Remzi Oğuz Arık’ı Anarken / Umut Arık
01 Ocak 1970
Büyük amcam Remzi bey, her şeyden önce bir toprak çocuğudur. Bu gün heyelan dolayısıyla yerini değiştirmiş olan Kozan’ın Kabaktepe köyünün eski yerinde, Farsak Türkmenlerinin yaylasında çok çocuklu bir beyin en küçük oğlu olarak dünyaya gelmiş, töreye göre, en büyük oğlan (dedem Mustafa Fevzi) askeri okula gönderilirken, küçük Remzi Oğuz’a okumak ve ilim adamı olmak görevi düşmüştür.
Bu gerekçe ile, İmparatorluğun irfan merkezlerinden biri olan Selanik’teki ablasının yanında tahsilini yürüten Remzi, bir ara, ağabeyi Fevzi’nin görev yaptığı İşkodra kalesine giderek, İtalyan harbine şahit olmuş, daha sonra İstanbul’da okumaya devam ederken Balkan Harbi çıkmış, ardından patlayan Birinci Dünya Harbinde yedek subay olarak görev aldıktan sonra, Paris’e giderek, arkeoloji ve felsefe tahsil etmiştir.
Dönüşünde Türkiye’de arkeolojik araştırmalar yapan ilk Türk arkeologu olarak, Truva’da ve Eti İmparatorluğunun merkezi Hattuşaş/Boğazköy’de kazılar yapmış, bu gün Anadolu Medeniyetleri Müzesi olan büyük eserin kurucusu olmuş, Ankara’daki Jüstinyen anıtının ve Roma Hamamının bulunmasında rol oynamıştır. Bu arkeoloji ve sanat tarihi çalışmaları yanında, Yücel, Bizim Türkiye, Yeni Ufuklar gibi dergilerde edebi ve felsefi yazılar yazmış, bir çok da kitap çıkarmıştır ki, bunların en bilineni, Coğrafya’dan, Vatan’a adlı eseridir. Aynı zamanda öğretmenlik ve üniversite profesörlüğü çalışmalarını da devam ettiren Prof. Dr. Remzi Oğuz Arık, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin kurucu Dekanı olmuştur.
Remzi Oğuz Arık’ın siyasal felsefesinin etkilerini, kurucuları arasında yer aldığı Demokrat Parti`nin ilk yıllarında savunduğu platformlarda izlemek kabildir. Ancak sonradan bu Partinin değişik yaklaşımlar sergilemesi, ulusalcı, toprak çocuğu ve köycü Remzi Oğuz’un, yeni bir siyasal hamle yapmasına ve Köylü Partisini kurmasına neden olmuştur. Bu Parti, bugün Milliyetçi Hareket Partisi adıyla Türk siyaset sahnesinde ağırlıklı biçimde varlığını devam ettirirken, Demokrat Parti ne yazık ki giderek gerilemektedir.
Remzi Oğuz’un yaşam öyküsü ve eserleri bu hatıra sayısında çeşitli vesilelerle ve etraflı bir biçimde kaydedildiği cihetle ben burada bu kadarcık bir anımsamayla yetinip, kendisinin ulusalcı felsefe ve görüşlerinin dayanağına bir nebze değinmek istiyorum:
Dört bin yılı bulan derinliği ve Avrasya’nın Doğusundan, Batısına, on bin, Kuzeyinden, Güneyine altı bin kilometrelik genişliğiyle, Çin, Hindistan, İran, Arap-İslam, İbrani ve Roma Avrupa medeniyetleri ile iç içe yaşaması sonunda, hem kendisi etkilenen ve zenginleşen, hem de temas ettiği medeniyetleri etkileyip, zenginleştiren Türk medeniyeti, Osmanlı Devletinin ekonomik, teknolojik, askeri ve siyasi gerileme ve yenilgileri sonucu, daha önceleri kendisine saygıyla bakmış ve Türk mevcudiyetinden çok şeyler öğrenmiş Avrupa ülkelerince özellikle 19. yüzyılda yok sayılmaya başlanmış ve Türkiye, medeniyetten nasibini almamış bir ülke olarak, medeniyet götürülecek bir yabanıl yer addedilmiştir.
