Ömer Lütfi Mete’nin Ardından
Mustafa Burak Doğu 01 Ocak 1970
-Kalmayacak gümüş hilal okçusundan mahrum
Irz diye devraldık yayına kurban olduğum…-
Bugün Ömer Lütfi Mete Ağabey’in vefatının sene-i devriyesi… Üç sene önce bugün bir modern çağ dervişi, bir ahir zaman Yunus’u aramızdan vaveylasız, sessiz, sedasız çekip gitti. Vardığı menzile bizim fanî iklimimizden daha aşina olduğundan eminim.
O’nu “modern çağ dervişi” olarak nitelemem, mistisizmle ilişkilendirdiği her şeyi bir şekilde tasavvufa bağlayan Mevlana meraklısı ergenlerin insiyakından değil gerçekten Ağabey’in ömrü boyunca çizgisinden milim kaymadığı seyr-i sülûğun bilincinden.
Bakmayın O’na aile ahalimden biriymiş gibi samimiyetle Ağabey dediğime. Aslında kendisiyle dünya gözüyle hiç hemhal olmadım. Lakin öyle adamlar vardır ki; hani “Bu insanı Kalû Bela’dan tanıyor olsam gerek.” dersiniz, tanışlığınıza milat biçmeniz o denli güçtür. Ömer Lütfi METE de benim ve benim kuşağımdan pek çok genç arkadaşım için bu kadar yakın, bu kadar tanıdık, bu kadar bizden bir adam idi.
Onun ismini işitmemiz pek çoğumuzun çocukluğuna yahut da ilk gençlik dönemine rastladı. Bir dizi başlamıştı. Deli Yürek… Ekranlarda daha evvelden seyrettiğimiz bize yabancı hikâyelere pek benzemiyordu. Anamızdan emdiğimiz süt misali ilk yetişme devremizden itibaren kulağımıza fısıldanan ve riayet etmediğimiz takdirde kulağımızı çektiren değerlerin hepsi bu dizide de baş tacıydı -aynen hanelerimizdeki gibi yani- . Yiğitlik, dürüstlük, fedakârlık, samimiyet, sevgi, dostluk ve illa ki delikanlılık… Sonra bir farklılık daha vardı bu hikâyede. Televizyon antenlerinden evlerimizin mahremine akan -kalbi temiz- çıfıtlıkların zerresi ona bulaşmamıştı. Bizim sokağımıza Ramazan teşrif ettiyse orada da insanlar oruç tutuyor, iftar ediyordu. Belki şu an normalleşen ve çoğuna adiyattan gelebilecek bu ayrıntılar o zamanlarda televizyon sektörünün kalbine doğru başlayan bir devrim yürüyüşüydü. Tüm bunların da ötesinde Deli Yürek’in yüreğimize en çok dokunan tarafı ise bambaşkaydı. Sarkık bıyıklı ve bir birlerine “Reis” diye hitap eden adamlar ilk defa bir dizinin iyi karakterleriydi. Bize benzeyen delikanlılar ilk defa masaldaki kötü kalpli kurtlar gibi tasvir edilmiyordu. Bu geç gelen aklama, bizim kuşağın kâhir ekseriyetinin “Uzun Paltolu Abilerin Ocağı”na girişinin belki de en büyük sebebiydi.
Aslında benim onu tanımam bir miktar daha önceye rastlamıştı. Ömer Lütfi METE, merhum babamın zaman zaman şiir yazdığı ama mutlak suretle devamlı takip ettiği edebiyat dergileri vesilesiyle evimizde zikredilen bir isimdi. Dolayısıyla ben onu “Can kumarda; gün dolar, kin dolar, bin dolar/Sattılar bizi ağam, sattılar, sattılar…” mısralarıyla beynime kazınan Kurban Zamanı şiirinden yahut da “sarışın değiller diye” başları urgana uzatılan civanların anısına kaleme aldığı “Üç Ayak Bir Şafak”tan dolayı bir nebze tanımaktaydım. Sonra İsmail Güneş’in yönetmeni olduğu Bizim Ev dizisi başladı –bir zamanlar bizim dediğimiz- TGRT’de. Senaryosunu Ömer Lütfi METE kaleme almıştı. Bu kadro o erken dönemde bile bizim yakın çevremiz için o dizinin kalburüstü bir iş olduğunun deliliydi. Ömrü boyunca da öyle devam edegeldi. O’nun varlığı içinde bulunduğu her projenin, her çalışmanın, her ekibin gönlümüzde makes bulmasına vesile oldu.
O bir modern çağ dervişi olduğu kadar insanları hiç belli etmeden yontan, şekillendiren ve kemâle erdiren bir mürşitti. Yakın çevresinde, has dairesinde bulunup bu irşadla bire bir muhatap olanların doğrudan membaından aldığı, Türk milletinin ise onun zihninde oluşup bilahare topluma sunduğu modellerle (Kuşçu, Ömer Baba, Abdurrahman Halis Kerkükî…) nasiplendiği irfan sofraları yosun tutmuş pek çok gönlün kapısının aralanmasına vesile oldu.
O aynı zamanda aşka önem veren, kafasında tahayyül ettiği arzın merkezine sevdayı yerleştiren bir âşıktı. İçindeki Yunuslayın SEVÎ, bir hatip ebrusu gibi zarafetle büyüyen, dalga dalga genişleyen; önce sevdiğinin zatını, sonra mensubu olduğu milleti, son tahlilde ise bilcümle insanlığı kucaklayan manevi bir haleydi. Biz, -yani yârine, yurduna ve aşkın bizatihi kendisine aşkla tutkun çocuklar- onun tasvir ettiği eski zaman sevdalarını çok sevdik. Çünkü Ömer Ağabey gibi biz de, “ateşten, kalleşten, mızrakla gürzden, dabbet-ül arz’dan, deccal’den, yedi düvelden” korku nedir bilmiyor ama GÜLCE’nin bir bakışından tir tir titriyorduk. Yani O, aşk da dâhil olmak üzere her mevzuda bize benziyor; biz de ona benziyorduk.
O bir deli Karadeniz uşağı, bir memleket sevdalısıydı. Türkiye’yi, kara gözlü bir yâri sever gibi seviyor, kıskanıyor, tehlikelerden sakınmasını ve güzel günler görmesini istiyordu. Ömrü boyunca da bunun için bir karınca azmiyle çalıştı. Onun sırtında, yıllar yılı taşıdığı ufak tefek nimet parçalarından biz kendimize koskoca bir cihan mefkûresi kurduk. İleride bir gün o mefkûreye ulaştığımızda da bir “uçurumun kenarında” durup ruhuna Fatihalar yollayıp şiirler okuyacağız. Çünkü o bizi hiç görmemişti ama biz, “hepimiz onun paltosundan çıkmıştık” ve onu çok sevmiştik.