Akif Paşa
Abdullah Uçman 01 Ocak 1970
Ayıntâbîzâde Kadı Mehmed Efendi’nin oğludur. Yozgat’ta doğdu. Tahsilini özel hocaların yanında tamamladı. Bir süre Yozgat âyanı Cebbârzâde Süleyman Bey’in divan kâtipliğini yaptı; onun ölümü üzerine İstanbul’a gelerek amcası Reîsülküttâb Mustafa Mazhar Efendi’nin yardımıyla Dîvân-ı Hümâyun Kalemi’ne girdi (1814). Hizmeti takdir edildi ve altı ay içinde Âmedî Odası’na geçti. 1825’te âmedci*, iki yıl sonra beylikçi*, 1832’de ise reîsülküttâb oldu. Bu dairenin adı Umûr-ı Hâriciyye Nezâreti’ne çevrilince, o da “efendi” unvanı ve vezirlik rütbesi ile ilk hariciye nâzırı oldu (1835). Kadıköyü’nde avlanırken kaza ile bir Türk çocuğunu yaralayan Morning Herald’ın İstanbul muhabiri W. Churchill’i hapsettirmesi üzerine, olaya İngiliz sefâretinin müdahalesi sonucu, hastalığı bahane edilerek azledildi (1836). Bir yıl kadar sonra, rakibi Pertev Paşa Mülkiye nâzırlığından azledilince onun yerine aynı göreve getirildi. Nezâretin adını “âdâb-ı ubûdiyyete münâfi” bularak dahiliyeye çevirtti. Bu görevde de ancak altı ay kalabildi; rakibi Pertev Paşa’nın adamlarından Mehmed Raûf Paşa sadrazam olunca tekrar azledildi. 1839’da Abdülmecid’in tahta çıkışından sonra Kocaeli mutasarrıflığına tayin edildi; ek olarak Bursa, Bolu, Eskipazar ve Balıkesir sancakları da idaresine verildi. Halkın şikâyeti ileri sürülerek, rütbeleri alınmak suretiyle üçüncü defa azledildi ve Edirne’ye sürüldü (1840). İstanbul’dan giden bir heyet tarafından muhakeme edildikten sonra iki yıl sürgün cezasına çarptırıldı. Cezasını tamamlayınca Bursa’da oturmasına izin verildi. Şehzade Abdülhamid’in doğumu münasebetiyle Sultan Abdülmecid’e sunduğu bir tarih manzumesi sayesinde affedilerek İstanbul’a döndü (1842). İki yıl sonra hacca gitti, dönüşünde İskenderiye’den gemiye bineceği sırada hastalanarak öldü. Cenazesi orada Dânyâl peygamberin türbesi yakınlarına defnedildi.
Çağdaşlarınca başarılı bir siyaset adamı olarak kabul edilen Âkif Paşa önce Edirne’de, daha sonra Bursa’da iki yıldan fazla devam eden sürgün sırasında çok ıstırap çekmiş, yakınlarına gönderdiği mektuplarda sık sık yalnızlıktan şikâyet etmiş ve bilhassa Bursa’da iken ölmeyi bile isteyecek kadar büyük bir bedbinliğe düşmüştür. Devrinde kindar, kavgacı, huysuz, bedbin ve ikbalperest olarak tanınan Âkif Paşa, bilhassa “Adem Kasidesi” adlı şiiriyle çoğu çağdaşları olan yerli ve yabancı yazarlar (Nâmık Kemal, Ebüzziyâ Tevfik, Şemseddin Sâmi, Muallim Nâci, Abdurrahman Şeref, Gibb, A. Alric) tarafından yeni edebiyat akımının kurucularından biri olarak görülmüşse de, daha yakın devir edebiyat tarihçileri ve tenkitçiler (Rıza Tevfik, Süleyman Nazif, Fuat Köprülü, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Agâh Sırrı Levend, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan) onu tamamen eski tarz dil ve düşüncenin içinde görmüşlerdir. Bununla beraber, Türk edebiyatı tarihinde Batı medeniyeti karşısında Osmanlı aydınının içine düştüğü ferdî ve sosyal bunalımı anlattığı “Adem Kasidesi”nin eski şiirimizde benzerini kolay bulamayacağımız derin bedbinliği, şüpheleri ve cevapsız kalan sorularıyla Ziyâ Paşa’ya, Abdülhak Hâmid’e, hatta Mehmed Âkif’e tesir etmiş olacağı düşünülmelidir. Tanzimat’tan sonraki yıllarda da yaşamış olmakla beraber zihniyet bakımından eskiyi devam ettiren Âkif Paşa’nın eserinde, içinde yaşanılan dünya ve varlığa karşı nefret duygusu kuvvetli bir şekilde işlenmiştir. Cennet, cehennem, hatta mutasavvıfların özlediği elest* meclisine dönüş ve Tanrı’nın varlığında yok olma (fenâ), böylece ebediyete ulaşmanın (bekābillâh) zıddı olan “adem” kavramına methiye, İslâmî gelenek içinde oldukça yabancı bir düşüncenin tezahürüdür. Küçük yaşta ölen torunu için hece vezniyle yazdığı “Mersiye” ile “Şeyh Müştak’a Mektup” ve Tebsıra’sı da, yenilik getirmediği kanaatlerine rağmen, devrinin yazarlarına yol gösterici olmuştur. Divanındaki bir şiirden (İÜ Ktp., TY, nr. 2597, vr. 161b), meşhur Halvetî şeyhi Çerkeşî Mustafa Efendi’nin müridi olduğu anlaşılan Âkif Paşa’nın “Mersiye” dışındaki şiirleri divan şiiri tarzındadır.
Eserleri. Münşeât-ı el-Hac Âkif Efendi ve Dîvançe (İstanbul 1259; eserin İÜ Ktp., TY, nr. 2597’deki nüshası daha tam ve zengindir); Tebsıra (4. bs., İstanbul 1300); ölümünden sonra torunu Âkif Bey tarafından neşredilen ve çeşitli mektuplarını ihtiva eden Eser-i Âkif Paşa (İstanbul 1290) ile Muharrerât-ı Husûsiyye-i Âkif Paşa (nşr. Ebüzziyâ Tevfik, İstanbul 1301) dışında, Arapça’dan çeşitli ilâvelerle tercüme ettiği Risâletü’l-firâsiyye ve’s-siyâsiyye (İÜ Ktp., TY, nr. 1223) adlı bir eseri daha vardır.