Daha önce bu yaklaşımı Avrasya’daki diğer Türk mevcudiyetlerine uygulamış ve onları tahakkümü altına almayı başarmış olan Rusya, güçlendikçe Osmanlı Coğrafyasına da girmeye, onun kalpgahı olan Anadolu’ya ve Balkanlara da nüfuza teşebbüs etmiş, bu çabalara, rekabet ve uluslar arası çekişmelerde kendi öz çıkarlarını savunma gerekçeleriyle, Avusturya-Macaristan, İngiltere, Fransa ve İtalya da daha sonra katılmıştır.
Ulusal Egemenlik Savaşı, bilek gücüyle büyük Osmanlı Coğrafyasının Rumeli’de ve Anadolu’da misak-ı milli hudutları olarak tanımlanan bölümünün büyük bir kısmını kurtarmış (Kafkaslar, Batı Trakya, Ege Adaları, Mezopotamya hariç), ancak, kurtarılan bu bölüm üzerinde (Sevr Anlaşmasının içeriğinden açıkça görüleceği üzere) yabancı talepler ve iştiha sona ermemiş, Türklerin bu topraklara sonradan gelen ve haksız iktisapta bulunan işgalciler olduğu iddiaları, en bariz örnekleri Yunan Megalo İdeasında, Ermenilerin Kars, Ardahan taleplerinde, Stalin’in Boğazlarda üs isteklerinde, Doğumuzda çeşitli kalkışmaların kışkırtılmasında sergilenen, fiili tecavüz teşebbüslerine mesned olmuştur.
İşte Remzi Oğuz, bu mütecaviz ve tehditkar fiillerle üzerimizdeki tehlikenin devam ettiği bu ortamda, misak-ı milli hudutları içindeki bölgede Türk kültür, medeniyet ve harsının yüzlerce yıllık etkisinin sözkonusu bölgeyi vazgeçilmez vatan, bu bölgede yaşayan halkı ise bölünmez bir bütün yaptığını anlatan kültür ve medeniyet, tarih ve dil milliyetçiliğinin, diğer bir deyimle, modern sosyolojik milliyetçiliğin, Batıda bilinen adıyla Durkheim yaklaşımının vurgusunu yapmış, ülke ve toplumu bu gerçekçi savlarla tehlikeden korumak yolunu seçmiş, bunda Mustafa Kemal’in ‘Ne mutlu Türküm diyene’ ve ‘misak-ı milli’ yaklaşımlarıyla eş düşmüştür.
Remzi Oğuz Arık, misak’ı milli hudutlarının Türkiye’ye aidiyetini vurgulayan yaklaşımını, böylece, yalnızca binlerce yıllık Türk devlet anlayışı, kültürü, sanatı, dili ve tarihine; Ahmet Yesevi , Yusuf Has Hacib, Umur Bey, Melik Şah, Nizam-ül-Mülk, Ali Şir Nevai, Yunus Emre, Hacı Bektaş, Mevlana, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Kozanoğlu gibi geçmiş irfan, sanat, edebiyat ve siyaset büyüklerimize değil, onların kalıtımının temsilcisi olan bu günün toplum şuuruna, bu şuuru yansıtan Mustafa Kemal’lere, Aşık Veysel’lere ve onların sayesinde giderek geleceğimizi güçlendirecek yeteneğe kavuşmuş olan, üretken, çalışkan, toprağını vatan olarak seven Türk Gençliğine dayandırmak inancında olmuştur. Bu inancında haklı çıkmasını sağlayacak kuşakları yetiştirmeyi başarırsak, geçmişimizin büyüklüğüne layık, üstün bir gelecekten Türkiye’yi hiç kimse mahrum edemez.
Sanırım Remzi Oğuz Arık’ı seven herkesin Türkiye’de bu sağlam kuşakların yetiştirilmesini sağlamak amacıyla, durmaksızın ve yılmaksızın çalışmak gibi bir büyük borcu ve sorumluluğu vardır.