Ülkücü Bir Milliyetçiliğin Satır Başlarını bir kere daha Hatırlamak
Mustafa Çalık 01 Ocak 1970
Milliyetçilik bizler için her şeyden evvel vatanseverliktir ama şuurlu ve sorumlu bir vatanseverlik!
Vatanseverlik, elbette ki heyecanlı bir hissiyattır ve bu olmaksızın hiçbir millî inşâ gerçekleştirilemez; ama bundan ibâret de görülemez. Vatanseverlik, aklî-zihnî ve vicdânî muhâkeme gerektiren târihî ve coğrafî bir şuurdur aynı zamanda. Vatanseverlik, milletin kimlik ve bekâsı kadar, vatanın toprağına, havasına, suyuna da bekâ ve hüviyet meselesi olarak bakmaktır; yâni, tabiattan târihe kadar korunması gereken her türlü zenginliği tahrip ve yâhut talan etmemektir, ettirmemektir. Bir milletin kimliği, zaman ve mekândaki derinliği kadar değer ifâde eder; târihsiz ve coğrafyasız bir kimlik iddiası, boş ve mânâsız bir hezeyandır.
Vatanı sevmenin sorumluluğu, icâbederse uğruna ölümü göze almaktan ibâret değildir; vatanı mâmur, milleti müreffeh hâle getirebilmek için daha çok yaşamaya gayret etmek ve herkesten çok çalışmayı, herkesten erken kalkmayı da göze almak ve herkesten daha iyi işler, dostun değil düşmanın bile beğeneceği kadar iyi işler yapabilmektir!
Millî zenginlikleri milletler arası markalara, millî değerleri evrensel kriterlere dönüştürebilmek milliyetçiliğin en büyük ödülüdür.
Türkiye, şâyet hâricî bir gücün fiilî saldırısına mâruz kalırsa yapılacak şey târihî ‘sicil’imizde yazıyor, ayrıca anlatmaya lüzum yok. Eğer böyle bir saldırı mevzûubahis değilse Türk milliyetçiliği, meşrûiyetini ancak daha âdil ve ahlâkî bir toplumsal düzen talebi ile millî hasletleri insânî erdemlerle mezcetmeye dönük mânevî bir olgunlaşma çabasından alabilir. Dâhilî bir buhran karşısında ise milliyetçilik, sabır, teennî, tahammül, sebat ve metânet imtihanını kazanmaktır. Bu kaygılardan uzaklaşmış bir milliyetçilik millete hizmet edemez.
Milliyetçilik, her nevi usûlsüz kâidesiz işe tabiaten müsâit ‘ayak takımı’nın başını çektiği lümpen bir sokak hareketi değil, medenî ve yüksek seciyeli insanların söz ve sıfat sahibi olduğu bir millet ve memleket dâvâsıdır!
Ya ‘şiddet’le tepki vermek ya da büsbütün pasif kalmak dışında başka hiçbir pozisyon düşünememek, milliyetçilik değil yeteneksizliktir.
Türk milliyetçiliği Türk’e, Türklüğe, Türk vatanına, İslâm dünyâsına ve insanlığa hizmeti bütünlüklü bir felsefî anlayış hâline getirmedikçe en başta Türkiye ve Türklükten bile tecrit edileceğini kavramak zorundadır!
Büyük ve medenî milletlerin milliyetçiliği, içe kapanmayı değil dışa açılmayı, dünyâya kendi ülkesinden baktığı kadar, ülkesine de insanlığın yürüdüğü mecrâdan ve dünyânın gittiği istikâmetten bakabilmeyi gerektirir.
Türk milliyetçiliğinin kendi içindeki problemi de aynı mantığa tâbîdir: Türkiye’ye milliyetçilik penceresinden bakmak yetmez; bununla berâber ve bundan daha çok, milliyetçiliğe de Türkiye’nin bütününden (veyâ bütünlüğü üzerinden) bakabilmek gerekir!
Dış politika her ülke için ve tabiatı îcâbı millî menfaatleri temin ve temsil mesleğidir, yâni ister istemez millî olmak zorundadır; bizim yegâne ihtiyâcımız ve talebimiz bunun mahâretle yürütülmesi olabilir; ayrıca ve fazladan bir milliyetçilik vurgusuna lüzum yoktur!
Milliyetçiliğin, fikrî ve fiilî programının en kuytu köşesine dahî ‘askerî yayılmacılık’ hevesleri sokulamaz. Türk dünyâsı ve İslâm âlemiyle münâsebetlerimizin kalıcı ilkeleri, askerî yayılma değil, kültürel derinleşme, iktisâdî bütünleşme ve siyâsî dayanışma çerçevesini aşamaz!
Sorumlu ve serinkanlı bir milliyetçiliğin programı, ‘ithâl’ edilmiş İslâmcılığa özenerek ‘üçüncü dünya’ya mahsus sığ bir anti-Amerikanizm ve yâhut iptidâî bir yabancı düşmanlığı ile içine kapandıkça sağlıklı bir bölge ve dünyâ muhâsebesi yapabilecek ufku kaybeder.
