenen neferler olarak arz-ı endam edecekler. İdeolojik müsamarelerde oynatılan lise çocukları gibi. Sadık ve sessiz. Belki yetenekli, belki becerekli ama herhalukarda ruhsuz. Alelade çiziktirilen normların çocukları. Kuralların. Ardısıra dizili maddelerin. Önceden yasalaşmış resmi beklentilerin.
Yaptıkları zenaat olacak ama asla sanat adını almayacak! Yapıp ettikleri propaganda işi beceriler olmaktan asla kurtulamayacak. Çünkü sanat, öncelikle toplumun değil, bireyin marifeti. Sanatı topluluklar, kurumlar değil, birey yapar. Yaratı, bireysellik zemininde varlığa gelir. İç gerilimler, kişisel krizler, şahsi sorunlar, ferdi yoksunluklar... yani önce insan.... önce ben...
VE pek tabii ki simge ve remz aracılığıyla.
Lütfen, simgelere hürmet ediniz.
Simgelere, yani kendisini değil, kendisinden ötesini gösteren işaretlere.
Hz. İnsana.