Milliyetçilik, İslâm dünyâsına sırt çeviremeyeceği, Arap âlemini ‘çöl’ jargonu ile küçümseyen çiğ bir Batı hayranlığının izinden gidemeyeceği gibi, ilkel bir anti-semitizmin değirmenine de su taşıyamaz!
Milliyetçilik, Hıristiyan misyonerliği gündeme geldikçe coşup köpürmek yerine, el kadar çocuklarımıza İngilizce öğretirken, hiç olmazsa dört tâne de namaz sûresi ezberletmek; onları yüzme havuzlarına taşıdığımız kadar arada bir elinden tutup câmiyle cumâyla da tanıştırmaktır.
Milliyetçilik, cemaatlere cephe açmak gibi abes ve mânâsız işlerle iştigâl edemeyeceği gibi, cemiyet meydanını terkedip cemaatçiliğin dar ve izbe sokaklarında çâre ve teselli arayarak da enerjisini tüketemez!
Mukaddeslerimizin saygı görmediği bir vatanı hiç tasavvur etmediğimiz gibi, vatansız ve istiklâliyetsiz bir mukaddesat bezirgânlığını da reddediyoruz! Vatanımızda, bayrağımızın altında ve mukaddeslerimizi başımızın üstünde taşıyarak var olacağız!
‘Ülkücülük’, Türk milletinin rûhunda barındırdığı, mâşerî hâfızasında sakladığı millî, manevî ve târihî iddiaya sâhip çıkmaktır. O ‘iddia’nın hakîkati, millet kadar ümmetin de; ümmet kadar insanlığın da geleceğine karşı borçlu ve sorumlu olmayı gerektirir.
‘Ülkücü milliyetçiler’, komünizme karşı verdikleri amansız mücâdeleyi, üstelik târihin onları sonuna kadar haklı çıkardığını unutarak, ‘emperyalizmin oyunuydu’ türünden, târih dışı ve kendilerini tekzip edici ucuz değerlendirmelerle küçülterek dünkü muhbir ve satılık adamlarla bir takım şâibeli ittifaklara tenezzül edecek kadar âcizleşemez!
Ülkücü-milliyetçi veyâ ‘millî ülkü’cülerin, bir hayli muğlak ve müphem bir arka plandan beslenen, kimi ‘Baasçı’, kimi ‘Maocu-ulusalcı’ takımı ile aralarına bâriz bir çizgi çekmeleri gerekiyor. Ne zaman başörtüsü, Kur’an kursu ve imam-hatip tartışması gündeme gelse küplere binen bu samimiyetsiz gruplarla aynı siyâsî dil ve söylemi kullanmak, benzer bir siyâsî tavır sergilemek ne esasta (stratejik olarak), ne de teferruatta (taktik olarak) doğrudur. ‘Esas’tan bakınca şunu görmeliyiz (veyâ unutmamalıyız): Düne kadar herkesle birlikte ülkücü milliyetçilere de her türlü iftirâyı atmakta beis görmeyen; arkadaşlarımızı, ev adreslerinden oturdukları apartman dâirelerinin okla işaretli fotoğraflarını yayımlamaya kadar komünist eylemcilere hedef göstermekten çekinmeyen, düne kadar Kıbrıs’taki Türk askerini işgâl gücü olarak îlân eden bir unsurla bir araya gelerek hangi vatanı ve hangi milleti savunabileceğimizi iyi düşünmeliyiz.
Açıkça sormalıyız: Ne değişti, neyi değiştirdiler ki böyle oldu?
‘Öz eleştiri’ diye yücelttikleri bir kavram vardı ya, evvelâ oradan başlayacaklar; Maocu tezlerin safsata, Stalinizm’in zulüm ve gaddarlık olduğunu îtiraf edecekler. Hem Stalinizm ve Maoizm, hem ‘Türk ulusalcılığı’; hem sınıf mücâdelesi, hem ‘ulusal bütünlük’?… Bu murdar aşı kimseye, hele bize aslâ yediremezler.
Adını koyarak söylemeliyiz: Biz bu ülkede farklı etnik menşeden gelmekle berâber, etnik-ırkçı hıyânete kendini kaptırmamış milyonlarca Kürt ve sâir vatandaşımızı, Maocu ‘ulusalcı’lardan çok daha yakın buluyoruz kendimize…
Siyâsî mücâdele içinde ‘geniş cephe’ taktikleri bâzan işe yarayabilir, ama çoğu zaman siyâsî tutarlılığı da ahlâkî ilkeleri de dejenere eder. Üstelik, hesapsız kitapsız bir ‘panik atak’ hâlinde başvurulan ve hattâ zımnen rızâ gösterilen bu geniş cephe taktiklerinden idealist (ülkücü) unsurlar değil, çoğu zaman o bir avuç ‘kıble’si meçhûl müfterî kazançlı çıkar…
Ülkücü milliyetçiliğin hedefi, Türkiye’de ‘cephe’leşmek değil, hedef olduğu ‘husûmet’e karşı, Türkiye’yi tek cephe hâline getirecek bir azim, irâde ve gayretin sâhibi olmaktır. Bu olursa arkası nasıl olsa gelecektir.